18.06.2020

BÖLÜM 3 - KORUDUĞUN ŞEYLER, KIRDIĞIN ŞEYLER

resim
Çevirmen: Alper

  “Evet, buraya buraya!” Lea, kollarını açarak düşmana meydan okudu. Karşısında kocaman, kül rengi bir ayı duruyordu. Fakat bu ayının sağda üç, solda üç tane; toplam altı kolu vardı. Her bir kolunun kendi aklı vardı sanki; her kolu ayrı bir düşmanmış gibi, farklı şekillerde saldırıyordu. Lea, üstüne gelen kolların bazısının yolundan kıl payı çekildi, bazısını elindeki hançerle karşıladı ve canavarın tüm saldırılarını boşa çıkardı.

 

  Ele avuca sığmaz bu düşman, Cisimsiz Mahluğu öfkeden delirtmişti. Canavar, bir kükreme koyuverip zemini tepti ve kızın üstüne atladı.  Herhalde o koca cüssesiyle kıza toslayıp, onu sakatlamaya çalışıyordu.

 

  Ancak Lea, çarpışmaya bir an kala kenara yuvarlandı ve canavarın önünden çekildi. Hızını alamayan canavar, öfkeyle sıçradığı yönün ilerisinde, hazır bekleyen iki insan vardı.

 

  “Haydi Sera, sıra sende!”

 

  Lea’nın sakince söylediği bu isteğe cevaben, Serafine avucuna bir Kutsal İnci aldı ve konsantre oldu. Bir an sonra, Cisimsiz Mahluk paldır küldür, yan tarafı üzerine yuvarlandı. İşin bundan sonrası çok kolaydı. Yere serilmiş bir Cisimsiz Mahluğun icabına bakmak, samandan yapılma bir korkuluğa saldırmaktan farksızdı.

 

  “Amunis!” Stephan’ın adıyla çağırdığı Ejderdişi taşı silahı, sahibinin elinde beliriverdi. Bir an sonra, silahın namlusu o ayı benzeri canavarın kafasına saplandı. Cisimsiz Mahluğun gövdesi bir kez sertçe sarsıldı, sonra gevşedi ve hareketsiz kaldı. Lea, neşeli bir sesle konuşarak yaklaştı:

 

  “Harika, bu sefer çok büyük bir tanesini hakladık. İkinizin de eline sağlık!” Kızın üstü başı çizik sıyrık doluydu ama ciddi bir yara almışa benzemiyordu. Sonra cesedi gördü ve surat buruşturdu:

 

  “Offf, ne zalimce. Kafası parça parça olmuş bunun.”

  “Ejderdişi silahları böyledir.”

 

  Tanrıçaları bile öldürebilen efsanevi silahlardı bunlar. Tahrip güçleri ile hiçbir silah boy ölçüşemezdi.

 

  “Ama bu silahların aklı var, değil mi? Eğer senin düşmanlarını yok etmek için bu kadar çabalıyorsa, belki de Stephan’ı seviyordur.”

  “………” Stephan, elindeki mızrağa baktı. Bu hiç aklına gelmemişti. Bu arada… eğer Halif Birliği’nden ayrılmaya karar verirse, “Gökleri Taşıyan Tanrıça”nın malı sayılan bu mızrağı geri vermesi gerekecekti, değil mi? Mızrağı kaybedeceğini düşününce, birden kendini yalnız hissetti.

 

  Üçü, Labirent’in geçirdiği dönüşümün kaçıncı katmana kadar etkili olduğunu araştırıyorlardı. Araştırma iyi gidiyordu. Özellikle savaş konusunda, üçünün yetenekleri birbirine iyi uymuştu. Cisimsiz Mahlukların yaşam alanları birbirine girmişti, ama ufak yaratıkları, mesela böcek sürülerini Sarafine kerametle yakıp kül ediyordu. Şu deminki ayı benzeri büyük yaratıklarla ortaklaşa savaşıyorlardı. Kabaca söylersek, Lea yem rolü oynuyor, Sarafine canavarları hareketsiz bırakıyor, Stephan da son darbeyi indiriyordu. Stephan, Lea’nın çevikliğine çok şaşırtmıştı; ama en çok, Serafine’in pek çok farklı türden keramet gösterebilmesine hayran olmuştu.

 

  Deminki ayı benzeri canavarın yere yıkılmasını, bir tür hayal gösterme kerameti sağlamıştı. Avını bulmak için gözlerine güvenen Cisimsiz Mahluklar, dünyayı düz değil de doksan derece yan yatmış şekilde görürlerse dengelerini koruyamazlardı. Dünyayı farklı gösteren kerametler, bu tür canavarlar üzerinde çok etkili olabiliyordu.

 

  Ama, bu bilgiyi konuşmayı hiç sevmeyen Medyum kızın ağzından alabilmek için, Lea’yla Stephan’ın epey uğraşması gerekmişti.

 

  “Medyum, ha…” Stephan’ın gözünün önüne, tanıdığı bir başka Medyum kız gelmişti. Söylentiye göre, Franca birkaç gün önce üçüncü derece Medyumluğa terfi etmişti. Onunla yalnız bir kez, çok kısa süre için beraber araştırıcılık yapmışlardı, ama… herhalde bugün, tekrar görüşeceklerdi.

Aşağıda mahsur kalmış ekipler, birer ikişer yüzeye dönmeye başlamışlardı. Labirent’te üst üste meydana gelen değişiklikler sayesinde, yukarıya çıkan yeni yolların açıldığı tahmin ediliyordu.

 

Ne var ki, Stephan için en önemli olan kişinin Labirent’ten çıktığına dair bir haber gelmemişti.

 

Lea, eliyle çizdiği Labirent haritasını açıp inceledi. “Evet, böylece bu kattaki işimiz bitmiş oldu. Hım, harita bayağı genişledi değil mi?”

 

Stephan haritaya baktı ama bir şey anlamadı. Çizimin çizgileri karman çormandı, her yerine de Lea’nın kargacık burgacık el yazısıyla notlar alınmıştı. Serafine, Stephan’ın yüz ifadesini görünce, can simidi atarcasına:

“Şey, Lea…. bence biraz açıklama yapmalısın…” dedi.

“Peki, peki. Şey, ikide bir yeni değişimler oluyor, o yüzden ölçekli, detaylı bir harita çıkarmaktan hemen vazgeçtim. Onun yerine, ipucu yerine geçebilecek bilgileri kaydederek, bu değişimlerin neye göre gerçekleştiğini araştırıyorum. Şimdilik, şu kadarını öğrenebildim…” Lea, küçük defterini karıştırarak devam etti. “Şu anda, Labirent’in katmanları… birinci katmandan buraya, yani otuzuncu katmana kadar, parçalara ayrılmış ve bu parçalar, birbiriyle rastgele karıştırılmış. Sanki birisi kötü bir şaka yapıyormuş gibi. Koridorların, odaların, merdivenlerin yerleri değişmiş; her yer birbirine girmiş.”

“Sebebi nedir?”

Stephan’ın sorusuna Lea duraksamadan: “Anlayamadım,” diye yanıt verdi. “Ama, bazı belirgin kurallar var. Öncelikle, değişimler düzenli olarak gerçekleşmemiş. Mesela, görüyorsunuz işte, burası, yani otuzuncu katman öncekinden pek de farklı değil. Üstteki katmanlar çok daha şiddetli bir dönüşüm geçirmişti. Özellikle de üçüncü ve dördüncü katmanlardan, yedinciye kadar olan kısımlar.”

“Öyleydi.” Bunu, Halif Birliği’nin merkez karargahına da bildirmişlerdi. Herhalde karargahtakiler, şimdiye o bölgeye bir sürü araştırıcı göndermiş olmalıydı.

 

“Buraya kadar, bildiğiniz şeyleri söyledim,” dedi Lea. “Bir de şunu dinleyin: Şu anda, otuzuncu katmandayız. Yani, aşağısı otuz birinci katman. Az önce, oraya şöyle bir göz atıp geldim.”

 

Stephan da, Serafine de başlarını evet anlamında salladılar. Otuz birinci katmandan otuz beşinciye kadar olan kısım, Labirent’in geri kalanından çok farklıydı. Orada zemin de tavan da yoktu, sadece beş katmanın sığacağı genişlikte bir boşluk; ve bu boşluk boyunca yükselen devasa, taştan bir silindir vardı. Bir insan o dev sütunu görünce, otuz birinci kata geldiğini anlardı.

 

“Size bir soru: Yüzeyden buraya gelene kadar, kaç kez merdiven indik?”

“Otuz, değil mi?” dedi Stephan kaşlarını çatarak. İlk merdiveni, yüzeyden Labirent’in birinci katmanına inmek için inmişlerdi. O da sayılırsa, otuzuncu kata gelene dek tam otuz kez merdiven inmiş olmaları gerekirdi.

 

“Hesaba göre, öyle. Ama ben indiğimiz merdivenleri saydım. Sadece yirmi dokuz kez merdiven indik.”

“Hiç fark etmemişim…” diye mırıldandı Serafine.

“Yani, bir yerlerde bir katmanın merdiveni tamamen yok oldu mu diyorsun?”

 

Lea, Stephan’ın sorusunu başıyla evetledi. “Tabii, bundan sonra da hangi katmanınki yok oldu diye soracaksınız. Ben, üçüncü katmanla yedinci katman arasında bir yerin merdiveni silindi diye şüpheleniyorum; çünkü değişimin en şiddetli görüldüğü yerler oralardı. Bir katman tümüyle Labirent’ten kopartılmış da olabilir. Eğer, merdivenlerin sayısı değiştirilmediyse tabii. Ne de olsa Labirent’teki uzay-zamanın çarpıtıldığı bir durumla karşı karşıyayız…”

“Geri dönmeyen ekipler… o bölgede kapana kısılmış olabilir.”

Sessizce: Demek geri dönmeyen ekipler… diye düşündü Stephan.

 

“Sorun, o kayıp katmana nasıl gireceğimiz. Oraya gidip araştırma yapmak istiyorum.”

“Belki oraya inen gizli bir merdiven ya da bir ışınlanma aygıtı vardır.”

“Zemini parçalayalım.”

“Ne?” Lea’nın ağzı bir karış açık kaldı. Serafine gözlerini kırpıştırdı.

“En basit ve etkili yöntem bu olur, değil mi? Gitmek istediğimiz katmana inen bir merdiven yoksa bile, katmanın kendisi orada duruyor hala. O halde, tavanında bir delik açarak oraya ulaşabiliriz. Hatta, öyle yaparsak kesinlikle o katmana ulaşırız. Bir ışınlanma aygıtı filan aramakla zaman kaybetmeden hem de.”

“Durun bir dakika…”

“Ah, önceden farklı büyüler ve Kutsal Emanetler deneyip, hangi yöntemle ne kadar derin, ne kadar geniş bir delik açabileceğimizi görmemiz gerek. Eğer istediğimiz girişi sihirle açamazsak, biz de yerdeki taşları insan gücüyle kırar, kazarız.”

“Durun, durun! Stephan, fazla acele ediyorsun. Labirent’in çökmesine neden olabilirsin!”

“Sadece zemininde ufak bir delik açacağız. Ayrıca ben asla acele etmem.”

“Tamam, anladım. O zaman, her zamanki halinden de az aceleci ol, tamam mı?” Lea, derin bir nefes aldı ve öğüt verir gibi, tane tane konuşmaya başladı: “Bir kere, o dediğin deliği kazsak bile aşağıdaki katmana inebileceğimiz kesin değil. Burası Labirent, burada her şey olabilir. Uzay-zamanda bir çarpılma söz konusu. Aradığımız kat, artık orada olmayabilir.”

“………”

“Dahası, aşağı katmana inmemizi sağlayacak bir delik açabilsek bile, bir toprak kaymasına neden olabiliriz. Aşağıdaki insanlar, bizim yüzümüzden diri diri gömülebilirler. Hatta, Labirent’in bütün bir katmanı toptan yok olabilir.”

“………” Stephan itiraz edemedi. Lea’nın sözlerinin mantıklı olduğunu biliyordu.

“Böyle ileriyi düşünmeden hareket edecek birisi olduğunu düşünmemiştim. Neden bu kadar telaş ediyorsun ki?”

“Telaşlı gibi bir halim mi var?”

 

Stephan böyle söyleyince, Lea da Serafine de başlarını evet anlamında salladılar.

 

“Ben telaşlı olduğunu zannetmiyorum. Ama insanın içiyle dış görüntüsü birbirine uymayabilir sanırım.”

“Serinkanlılığını kaybettiği halde yüz ifadesi hiç değişmeyen birini görünce insan korkuyor doğrusu! Pekala, sevgili liderimiz, sana benden bir öneri: Yukarı katmanlara dönüp, biraz daha dikkatlice araştırma yapalım mı?”

Serafine bir şey demedi ama o da, Lea’nın önerisini destekler gibi görünüyordu.

 

“Endişelenmene gerek yok. Kız kardeşin çok iyi bir araştırıcı, değil mi? Eminim hayatta kalmayı başarmıştır.”

“………?” Stephan, kaşlarını çatarak Lea’ya baktı.

“Ah, kız kardeşimi nereden öğrendi, diye düşünüyorsun galiba. Şef anlattı.”

“O değil. Ben, kız kardeşim için endişelendiğimi filan söylemedim. Neden endişelendiğimi düşünüyorsun ki?”

 

Bu kez, kaş çatma sırası Lea’ya gelmişti. “Salak filan mısın sen?”

“Ne demek oluyor bu?”

“Hiç. Özür dilerim.” Lea iç çekti. Pes etmiş gibi omuz silkti. “Ne yapacağız? Benim önerdiğim gibi geri dönecek miyiz? Biraz daha bilgi toplamak istiyorum.”

“Kabul edildi,” dedi Stephan.

“Tamam. Öyleyse, yola çıkalım.”

 

Üçlü, yukarı katmana giden merdivenleri çıktı.

Dönüş yolu boyunca neredeyse hiçbir Cisimsiz Mahluk ile karşılaşmadılar. İstedikleri bölgeye varmaları, zor olmayacaktı galiba. Yürürlerken, ansızın:

“Benim hissettiğim şey, endişe değil,” dedi Stephan.

“Kız kardeşinizden mi bahsediyorsunuz?”

“Benim aklımda bir takım hedefler vardı. Bu yüzden araştırmacı olup bir sürü eğitimden geçtim. Ama sonra, amaçladığım ve istediğim şeylerin çoğunun bir anlamı kalmadı.”

 

Lea da, Serafine de sessizdiler.

 

“Aklımdaki tüm amaçlardan geriye, bir tek o kız kaldı.”

Stephan, sevdiği bir insanı kaybetmenin acısını tatmıştı. Bu acıyı onunla paylaşan bir tek insan vardı… ailem, diyebileceği bir tek insan.

“O sürekli aklımda, çünkü onu da kaybedersem bugüne kadar yaşamış olmamın hiçbir anlamı kalmayacak. Buna, endişe denilmez. Onu kurtarmam gerekiyor, sadece onun iyiliği için değil; kendi iyiliğim için de.”

 

Lea’dan ziyade kendi kendisiyle konuşuyordu. Eğer onları söze dökebilirse, galiba uzun süredir kendisine acı çektiren duyguları dizginleyebilecekti. Bu yüzden, Lea cevap verdiğinde biraz şaşaladı:

“İşte buna endişelenmek deniyor, değil mi?”

“………”

“Sebebi ne olursa olsun, sonuçta onu kurtarmak istiyorsun, değil mi? İşte bu duygunun adı, endişe. Niyetin ne olursa olsun, geçmişte ne yaşamış olursan ol, bir insan için ‘ona yardım etmek istiyorum’ diye düşünmen bile çok değerlidir. O yüzden, kendini böyle yargılamana hiç gerek yok.”

“…demek öyle.”

“Tabii ki öyle. Ben söylüyorsam öyledir. Hem, nasıl oluyor da ben kırk yılın başı böyle ciddi ciddi konuştuğum halde suratın öyle ifadesiz kalabiliyor? Boş şeyler söylediğimi mi düşünüyorsun?”

 

Stephan öyle düşünmemişti. Ama böyle durumlarda duygularını nasıl göstereceğini bilemiyordu. O yüzden, soruyu başka bir soruyla geçiştirdi:

 

“Neden siz ikiniz, böyle bir iş yapıyorsunuz?”

“Böyle iş derken?”

“Harita yapmak, eğlenceli bir şey midir?”

“Şey….” Lea cevap vermeden önce biraz düşündü. “Eğlenceli mi desem? Galiba ben, benden sonra gelecek insanlar faydalansın diye bir şeyleri kaydetmeyi seviyorum. İnsanın hafızası müthiş bir şey, ama insan ölünce anıları da onunla beraber ölüyor. Bu bence üzücü bir şey. Sadece harita çizmiyorum ben, gerçi haritalar da önemli tabii. Hikaye yazıyorum, tiyatro oyunu yazıyorum.”

“Sen de yapıyor musun bunları, Serafine?”

“Be-ben, şey… Lea’nın yüzünden, ben de başlamış oldum…”

“Suskun durduğuna bakmayın, kalemi eline alır almaz sayfalarca yazı döküverir bu kız.” diye onun sözünü kesti Lea. “Labirent hakkında bir kılavuz kitabı o yazdı, ben sadece gereken bilgileri haritaları verdim. Son zamanlarda aşk romanları filan yazıyor.”

“Le- Lea, öyle şeyi anlatmasan…”

“Ay ne olmuş yani anlattıysam? Döner dönmez, sana onun romanını vereyim, Stephan. Şehir halkı çok seviyor Serafine’in kitabını…”

 

Lea, çabuk çabuk konuşurken birden susuverdi. Bu her zaman neşeli olan kızın yüzünde, çok ciddi bir ifade belirmişti. Labirent’in tavanına bakarak mırıldandı:

“Şaka mı bu?”

“Ne oldu? Neyin peşinde bunlar?”

“Stephan! Buraya gel hemen; ve yere yat!”

 

Lea bağırır bağırmaz… Labirent müthiş bir sarsıntıyla sallandı. Stephan’ın ayakları yerden kesildi ve genç adam, havaya savruldu.

 

Kendini ölüme hazırlamıştı.

 

Düşen taşların gümbürtüsünden başka bir şey işitemiyordu. Yoğun bir toz bulutundan başka hiçbir şey göremiyordu.

 

Daha demin, iki ayağı üzerinde dururken şimdi havaya fırlatılmıştı. Sele kapılmış bir ağaç yaprağı gibi savruluyordu.

 

Sarsıntı ne kadar sürmüştü acaba? Kendine geldiğinde, etraf çoktan sessizleşmişti.

“Ay ay ayy…” Franca, tüm bedenini sızlatan acıya direnerek doğruldu, kendini oturmaya zorladı. Var gücüyle kafasını toplamaya çalıştı ve belleğini araştırdı.

 

Hatırlıyordu: Ansızın, ayakta durmaya imkan vermeyen bir sarsıntı başlamıştı. Öyle ki, birbirlerinin güvenliğini düşünmeye fırsat bulamamışlardı.

 

Duvarlarda çatlaklar açılmıştı. Tavandan kopan koca koca taşlar, önlerine düşmeye başlamıştı. Sonra, Franca’ya bir şeyler çarpmış, genç kız yere yuvarlanmıştı… sonrasını hatırlamıyordu.

 

Bilincini kısa bir süre önce kaybetmişti galiba. Havaya kalkan tozlar tam çökmemişti, etrafını net göremiyordu. Elini duvara yaslayarak ayağa kalktı, sihirli kerametlerinden birini kullanarak bir ışık kaynağı oluşturdu. Bunun ışığıyla çevreyi incelemeye başladı…

 

“Hiii!” Franca’nın soluğu kesildi. Her yerde, tavandan ve duvarlardan kopup düşmüş adam boyunda kaya parçaları vardı. Bunlardan biri bir insana denk gelse, zavallının tek parçası bile kalmazdı herhalde.

 

“Yu –Bay Yuuki! Usta! Herkes iyi mi?”

Seslenişine, genç bir erkeğin sesi yanıt verdi:

“Franca… iyisin demek?”

“Bau Yuuki! Çok şükür. Diğerleri nerede?”

“Bilmiyorum. Herhalde yakınlarda bir yerde. Ama…” Sustu. Herhalde, cümlenin geri kalanını söylemek istememişti. Franca da, aklına gelen kötü şeyleri telaffuz etmek istemiyordu doğrusu.

 

Toz bulutunun arasında ufak tefek bir gölge, sertçe öksürerek doğruldu.

“Kaiya! Yaralı mısın?”

“İyiyim. Edgar ve Selim de buradalar.”

 

Bir koşu oraya gidip, çocukların durumuna baktılar. İki oğlan da, iki kocaman kayanın arasındaki daracık boşluğa uzanmış yatıyorlardı. Mucize denecek kadar büyük bir şansla, taşlarca ezilmekten kurtulmuşlardı. “Sadece bayılmışlar. Şükürler olsun. Geriye…”

“Amcayla, Tina kalıyor.” dedi Yuuki düz bir sesle.

 

Depremin olmasından hemen önce, o ikisi önden yürüyorlardı. Franca, zehirli arının soktuğu Selim’e göz kulak olarak yürüdüğü için, yolu aydınlatan feneri tutmak Tina’ya düşmüştü.

 

Franca ve Yuuki, çocukları doğrultup oturttular, sırtlarını bir yere yaslayıp başlarında Kaiya’yı bıraktılar. Etrafı keşfe çıktılar. Ama Alfredo’nun da Tina’nın da, ne ölüsüne ne dirisine rastlamadılar. Bu sevinilecek bir şeydi… yoksa değil miydi? Belki de tamamen taşların altına gömülmüş, görülmez olmuşlardı.

 

“Şuna bir baksana…” dedi Yuuki sıkıntılı bir sesle. Sol tarafa doğru işare etti. Gösterdiği yerde, yeni bir duvar vardı. Depremden önce, orada olmayan bir duvar.

 

“Doğru ya. Sarsıntı başladıktan hemen sonra, o korkunç kulak çınlamasını tekrar duymuştum. Yani deprem, Labirent’te meydana gelen yeni bir değişimle aynı anda gerçekleşti. Biz, Usta’dan ve Tina’dan ayrı düşmüş olduk.” Franca, ne yapacağız dercesine Yuuki’ye baktı.

“Öncelikle, çocukları yüzeye ulaştıralım.” dedi Yuuki. “Bu her şeyden daha önemli.” dedi Yuuki, sanki duygularını tüm gücüyle bastırıyormuş gibi ifadesiz bir yüzle. “Eğer biz burada oyalanırken yeni bir deprem olursa, Amca da Tina da bizi asla bağışlamazlar. O yüzden buradan bir an önce gitmeliyiz. Haydi.”

“Ta –tamam.”

“Ben Edgar’ı sırtlanır önden giderim. Sana de Selim’i bırakıyorum. Kaiya da, senin çantanı ve lambayı taşısın. Sakın geride kalmayın.”

 

Bu son cümleyi söylerken, sesinde karanlık bir anlam vardı. Kaiya’nın yüzü bir an korkuyla çarpıldı, sonra başını evet anlamında salladı.

 

Tek sıra halinde, engebeli zeminde tökezlememeye çalışarak, ilerlediler.

 

Herhalde, bu katmanın merdivenine yakın bir yere gelmişlerdi. Buradaki hasar azdı, etrafta tavandan düşmüş kayalar, taşlar görünmüyordu. Belki de deminki sarsıntı, çok ufak bir bölgeyi etkilemişti.

 

“Çıkış var mı acaba?” Franca, soruyu sorar sormaz pişman oldu. Çok tedirgindi ve bu yüzden boşboğazlık etmişti. Sonuçta, sorduğu sorunun cevabını Bay Yuuki’nin bilmesini imkansızdı.

 

Fakat Yuuki cevap verdi: “Yukarıya çıkan merdivenleri arayalım. Eğer teorim doğruysa, yüksek ihtimalle, bir çıkış bulacağız.”

“Ö –öyle mi? Nereden…” Franca cümlenin ortasında, pat diye ağzını kapattı. Nereden biliyorsunuz, diye soracaktı. Ama Yuuki bir şeyler söylemeye başlamıştı.

“… Elimden daha iyisi gelebilirdi. Daha iyi bir yanıt bulabilirdim. İş işten geçtikten sonra aklım başıma geldi. Aynı hatayı kaç defa tekrarlayacağım acaba? Demek ki o günden bugüne hiçbir gelişme gösterememişim.”

 

Sözlerinde, sanki yüreği parçalanıyormuş gibi bir pişmanlık vardı. Nedense kendini suçluyordu. Franca, konuşsa mı sussa mı bilemiyordu. Onu teselli etmek için bir şeyler söylemeli miydi? Senin suçun yok, mu demeliydi?

 

Hayır, diye düşündü Franca. Öyle bir iki cümleyle, Bay Yuuki’nin sakinleşmeyeceğini biliyordu. Hem kendisi, Bay Yuuki’ye akıl vermek gibi bir hakka sahip miydi ki?

 

Sonuçta, Franca hiçbir şey söylemedi. Sadece, kendini çok güçsüz hissederek yürümeye devam etti.

 

“A!” Kaiya’dan bir şaşkınlık nidası çıkmıştı. Bir Cisimsiz Mahluk çıkagelmişti, normalde onuncu katmandan daha aşağılarda yaşayan türde bir canavardı bu. Yeryüzünde yaşayan hiçbir canlıya benzemiyordu, ama ille de bir kıyaslama yapılacaksa kocaman dişleri olan bir tavşan, diye tarif edilebilirdi. Ama boyutu, bir insan çocuğunun boyu kadardı; üstelik gözle takip edilemeyecek kadar hızlı koşuyordu.

 

“Bay Yuuki, ben…”

Franca: Ben onuu kerametle durduracağım, diye bağırmak istemişti. Ama, sanki küçük dilini yutmuş gibi, sesi kesiliverdi.

 

Sanki su dolu bir torba yırtılmış gibi yumuşak bir ses duyulmuştu. Bir an sonra, tanınmaz hale gelmiş bir Cisimsiz Mahluk, yere yığıldı.

 

Yuuki, tek kolunun altında Edgar’ı taşıyordu; diğer elinde ise hançeri vardı. Bu manzaraya bakınca ne olduğunu anlamak kolaydı. Yuuki, yanındaki silahı çekmiş Cisimsiz Mahluk’u kesip biçmişti. Hem de, yaratıktan geriye sadece bir et kütlesi kalana dek, defalarca kesmişti.

 

En şaşırtıcı olan şey, Yuuki’nin bunu göz açıp kapayana dek yapmış olmasıydı. Franca, Yuuki’nin bıçağı kaç kez savurduğunu görememişti, aslında onun hareket ettiğini de görememişti.  Yuuki’nin bıçağı silahtan bile sayılmazdı. Çok düşük dereceli bir Kutsal Emanetti o bıçak, Yuuki bıçağı normalde şifalı ot toplarken kullanıyordu; ya da düşük seviyeli Cisimsiz Mahlukların postlarını yüzerken.

 

Bu kadar ucuz bir bıçakla, bu kadar çabucak öldürmek –bunu Alfredo, hatta Stephan bile yapamazdı herhalde. Franca, hayatında hiç kimseyi bu kadar ustaca savaşırken görmemişti.

 

Hayır…

Bir kez görmüştüm, diye düşündü.

 


O efsanevi, koskoca Cisimsiz Ejder’i görüp, tüm umudunu kaybettiği gün, görmüştü.

Ve hem kendisinin, hem de ağabeyinin hayatının kurtarıldığı gün.

 

“Yola devam edelim mi?” Yuuki’nin bu sözüyle, tekrar tek sıra halinde yürümeye başladılar. Fakat uzayıp giden sessizlik, Franca’nın karar vermesini sağlamıştı: Şimdi, susmanın sırası değildi. İncinmekten ve incitmekten korkarak, hiçbir şey yapmadan beklemenin sırası değildi. Franca, bir çırpıda her şeyi çözdüğünü düşünecek kadar kibirli birisi değildi; ama aklında bir tahmin vardı ve o tahminin doğru olduğuna inanıyordu.

 

Derin bir nefes aldı. Sonra bir nefes; ve bir nefes daha.

Pekala, diye düşündü. Adımlarını çabuklaştırdı ve Yuuki’ye yetişti. Onun yanında yürümeye başladı.

 

“Biraz konuşmamızın bir sakıncası var mı?”

“Ne var? Sonra konuşsak olmaz mı?”

“Benim için çok önemli bir konu.” Yuuki itiraz etmedi. Franca, onun sessizliğini “tamam” diye anlamayı seçti ve söze devam etti: “Son günlerce Tina’dan bir şeyler duydum da. Bay Yuuki’nin eskiden tanıdığı, çok yakın olduğu bir kız varmış. Nasıl birisiydi?” Cümleleri, ağzından bir çırpıda çıkarmıştı.

“………” Yuuki, gözlerini şaşkınlıkla açıp Franca’ya baktı. Franca, sanki kalbi patlayacakmış gibi gümleyerek, bekledi. Acaba Bay Yuuki, bu soruyu sorduğu için ona kızacak mıydı? Yoksa…

“Kıhh….”

“Ne?”

“Kıhh-ha hah ha ha ha ha! Bu ne şimdi ya?” diye güldü Yuuki. Biraz acı bir gülüştü bu, ama deminki tuhaf hali gitmiş; yerine Franca’nın çok iyi tanıdığı Yuuki gelmişti.

 

“Bu kızın gevezeliği beni öldürecek. Eve dönünce, ona akşam yemeği vermeyeceğim.”

“Za -zavallı Tina’ya fazla kızmayın lütfen. Şey, ben…”

“Ah, evet. Sahiden de, eskiden öyle birisi vardı. Anlarsın ya, ben eskiden kötü birisiydim.” Gözlerine, uzakları seyreder gibi bir bakış yerleşti. “Kısaca söylersek, çok kötü birisinin emrinde çalışıyordum. Yukardan gelen emirlere uyuyor, kirli işlere bulaşıyordum. Çünkü çocukluğumdan beri öyle bir ortamda yaşamıştım, yaptığım şeyleri hiç sorgulamazdım. Günün birinde, bazı olaylar yaşandı ve şunu fark ettim: Ben sadece bir aygıttım. Başkalarının kullandığı, insan bile denemeyecek bir varlıktım.”

“Öyleyse…”

“Çok pişman oldum,” dedi Yuuki sakin bir sesle. “O zamana kadar yaşadığım hayattan o kadar pişman oldum ki… her şeye baştan başlayabilsem, bedeli ne olursa olsun aldırmam diye düşündüm. İşte o zaman, o kızla tanıştım. Tuhaf birisiydi. Çok iyi biriydi, kafasındaki ideallerden bir adım bile sapmazdı. Fakat bazen çocukluğu tutardı, kimsenin lafını dinlemezdi. Ben, insan gibi yaşamayı ondan öğrendim.”

“O kız, şimdi…”

“Öldü.” Kısacık, çok acı bir sözcük. “Minnetimi göstermek için, onu korumaya yemin etmiştim. Ama verdiğim sözü tutamadım. Sonuçta, benim yüzümden ölüp gitti.”

“………”

“O yüzden Franca’dan ve Amca’dan ayrı düşünce kendimi berbat hissettim. Çünkü Tina’yı her şeyden koruyabileceğimi zannetmiştim. Ama artık düzeldim. Toparladım kendimi.”

“Buna sevindim. Gerçekten halinizde bir tuhaflık vardı. Beni endişelendirdiniz.”

“Franca… yoksa sen…”

“Efendim?”

“Ah, yok bir şey. Teşekkür ederim.” Yuuki, her zamanki neşeli, cesurca gülümsemesiyle güldü.

 

Galiba neler hissettiğimi anladı, diye düşündü Franca.

O kız… Bay Yuuki’nin kalbinde bir yaraydı. Başka insanlarca dokunulmaması gereken bir yara. Franca bunu anlıyordu.

 

Bu konuyu kendisi açmıştı, çünkü Bay Yuuki’nin ilgisini çekmek, belki de onu öfkelendirmek istemişti. Yuuki’nin sürekli kendini kötüleyip, kendini kınadığını biliyordu; genç adam kendi içine kapanmıştı. O yüzden, Yuuki’nin gözlerini dış dünyaya çevirmek zorundaydı.

 

Franca şu gerçeği anlamıştı: Labirent’te birbirini izleyen değişimler, onların ekibini hedef alan birisince yapılıyordu. Demek ki… Yuuki’nin savaşı henüz bitmiş değildi. İster öfkeyle olsun ister rahatsızlık yüzünden, dikkatini dışarıya yöneltirse Yuuki kendini toplayabilirdi. Toplamak zorundaydı.

 

O yüzden Franca, bunu sağlamayı kendine görev edinmişti. Bay Yuuki ister kızsın, isterse ondan nefret etsin, razıydı. Yeter ki, kendi kendine eziyet etmeyi bıraksındı. Franca, hayatını Yuuki’ye borçluydu: Duygularım incinecek diye korkup susmak, nankörlük olur… diye düşünmüştü.

 

“İşte, merdiven…” dedi Kaiya alçak sesle. Franca başını kaldırıp baktı. O kadar arayıp da bulamadıkları merdiven işte şuracıktaydı; basamaklar ilerideki bir duvarın kenarından yukarıya çıkıyordu.

“Tam düşündüğüm gibi, bulduk işte.” Yuuki, Franca’ya döndü. “Yukarısı dördüncü katman. Buraya kadar gelince, gerisi kolay. Muhtemelen Halif Birlikleri bir sürü ekip göndermiştir bile. Onlardan birini bulup, yardımlarını istersen seni yüzeye kadar götürürler. O yüzden, kusura bakmazsan…”

“Anlıyorum. Buradan sonrasını tek başıma halledebilirim. Aklınız çocuklarda kalmasın.” Franca, kendini gülümsemeye zorladı. Önde yürüyen Yuuki şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı.

“Tina’yı kurtarmaya gideceksiniz, değil mi? Size güveniyorum. O da, Usta da benim için çok önemliler.”

“Ah, demek o yüzden itiraz etmiyorsun.”

“Ben de ge-geleceğim.” Kaiya, ürke ürke Yuuki’nin yanına yanaştı. Başını kaldırıp onun yüzüne baktı. Bu, Franca’yı şaşırtmamıştı –bu kızın da, gizlediği “bir şeyler” olduğunu hissediyordu.

 

Galiba, Yuuki ve Kaiya gibilerin yaşadığı dünya, kendisinin yaşadığı dünyadan farklıydı. Kendisinin o dünyanın işlerine karışacak gücü yoktu… henüz.

 

Yuuki yürümeye başladı, sonra duraklayıp geri döndü: “Franca, tekrar teşekkür ederim. Sana kalpten minnettarım.”

“Şey… bi –birşey değil.” Franca, sadece bu kadarını söyleyebildi. Yuuki ve Kaiya, karanlığa yürüyüp gözden kaybolmuşlardı bile. Franca, ciğerlerindeki soluğu bıraktı. “Haydi bakalım, bizler de normal yaşantımıza dönelim artık. Edgar, Selim, ikiniz de artık uyanın bakayım.”

 

Franca kaşlarını çattı. Gözüne, uzaktan onu süzen birkaç tane Cisimsiz Mahluk ilişmişti. Demin Yuuki’nin hakladığı sivri dişli, tavşanımsı yaratıkla aynı türdendiler. Belki, ekibin en tehlikeli üyesi gidince, ‘yemek vakti geldi’ diye düşünmüşlerdi. Belki de, öldürülen arkadaşlarının intikamını almak istiyorlardı. Franca, üzgün bir tavırla:

“Ne kadar şanssızım,” diye gülümsedi. Elini kesesine attı ve Kutsal İncilerden birini sıkıca kavradı. “Fakat, kaybetmeyeceğim!”

 

Müthiş bir alev çıktı. Canavarlar sürüsü, göz açıp kapayana dek alevlere boğulup küle dönüşüverdi.

 

Fakat iki tanesi kurtulmuştu. Franca, yorgunluk yüzünden gönderdiği alevi iyi nişanlayamamıştı.

“Aksi şeytan!”

Cisimsiz Mahluklar, Franca’nın üstüne atılmak için eğildi. Franca, güçlerini tekrar kullanmak için zaman bulabilecek miydi?

 

O anda, hırçın bir rüzgar esti. Canavarların ikisi de, tam sıçrayacakları anda ortadan ikiye ayrıldılar. Gövdelerinin üst yarıları uçtu ve cansız yere düştü.

 

Franca dönüp baktığında, insan şeklinde bir karaltı gördü. Elinde, Amunis adındaki Ejderdişi silahını tutan bir karaltı. Bir dahi olarak bilinen, Birinci Sınıf bir araştırıcıydı bu; Franca’nın çok iyi bildiği birisiydi.

“Ağabey…”

“Yaralı mısın?” diye, kısaca sordu Stephan. Sesinde hiç duygu yoktu.

“İyiyim. Çok şaşırdım ama. Burada karşılaşmamız çok tuhaf bir tesadüf.”

“………”

“Neden buradasın? Labirent’teki değişimleri mi araştırıyorsun?”

“Onun gibi bir şey.”

 

Deminki depremde ekibinden ayrı düşüp tek başına yola devam etmiş olmalı, diye düşündü Franca. Etrafta tehlikeli Cisimsiz Mahluklar geziyordu ama bu, ağabeyine göre ciddi bir tehdit sayılmazdı.

 

Eskiden, ağabeyinin bu duygusuz tavrı ve ezici duruşu, Franca’yı korkuturdu. Ama şimdi… çok şey değişmişti.

“Şey, işine engel olmak istemem, ama… bu çocukları, çıkışa kadar götürmeme yardım eder misin?”

“………”

Stephan, tek söz bile etmeden iki çocuğu kucaklayıp kaldırdı. Bu sayede Franca, saatlerden beri ilk kez olarak, rahat bir nefes alabildi.

 

* * *

 

 

İlk konuşan Kaiya oldu: “Şey, Yuuki öğretmenim. Ne zaman… fark ettin... iz?”

“Labirentte ilk değişim olur olmaz şüphelendim. O anda yaşanan Kutsal Güç hareketi seni Franca’dan daha kötü etkiledi, neredeyse Tina kadar ağır bir tepki gösterdin. Hiçbir insan, Kutsal Güce karşı o kadar hassas değildir.”

“………”

“Sen Selim’in önünde durup arıya elinle vurduğunda, emin oldum. Arının iğnesi, senin avucunu delemedi çünkü.”

Kaiya gözlerini iri iri açtı: “Onu bile görebildiniz demek.”

“Eski bir Silahşorun gözünün keskinliğini hafife almamaydın. Ayrıca, Franca’dan tanrıçalarla ilgili hikayesini dinlerken, ‘O zamanların Ay Tanrıçası bir şey dememiş mi?’ diye sordun. Yani, başka dönemlerde başka Ay Tanrıçalarının bulunduğunu biliyordun. Zamanımız yok, o yüzden basitçe soracağım: Sen, neyin tanrıçası oluyorsun?”

“…Ay’ın, efendim.” Dedi Kaiya olduğu yerde büzülerek.

“Miriel’in yerine geçtin, demek ki.”

 

Yuuki, kalbindeki yaraların sızısını bastırmaya çalıştı. Şimdi düşünecek başka şeyleri vardı.

 

“Beni Tina’dan ayırıp, sonra saldırıya geçecektiniz. Değil mi?”

“Evet…” Kaiya pes etmiş gibi iç çekerek devam etti. “Benim Silahşorümün… yani Bay Jahar’ın planıydı bu. Sanırım Bay Jahar’ı siz de tanıyorsunuz, öğretmenim.”

 

Bu ismi Yuuki’nin kulağı bir yerden ısırıyordu. Biraz düşününce anımsadı: Eskiden Staphan’ın ekibinde görev yapan, bronz tenli kılıç ustasının adıydı bu.

 

Jahar’ın kim olduğunu hatırlayınca, birden bütün taşlar yerine oturmuştu. Demek ki Tina’nın bir tanrıça olduğu biliniyordu, kız uzun süredir gizlice takip ediliyor olmalıydı.

 

“Bana, koşullar uygun olunca Bay Jahar’ı buraya ışınlamamı söylediler. Böylece o, sizi ve Bayan Tina’yı, teker teker…”

“Gebertecekti, öyle mi? Demek ki elinde bir Ejderdişi silahı var. Jahar’ı henüz buraya ışınlamadın, değil mi?”

 

Kaiya, kafasını hızla iki yana salladı.

 

“Ya bu Labirent’in bu darmadağın hali, bütün bu toz duman neyin nesi oluyor?”

“Onu ben de tam bilmiyorum” dedi Kaiya. “Bay Jahar, bir tür Kutsal Emanet kullanmış olabilir.”

 

Anlaşılan bu tanrıçaya verilen görev, gözlem yapmaktan ve ışınlamaktan ibaretti. Yuuki, “Ay” tanrıçasına ait bir Halif Birliğinin bulunmadığını anımsadı. Bu kızın, hiçbir hizmetkarı yoktu. Acaba Tina’ya ve Alfredo’ya ulaşmak için ne yapmak lazımdı?

 

“Şe… şey…” Kaiya, korkulu gözlerle Yuuki’ye bakıyordu.

“Ne var?”

“Be –ben, ö –öldürülecek miyim?”

“Ha?”

“Ö –Öldürmeye çalışan insanlar, yakalanırlarsa öldürülürler diye duydum da. Ben de, öyle düşünüyorum…”

“Öldürülmek mi istiyorsun yani?”

Tanrıça, cevap olarak kafasını sertçe iki yana salladı. Yuuki: “Öyleyse seni öldürmem,” dedi. “Zaten öldürmeye pek istekli değilsin, değil mi? Kim olduğunun anlaşılmasını göze alıp, Selim’i arıdan korumaya çalıştın. Deprem sırasında da, güçlerini bizi korumak için kullandın.”

 

Kaiya cevap vermedi. Ama o kayaların bir tanesi bile, ekipten birine isabet etmemişti ve bu, tesadüf olamazdı. Herhalde o sırada Tina da güçlerini kullanmıştı, ama küçük tanrıçanın fazla Kutsal Gücü yoktu. Herkesi birden korumayı, tek başına başaramazdı. “Aslında sana teşekkür etmeliyim,” dedi Yuuki.

 

Bu cümleyi duyar duymaz, Kaiya’nın gözleri yaşlarla doldu. “Be –ben aslında hiç kimsenin ölmesini istemiyorum…”

“İstemediğin belli,” diye başını salladı Yuuki. “Silahşorunu buraya getirmedin. Her şeyi itiraf ettin. Kaçmaya bile çalışmıyorsun. Bu işi bırakmak istediğin anlaşılıyor. Baksana, hiç Kutsal Gücün kaldı mı?”

“Hı? Ah, evet, çok fazla yok ama…”

“Öyleyse biraz yardım et. Tina’ları da alıp yüzeye dönmek zorundayız. Sendeki Kutsal Güç sayesinde, ışınlanarak ya da duvarları yıkarak, onlara ulaşabiliriz.”

 

Yuuki, yolu kapatan duvara doğru yürüdü. Kaiya, uslu uslu onun peşinden gitti.

“Şey…”

“Ne var?”

“Bir soru sorsam, bir Silahşor olarak cevap verir misiniz?”

“Eski Silahşor, demelisin. Sor bakalım.”

“Silahşorler, normalde tanrıçaları korurlar, değil mi?”

“Öyle.”

“Öyleyse neden Bay Jahar beni korumuyor dersiniz? Sözümü hiç dinlemiyor, bana zalimce davranıyor. Onunla hiçbir konuda anlaşamıyoruz…”

 

Yuuki biraz düşündükten sonra, küçük tanrıçanın sorusuna soruyla cevap verdi:

“Baksana, Silahşorlerin tanrıçaları neden koruduğunu düşünüyorsun? Sence hiçbir ödül beklemeden, sırf iyilik olsun diye mi yapıyorlar bunu?”

“Hı?” Kaiya, kafası karışmış bir bakışla, gözlerini kırpıştırdı. “Hiç düşünmedim. Göksel Tanrı, bunun böyle olmasına karar vermiş. O yüzden işler böyle yapılıyor, demiştim kendi kendime.”

“Sadede gelecek olursak, Silahşor seçilen insanların hepsi çok güçlü kişilerdir. Aynı zamanda, çok da kafadan kırık adamlardır.” Yuuki, kendi geçmişini hatırlayarak, konuşmaya devam etti: “Kırıktırlar, çünkü hayatlarında bir şeyler eksiktir. Bizler, o boşluğu doldurmayı çok ama çok şiddetle isteriz. İşte bu dünyaya çağırılmamız da bu yüzdendir. Yanına verildiğimiz tanrıça, işte o boşluğu doldurabilecek olan kişidir.”

“Doldurmak mı?”

“Bunun karşılığında, Silahşor tanrıçayı korur. ‘En uygun kişi, Silahşor seçilir’ diye bir kural var, biliyorsun değil mi? İşte o kuralın asıl anlamı bu.”

“Pek anlayamadım, doğrusu…”

“Silahşorların yapmak istediği işler, elde etmek istediği şeyler vardır. Tanrıçalar, bu istekleri yerine getirirler. Basitçe söylersek, mesele bundan ibaret. Franca’yla konuştuklarımızı dinledin. Ben bir zamanlar, başkalarının kullandığı bir aygıttan ibarettim. İnsan gibi yaşamama izin vermemişlerdi, bana insancıl duyguları öğretmemişlerdi. Miriel, yani senden önceki ‘Tacında Ay Parlayan Tanrıça’, bana işte bunları verdi. O yüzden ben şimdi, şehirde oturup insan gibi davranabiliyorum.”

“Benim de, Bay Jahar’a verebileceğim bir şeyler var mı? Onu eksik şeyi veremediğim için mi, benim sözümü dinlemiyor?”

“Bilmem ki, başkalarının ne düşündüğünü anlayamam. O, kalbinin en derin yerinde ne istiyor olabilir? Bir tahminin filan yok mu?”

 

Kaiya, düşünceli bir ifadeyle başını yana eğdi. “O, hep ‘kazanmak istiyorum’ der. ‘Savaşıp kazanacağım’ filan. O yüzden, savaşmaya istekli değilim diye beni hep azarlar.”

“Demek ki istediği, aşağı yukarı buymuş.”

 

Belki de Jahar, geçmişte büyük bir yenilgiye uğramıştı ve güçlü bir pişmanlıkla yaşıyordu. Belki de utancı yıkamak istediği için, Kaiya’nın Silahşoru seçilmişti.

 

Ama Yuuki’nin yanındaki bu küçük kızın, belli ki kavgayla ve zafer isteğiyle hiçbir ilgisi yoktu. Bu çelişki nedendi acaba?

 

“Ben artık çok yoruldum, böyle yaşamaktan.” dedi Kaiya. İçini çekti. Dudaklarında kırılgan bir gülümseme vardı. “Özür dilerim. Düşman olduğunuz halde size sızlanmamın bir anlamı yok, değil mi?”

 

Dışarıdan bakınca sadece küçük bir çocuktu ama, Kaiya hem bilgeydi, hem çok güçlü bir sorumluluk bilinci vardı. Nasıl bir durumda olduğunu görüyor, geleceğinin çok karanlık olduğunu da biliyordu. Ama bir çıkış yolu bulamıyordu.

 

Yuuki’nın içi kararmıştı. Kafasını kaşıyarak sordu:

“Her şey bir yana, sen şimdi ne yapmak istiyorsun?”

“Hı?”

“İşler yolunda gitmediği zaman, kendine bir adım sonrası için bir hedef seçmen gerekir. Bunu bana, eskiden dükkanda çırağı olduğum amca öğretmişti.”

“Ama benim işlerim yolunda gitmeye başlarsa, bu düşmanım olan size zarar verir sanırım. Bana yardım etmek istediğinizden emin misiniz?”

“Başkasının bana acımasını veya yardım etmesini istemiyorum, demenin kibarcası bu. Senden çok iyi tüccar olur doğrusu. Benim mesleğe, bizim çıraktan daha uygunsun galiba.” Yuuki gülümsedi. “Tanrıça da olsan düşman da olsan, sen benim sorumluluğum altındaki bir öğrencisin. Anlayacağın, sana yardım etmek için iyi bir nedenim var.”

“………” Kaiya, gülümsesin mi ağlasın mı bilemeden, Yuuki’nin yüzüne baktı. Sonra gözlerini kaçırarak: “Ben… Bay Jahar ile bir kez daha, uzun uzadıya konuşmak istiyorum” dedi.

“Bence bu iyi bir seçim.”

 

‘Bir kez daha’ dediğine göre, Jahar’ı doğru yola çekmek için yeterince çaba göstermediğini fark etmişti. Belki de, bu sayede bir şeyleri değiştirebilirdi.

 

“Öyleyse, önce Tina’yı bulup onunla beraber buradan çıkalım. Bana yardım edeceksin, değil mi?”

 

‘Tacında Ay Parlayan Tanrıça’, başını sallayarak evetledi. O anda…

“Kaiya?”

 

Yuuki kaşlarını çattı. Küçük kız, birden bire, sanki buz kesilmiş gibi durmuştu. Suratı bembeyazdı, alçak sesle: “Olur şey değil… neden?” diye söyleniyordu. “Bundan haberim yoktu. Ben hiçbir şey yapmadım…”

“Sakin ol. Ne oldu?”

“Işınlandı…” Kaiya, yüzünü kaldırdı ve gözlerini, Yuuki’nin yüzüne odakladı. “Bay Jahar, Tina’nın olduğu yere ışınlandı.”

 

* * *

 

“Öfff!” Tina, sert bakışlarla önündeki cisme bakıyordu. “Bize engel oluyorsun. Geçmemize izin versene!”

Ardından gelen, acı bir gülüşle karışık bir ses, şöyle dedi:

“Azarlasan da, Labirent’in duvarının oradan çekileceğini sanmıyorum. En iyisi bekleyelim. Yapabileceğimiz başka bir şey yok.”

“Üfff… haklısın galiba. Elden ne gelir? Endişelenme, Alfredo. Efendi, bizi kesinlikle bulacaktır.” Tina, söylediği şeye kesinlikle inanıyordu.

 

Alfredo, “yapabileceğimiz başka bir şey yok,” dediğinde turnayı gözünden vurmuştu doğrusu. Birden bir deprem olmuş, duvarlar yıkılmıştı. Tina, tanrıçalara has güçleriyle ekibi korumuştu, ama sahip olduğu az miktardaki Kutsal Gücü o dakika kullanıp tüketmek zorunda kalmıştı.

 

Sarsıntı sona erdiğinde ve toz duman dağıldığında, Bay Yuuki’den ve diğerlerinden ayrı düştüklerini görmüşlerdi. Daha önce de hissettiği o rahatsız edici duyguyu tekrar hissetmişti, yani birileri, Labirent’te bir değişiklik daha yapmıştı.

 

Alfredo’yla beraber, etrafı araştırmayı çoktan bitirmişlerdi. Fazla uzun sürmemişti zaten, araştıracak fazla bir alan yoktu burada.

 

Duvarlarda ışık saçan yosunlar bitmişti, lambanın yardımı olmadan da etrafı görebiliyorlardı. Yosunlardan gelen zayıf ışık, taş duvarlarla çevrili, elli metre genişliğinde ve kare şeklinde, boş bir odayı aydınlatıyordu. Ortada, kapıya benzer bir şey yoktu.

 

Yani bu odada kapana kısılmışlardı. Neyse ki, burada onlara saldıracak bir Cisimsiz Mahluk yoktu.

 

Deprem sırasında, sanki birden fazla tanrıça güçlerini aynı anda kullanıyormuş gibi bir hisse kapılmıştı. Bu nokta çok kafasına takılıyordu. Ama gücünü tamamen tüketmiş, dört duvar arasına hapsolmuş haldeydi ve aklındaki sorulara cevap bulması imkansızdı. Tek yapabileceği şey, birilerinin gelip onu kurtarmasını beklemekti.

 

“Yuuki’ye nasıl da güveniyorsun, Tina…”

“Evet, çünkü Efendi, bu güveni hak eden bir adam!” dedi Tina göğsünü kabartarak.

“Hiç korkmaz mısın sen?”

“Hımm? Bazen. Tina para hesabını yanlış yaptığı zaman, mallardan birini düşürüp kırdığı zaman korkuyoruz. Öyle bir şey olunca genelde, öğle yemeğimizden bir tabak eksiliyor. Çok korkunç bir şey.”

“Anladım,” diye gülümsedi Alfredo.

“Ama çok tuhaf bir soruydu bu. Sen, Efendi’den korkuyor musun Alfredo?”

“Bilmem ki, belki.” Alfredo’nun ses tonu biraz değişmişti. “İnsanın büyük bir gücü, büyük bir yeteneği gördüğünde hissettiği saygıya, korku da denebilir belki. Güç, onu kullanan kişinin karakterine göre çok farklı şekillerde gösterir kendini. Fakat…” Sesi hafiflemişti, sanki kendi kendine konuşur gibi.

 

Anlaşılması zor şeyler söylüyor bu adam, diye düşündü Tina, boynunu yana eğerek. Ve birden bire, yüzündeki ifade katılaştı:

“Dikkat et! Arkanda!”

 

O sözünü bitirmeden, Alfredo kılıcını çekmişti bile. Bir defa, iki defa, çeliğin çeliğe çarparken çıkardığı ses işitildi. Kan damlaları havada uçuştu.

 

“Vaay, reflekslerin sağlammış be. Ne diyorlardı sana, Al… Alf mi?”

 

Karşılarında, kınından çekilmiş kocaman bir kılıcı omzuna dayamış duran bir adam vardı.

 

“Alfredo. Övgün için teşekkür ederim.” Alfredo çok sakin konuşuyordu, buna karşın yüzünün rengi solgundu. Zırhı, omuz yerinden kesilip açılmıştı ve oradan kan akıyordu. “Sen, Stephan’ın ekibinden biriydin. Geçen günkü Cisimsiz Ejder olayından beri senden haber alınamıyordu, hayatından umudu kesmişlerdi.”

“Ah, bana ölümsüz Bay Jahar diyebilirsin.”

 

Jahar’ın gülümsemesinde hiçbir korku belirtisi yoktu. Tina bu adamı tanımıştı. Daha önce, durup dururken kendisine saldıran adamdı bu.

 

“Yine mi sen! Ne korkakça bir yöntemle savaşıyorsun! Ne istiyorsun? Birilerini kesmeyince iyileşmeyen ölümcül bir hastalığa filan mı yakalandın?”

“Buna hastalık diyeni ilk defa görüyorum doğrusu… eh, ilk hamleyi yapınca ölme ihtimali daha az oluyor. Ama asıl hedefim şu Alf denen adam değil tabii ki.”

“Jahar mıydın, neydin…” Tina gözlerini kıstı. “Sen buraya ışınlanarak geldin. Bir tanrıça için mi çalışıyorsun?”

“Doğru cevap. Ben Silahşorum. Bunu söyleyince, niyetimin ne olduğunu da anlamışsındır, “Altıncı” Albertina.”

 

Jahar, yavaşça kılıcını ileriye doğru uzattı. Tina, bu kılıçtan yayılan gücü hissetmişti: Bir Kutsal Kalkan’ın sağladığı korumayı kesip açacak, bir tanrıçayı bile öldürecek güçte bir Kutsal Emanetti bu… bir Ejderdişi taşı silahıydı.

 

“Buna kızıl ateşin kılıcı İgnis derler. Eğer karşı koymaya çalışmazsan, kolayca öbür dünyaya gidersin. Acı duymaya fırsatın kalmadan, kemiklerine kadar yanıp kül olursun çünkü… hop!”

 

Yandan savrulan kılıcı, Jahar hiç zorlanmadan savuşturdu.

“Bir kıza şiddet kullanman hiç hoş değil. Bu gidişle hiç sevgili bulamazsın kendine…” dedi Alfredo. Sesi çok alaycıydı ama yüzünden acı çektiği belli oluyordu. Omzundaki yara hayli derindi galiba.

 

“Bu adamın hedefi Tina! Sen geri çekil, Alfredo!” diye seslendi Tina. Alfredo’yu iyileştirecek kadar Kutsal Gücü kalmadığı için kendine çok kızıyordu.

 

Alfredo, sadece omuz silkti ve gözünü, önündeki düşmandan ayırmadı. Jahar:

“Kadınları, istediğim zaman zorla elde edebilirim. Sevgili edinmeye filan ihtiyacım yok benim. O değil de, sen gerçekten benimle dövüşecek misin? Demin yoluma çıktığın için biraz kestim ama, uslu durursan seni öldürmeme gerek kalmaz. Ne dersin?”

“Ne yazık ki ben biraz korkak bir adamım,” diye güldü Alfredo. “Seyirci kalırsam, sonra Franca ile Yuuki beni azarlarlar diye çekiniyorum. O ikisi beni senin kılıcından daha çok korkutuyor.”

“Esprin hiç de komik değil. Neyse, zaten ölmeden önce korkmaya fırsat bulamayacaksın!”

 

Bir kılıcın, havayı yırtarken çıkardığı ıslık duyuldu. Tina hiçbir şey göremedi; savrulan kılıcın karaltısını bile görmedi. Sadece Alfredo’nun, Jahar’ın hamlesini karşıladığını anlayabildi.

 

“Bak hele, hani korkmuyordun?” Çeliğin çelik üzerinde çınlayışı, peş peşe yankılandı. Alfredo’nun, Jahar’a cevap verecek zamanı yoktu. Kendini, dehşet verici bir hızla üzerine gelen kılıçtan korunmaya vermek zorundaydı. Yarasının onu halsiz düşürmesi bir yana, Jahar’ın silahı onunkinden üstündü. Jahar daha genç, daha kuvvetliydi. Ve müthiş yetenekli bir savaşçıydı.

 

Alfredo da iyi bir kılıç ustasıydı. Ama daha şimdiden, köşeye sıkışmış, kendini güç bela savunuyordu. Üstelik Jahar, tüm gücüyle değil, adeta elinin ucuyla savaşıyordu. Tina bile anlıyordu bunu.

 

Jahar kılıcını tırpan gibi savurdu. Alfredo, yandan gelen bu darbeyi yeterince çabuk karşılayamadı. Dengesi bir an bozuldu. Jahar fırsatı kaçırmadı: Bir an bile duraksamadan kılıcını kaldırdı ve müthiş bir hızla, Alfredo’nun tepesine doğru indirdi. Alfredo, bu saldırı kıl payı durdurabildi.

 

Jahar, kılıcını Alfredo’nun kılıcına bastırarak konuştu:

“Nasıl desem, bu kavga pek de keyifli değil. Baksana, hiç gizli bir hilen filan da mı yok? Neyse, öyle ya da böyle öldüreceğim seni; yani hilen numaran varmış, yokmuş fark etmez!”

 

Kılıca daha sertçe yüklendi. Kendini zorlamıyordu, ama Alfredo bir inilti çıkararak dizlerinin üstüne çöktü. Jahar, namlusu Alfredo’nun kılıcına yaslanmış kılıcını geri çekti; silahı havaya kaldırdı ve:

“Güle güle,”

Kılıcı aşağıya ve sola doğru, çaprazlama savurdu. Kılıcıyla zırhı kağıt gibi kesip, Alfredo’yu omzundan karnına kadar…

…yarmak istemişti. Son anda, Tina kendisini kılıcın önüne attı: Koskoca kılıç, yeni gelene toslayıp onu da, Alfredo’yu da metrelerce öteye savurdu. Fakat ikisi de, ciddi bir yara almamışlardı.

 

“Hah hah ha! Nasılmış, sana engel olduk işte!” dedi Tina, yavaşça ayağa kalkarak. Kollarının derisi soyulmuştu, sıyrıklardan kan sızıyordu. Ama tek yarası buydu. “Senin şu kılıcın, henüz birinci aşamada. Kılıç bu şekildeyken, bizim Kutsal Kalkanımızı delemez!”

“Çok gözü kara bir kızsın. Öyle bir kişiliğinin olduğunu söylemişlerdi zaten.”

“Kişilikle ilgisi yok. Tüm tanrıçalar böyledir. Gözümüzün önünde halkımızdan birinin ölmesine seyirci kalır mıyız sanıyorsun?”

“Neden bana tiyatro yapıyorsun ki, Kıyametin Yılanı?”

“Ne?” Tina, daha önce hiç duymadığı bu deyimi işitince kaşlarını çatmıştı.

“Bilmezden mi geliyorsun, yoksa sahiden bilmiyor musun? Neyse, önemi yok. Korumanı uykuya yatırdığımıza göre, şimdi ne yapacaksın? Gövdeni siper etmene bakılırsa, hiç Kutsal Gücün kalmamış, ha?”

 

Alfredo, yere yığılmış yatıyordu. Nefes alıp veriyordu galiba. Tina bunu görünce biraz rahatladı.

 

“Affedersin. Çok yakında Efendi buraya gelecek, o yüzden biraz dinlensen iyi edersin.”

“Silahşor bile olmayan o yaverine amma da güveniyorsun.”

“Elbette. O Tina’ya göre, bir Silahşorden bile daha üstün birisi” dedi Tina göğsünü kabartarak.

“………” Jahar surat buruştudu. Bu kız neden neşelenmişti şimdi, durup dururken?

“Ama çaba göstermeden beklemeye de niyetimiz yok. Eğer hayatta kalmak için çaba göstermezsek, Efendi’ye layık bir çırak olamayız çünkü!” Tina burnundan soluyarak düşmanını süzdü. “Kutsal Gücü yokken Tina, narin bir kız çocuğundan başka bir şey değil. Ama tüm gücümüzle mücadele edeceğiz. Sonuna kadar mücadele edeceğiz! Haydi; Jahar mısın, her neysen! Bizi öldürmeyi dene de, gör gününü!”

“Nedense hevesim tamamen kaçtı…” Jahar içini çekti. “Eh, savaşmaya niyeti olmayan bizim prensese kıyasla, daha iyi birisin.”

“Hımm? Buraya, tanrıçandan emir aldığın için gelmedin mi bakayım?”

“Yok. Bazı başka nedenlerden ötürü, gelmem gerekti. Birazdan ölecek birine açıklama yapmama gerek yok, ama… arasında güven bağı olmayan tanrıçalar ve Silahşorler de vardır bu dünyada. Umarım anlıyorsundur.”

“Nedenmiş?” diye sordu Tina başını yana eğerek. “Çok üzücü bir şey bu. Tanrıçalar da Silahşorlar da, bu dünyada birer yabancı. O yüzden, birbirlerine destek olmaları, birbirlerine yardım etmeleri gerekmez mi?“

 

Tina, zaman kazanmak için laf kalabalığı yapıyor filan değildi. Safça, merak ettiği şeyi soruyordu sadece. “Tina, bir sebepten ötürü kendine Silahşor çağıramadı. Efendi ona sahip çıkana kadar, Tina tek başınaydı. O yüzden biliyoruz, yalnızlığın ne kadar zor olduğunu. Yanında kimse olmadan, kimseye güvenemeden, dünyada bir yuvası olmadan yaşamanın ne kadar üzücü olduğunu biliyoruz. Öyle birisinin kalbinde huzur olmaz.”

“Silahşorların hayatında huzur değil, yerine getirilecek görevler vardır.”

“Hım. Öyleyse, yalnızlığın acı bir şey olduğunu reddetmiyorsun.”

“………”

Jahar, abartılı bir tavırla damak şaklattı. Ve elindeki kılıcı bir kez salladı. Kocaman kılıç şeklini değiştirdi ve bir kat daha irileşti. Tina, boş bulunup bu ürkütücü manzara karşısında bir adım geri çekildi.

 

“Böyle boş boş laflar edeceğine, canını bağışlamam için yalvarsana. Böyle vızır vızır gevezelik edip, öleceğin ana kadar Yuuki Takamigahara’ya mı güveneceksin? Ejderdişi taşı silahı nedir bilirsin. Birinci aşamadan, üçüncü aşamaya kadar, üç farklı şekle girebilirler ve şekil değiştirince, bir kat daha güçlenirler. Bu, kılıcımın ikinci aşaması. Senin Kutsal Kalkanını kağıt gibi kesebilir. Ölmeye hazır mısın, Altıncı Tanrıça?”

“O sorunun cevabı belli. Efendi gelene kadar, bir şekilde sana direneceğiz.”

 

Tina, korkmuyor değildi. Sırtından soğuk terler akıyordu, bacakları biraz titremeye başlamıştı. Ama ölse bile, korktuğunu kabul edecek değildi.

 

Jahar, midesi bulanmış gibi dudak büzdü: “Siz tanrıçalar, hayatı ve ölümü fazla hafife alıyorsunuz. O büyük laflarınızı, ideallerini dinlemeye karnım tok. Barışseverlik de, arkadaşlık da önemli şeyler olabilir. Ama ölüp gidince, bunların hiç birinin anlamı kalmaz. Anlamıyor musun bunu?”

“Anladığımız için konuşuyoruz ya.”

“Nah anlıyorsun!” Jahar öfkeyle bağırınca, Tina’nın gözleri şaşkınlıkla irileşti. Bu adamın duygularını bu şekilde sergilediğini ilk defa görüyordu.

“Öyle olsa bile, insan hep doğru olduğuna inandığı şeyi yapmaya devam etmeli. Tina, böyle düşünüyor.”

“………”

 

Jahar cevap vermeksizin kılıcını omzuna yasladı ve çömelip oturdu. Sonra ağzını açtı:

“Bana yakışmayan bir laf ettim galiba. İnsanın damarına basmakta üstüne yok, küçük Tina. Bir sürü zaman harcattın bana. Artık şu işi bitirelim istersen.”

“Senin damarına basmak gibi bir niyetimiz yoktu, fakat… şimdi!”

 

Sözü bitirir bitirmez Tina harekete geçti. İri adımlarla geriye çekilip, gözlerini yumdu ve kulaklarını kapattı. Ve güçlerini serbest bıraktı.

“!!!” Jahar’ın gözü müthiş bir ışık patlamasıyla kamaştı. Oda, birden gündüz gibi aydınlanmıştı. Tina, deminki konuşma boyunca elindeki fenerin ışıktaşından, çaktırmadan Kutsal Güç toplamıştı.

 

Fakat bu, kızın en son gücüydü. Işıkla ve gürültüyle, Jahar’ı kısa süre için sersemletmişti sadece. Herhalde birden beşe sayana kadar, Jahar kendini toparlayacaktı. O zaman Tina nereye kaçacaktı?

 

Tine tüm gücüyle koşarak arayı açmak, düşünecek zaman kazanmak istemişti ama bir anda, bu planı çöktü. Yerde koca bir yarık açıkdı ve deriyi haşlayacak kadar kızgın bir hava dalgası, Tina’yı havaya savurdu.

“Vaaaa!” Tina, tam isabet almaktan kurtulmuştu ama ayakları da yerden kesilmişti. Paldır küldür yuvarlanıp yerde taklalar attı. Gözü kararmış kulağı uğulduyordu; ama önseziyle, Jahar’ın İgnis kılıcını kullandığını anlamıştı.

 

Zarifçe ayağa kalkacak hali kalmamıştı. Sakarca yerde yuvarlandı ve güçlükle, sallana sallana ayağa kalktı. Ve Jahar’ın kılıcıyla burun buruna geldi.

 

“Aferin sana.” Jahar, hortlak gibi sırıta sırıta, tepeden Tina’yı süzüyordu. Kaçacak yer yoktu. Tina hangi yana koşmaya kalkışsa, daha adım atamadan Jahar onu ikiye bölüverirdi herhalde.

 

O yüzden küçük kız, kafasını kaldırıp Jahar’a baktı ve şöyle dedi:

“Bir konuda yanılıyorsun.”

“Neymiş?”

“Sen az önce: ‘Ölene kadar Yuuki Takamigahara’ya güvenecek misin’ demiştin. İyi dinle. Ölene kadar değil. Tanrıça Albertina, ölse de Yuuki Takamigahara’ya güvenecek!”

 

Bunu söyler söylemez Tina, tüm gücüyle yana doğru sıçradı. Biraz olsun, düşmandan uzaklaşmak için. Hayatta kalmak, bir kez daha Yuuki’yi görebilmek için.

 

Fakat Jahar’ın kılıcı çok daha hızlıydı.

 

Kılıcın namlusu, bir anda kızın ince gövdesine ulaştı. Kutsal Kalkanı yırtıp geçti…

“Uaaa!”

Tina, bir çığlık atarak soğuk taşların üstüne düştü. Sırtını sertçe yere çarptı ve attığı çığlık kesildi. Ama…

Yaşıyorum?

Yaralanmıştı ama yarası hafifti. İnlemeye, sızlanmaya ayıracak vakit yoktu. Ayağa kalktı.

Ve odada, iki yeni karaltının durduğunu gördü.

Bunlardan biri, Jahar ile Tina’nın arasında durarak konuştu. Elinde, kar gibi bembeyaz bir kılıç tutuyordu:

“Burada kayıp bir çocuk varmış galiba. Seni almaya geldim, Tina.”

“Amma geciktin!” dedi Tina, sesinin ağlamaklı çıkmamasını dileyerek.

 



Jahar’ın elindeki kocaman kılıcı Tina’ya çarpmak üzereyken… Yuuki “Beyaz Karların Kılıcı” ile araya girmiş ve onu durdurmuştu. Kaiya, onu birkaç saniye daha geç ışınlasaydı; iş işten geçecekti.

 

“Vay vay, ‘Kar Kılıcının Kralı’ gelmiş…” Jahar, sanki tiyatro sahnesindeymiş gibi bir tavırla omuzlarını silkti ve gözlerini, Yuuki’nin yanındaki küçük kıza çevirdi. “Ve bizim ‘Tacında Ay Parlayan Tanrıça’ hazretleri de burada. Hiçbir halta yaramadan bana ayakbağı olman haydi neyse de, ihanet edeceğini düşünmemiştim doğrusu…”

“Be… ben… başından beri… istemiyorum, dedim. Bu -buraya, ‘Yıldızları Parlatan Tanrıça’nın gücüyle mi ışınlandınız?”

“Öyle.”

“Deprem de onun işiydi herhalde. Tina’nın gücünü ölçmek ve yerini öğrenmek istedi,” dedi Yuuki.

 

Büyük bir tehlike çıkararak, Tina’yı güçlerini kullanmak zorunda bırakmışlardı. Böyle Tina, hem gücünü tüketmişti, hem de etrafa Kutsal Güç saçtığı için yerini belli etmişti. Ayrıca, Tina’yla diğerleri arasına bir duvar koyup kızı yalnız bırakmışlardı… bir taşla üç kuş.

 

“Onun gibi bir şey,” dedi Jahar. “Kutsal Kalkanca korunan birisi, koca bir taşın altında kalırsa ölmez ama taşın ağırlığı yüzünden kımıldayamaz hale gelir. O yüzden, tavan çökünce Kutsal Güçlerini kullanmak zorunda kalacağını biliyorduk. Işınlanacak kadar Kutsal Gücünün olmadığını da tahmin ettik. Ona boş yere güç harcatmak, savunmasız kalmasını sağlamak sadece ek bir faydaydı.”

“Labirent’in yapısını değiştirmek pek de incelikli bir plan değil doğrusu. Ya beni Tina’dan ayırmayı başaramasaydınız? O zaman ne yapacaktınız?”

“O durumda Labirent’i bir daha değiştirirdik. Kaiya’nın senin dikkatini dağıtıp, Tina’dan uzaklaşmanı sağlaması gibi kurnazlıklar düşündük ama, gerek kalmadı. Doğrusu, Kaiya’nın bizzat beni durdurmaya geleceği aklıma gelmezdi. Zır zır ağlayıp bir kenara çömelir, orada tek başına titreyip durur, başka da bir şey yapmaz diye düşünmüştüm. Kız senin tarafına geçince, ‘Yıldız’ tanrıçasından biraz yardım almam gerekti.”

“Bay Jahar,” dedi Kaiya. “Siz, benim değil onun emirlerine mi uyuyorsunuz?”

“Gerekirse uyarım,” dedi Jahar. “Zafer kazanmak için kirli hileler kullanmaktan çekinmem. İsteyen bana istediği kadar lanet okusun, umurumda değil.”

“O şekilde kazanılacak zaferin ne anlamı var?” Kaiya gözlerini yumdu. Cesaretini topladı, başını kaldırıp Silahşorüne ateş saçan gözlerle baktı. “Kılıcını kınına geri koy, Ay’ın Silahşoru.”

 

Jahar, bu söze biraz şaşırmış gibi, kaşlarını kaldırdı.

 

“Vay vay, bakıyorum irade yapmışsın. Ne oldu, içine aşka birinin ruhu mu kaçtı? Yoksa şu ‘Kar Kılıcının Kralı’ denen herifin gazına mı geldin?”

“Ben…”

“İzninle bir şey sorayım sana: Yenilmek mi istiyorsun? Yenilginin sonucu, ölüm olsa bile?”

“Ben… yenilmek istemiyorum ama…”

“Öyleyse benim kılıcımı kınıma koymam neyi değiştirecek? Tanrıçaların birbiriyle savaşmak, birbirini öldürmek zorunda olduğu gerçeği değişecek mi?”

 

Jahar böyle söyleyerek dudaklarının ucunu yukarıya doğru kıvırdı. Gülümsüyordu, fakat sadece ağzıyla: Gözlerinde neşe belirtisi yoktu:

 

“Bunu doğar doğmaz biliyordun, değil mi Kaiya’cığım? Hepiniz düşmanlarınızı devireceksiniz ve geriye, bir tek kişi kalacak. Öyleyse yenmek için, yani öldürmek için en iyi yöntemi seçmekten başka ne çaremiz var? Bunu yapmazsak ölürüz.”

“A… ama…” Kaiya, çaresizce düşüncelerini anlatmayı denedi: “Ama ben, sadece bunun için yaşadığımı düşünmek… istemiyorum.”

“………”

“Şehirde insanlarla konuştım, Talim Okulu’na gittim… kötü şeyler de yaşadım ama, yine de mutluydum. Bugün bile, büyüklerimi takip ederek, arkadaşlarımla beraber Labirent’i gezmek… eğer böyle bir planın parçası olmasaydım, eğer sadece bir öğrenci olsaydım, kimbilir ne kadar güzel olurdu! Böyle düşünmem yanlış mı? Öldürmek istemeyen bir tanrıçanın da, yaşamaya hakkı olamaz mı?”

 

Jahar cevap vermedi. Kaiya da, daha fazla konuşacak gibi görünmüyordu. Oda sessizliğe gömüldü. Ve bu sessizliği, bir diğer tanrıça bozdu:

 

“Şey… yani bu, Kaiya’nın bir tanrıça olduğu anlamına mı geliyor?”

“Bunu fark etmen biraz uzun sürdü,” diye iç çekti Yuuki. Kaiya, Tina’ya döndü ve eğilerek selam verdi:

“Evet, ben ‘Tacında Ay Parlayan Tanrıça’yım. Sizi kandırdığım için beni bağışlayın…”

“Hım? Neden özür diliyorsun? Tina da gerçek kimliğini sakladı. Böylece ödeşmiş olmadık mı?” dedi Tina çok ciddi bir tavırla.

“Ölümden kılpayı kurtuluyorsun ve verdiğin tepki bu kadar, öyle mi?”

“Yanlışın var, Efendi. Tina’yı öldürmeye çalışan Kaiya değil ki. Bu adam.”

“Orası öyle. Tanrıçalar ve Silahşorleri bazen anlaşamazlar,” dedi Jahar alaycı bir sesle. “Benim, Kaiya’nın barış sevgisi yüzünden ölmeye niyetim yok. O yüzden, öldürülmeye uslu uslu razı olursan çok memnun olurum, Kıyametin Yılanı.”

 

Tina kaşlarını çattı. “Demin sormaya fırsatımız olmadı. Bu yılan şeysi de ne? Tina yılan filan…”

Yuuki, Tina’nın sözünü kesti. O korkunç sözcükleri... en son, beş yıl önce duymuştu. “O lafı nereden öğrendin sen?”

“Vay vay, ‘Kar Kılıcının Kralı’ konuyu biliyor galiba…”

“Yıldızları Parlatan Tanrıça, sana anlattı demek ki. Onun ortağı olduğunu söylemiştin…” diye mırıldandı Yuuki. “Dünyada beş tanrıça var. Günün birinde bir altıncı tanrıça gelecek, sahte bir tanrıça… Kıyametin Yılanı. Sana böyle mi söylediler?”

“Be-beyleyin bir dakika,” dedi Kaiya. “Sahte tanrıça, demekle deyi kastediyorsunuz?”

“Tanrıçalarla aynı güçlere sahip olan, ama diğer varlıklara saldırması yasak olmayan bir varlık.” dedi Jahar çarpık bir sırıtışla. “Yani, mucize gösterme gücünü kullanarak insanları öldürebilen bir tanrıça. Her şeyi yok etmek için gönderilecek bir katil. İşte buna, Kıyametin Yılanı diyorlar… yani Albertina’ya.”

“Ne?”

“………”

Tüm bakışlar, Tina’ya odaklanmıştı. Ama üçünün arasında en fazla şaşıran kişi, Tina’nın ta kendisiydi.

“Tina’nın haberi yok böyle bir şeyden…”

 

Birdenbire, Jahar ileriye doğru sıçradı ve kılıcını, şimşek hızıyla savurdu. Fakat Yuuki, kılıcını araya uzatıp Jahar’ın kılıcının namlusunu durdurdu.

 

“Neden bana engel oluyorsun, Kar Kılıcının Kralı?” diye tısladı kılıç ustası.

“Sana anlatılan her şeye inanmamalısın,” dedi Yuuki.

“Ama ‘altıncı tanrıça’ hakkında anlatılan şeyler, gördüklerime uyuyor. Tina’nın gerçek yüzü nedir bilmiyorum ama ne olur, ne olmaz. Onu öldürmek bana zarar vermeyecek. Üstelik, ödül de alacağım.”

“………”

“Şimdi hiç Kutsal Gücü olmadığına göre, onu öldürmek için iyi bir fırsatım var. Olur da Tina’nın eline bir Ejderdişi silahı geçecek olursa, hepimizi öldürür bu kız.”

 

Elinde yeterince Kutsal Güç olan her tanrıça, iklimi istediği gibi yönetebilir, istediği zaman doğal bir afet yaratabilirdi. Onların gösterdiği mucizeler, insan Medyumların kullanabildiği kerametlerle kıyaslanamayacak kadar etkiliydi.

 

“Bir tanrıça hiç kimseye zarar veremez. Ama bu kurala uymak zorunda olmayan bir tanrıça varsa, o tanrıça Ejderdişi silahı kullanan Silahşorleri bile, tek başına kolayca yenebilir.”

“Hayır! Tina öyle birisi değil! Bana inanmalısın, Efendi; Tina asla…”

“Biliyorum,” dedi Yuuki sakin bir sesle. Jahar’a dönerek ekledi:

“Yıldızları Parlatan Tanrıça’nın söylediği şeylerin yarısı doğru. Bir zamanlar, Kıyametin Yılanı diye bir şey vardı. Müthiş bir kargaşa çıkardı, bir sürü insanı öldürdü. Fakat sonunda yok edildi. ‘Yıldızları Parlatan Tanrıça’ eskiden o varlığı görmüş, onun saçtığı dehşeti yaşamış olmalı. Ama…”

Yanında duran küçük kıza göz atarak devam etti.

“Eğer Tina’nın, o varlığın mirasçısı, yeni bir Kıyametin Yılanı olduğunu düşünüyorsa, yanılıyor.”

“Nereden biliyorsun?”

“Çünkü ben de, yıllar önce Kıyametin Yılanı ile karşılaştım.”

“………”

 

Jahar, kaşlarını çatarak İgnis kılıcını indirdi. Anlaşılan, Yuuki’nin anlatacağı şeyleri dinlemek istiyordu.

 

Kıyametin Yılanı, sadece başkalarına saldırabilen bir tanrıça değildi. Başkalarına zarar vermekten zevk alan birisiydi. İçinde, yok etmeye ve öldürmeye karşı doyurulması imkansız bir istek vardı. Bu kız öyle birisi değil. Onu uzun süre yakından gözledim: Tina’da, kan dökmek için en ufak bir istek bile yok.”

“Senin lafına nasıl güvenebilirim ki?” dedi Jahar hemen. “İnansam, Tina’yı öldürmekten vazgeçeceğimi de sanmıyorum ya! Söyle bakalım, neden durup dururken altıncı bir tanrıça çıktı ki ortaya? Zaten beş tane tanrıçamız vardı. Bu çok uzun süredir böyle. Öyleyse, en son gelen altıncısının normal olmadığını düşünmek, doğal değil mi?”

“Bir düşün bakalım. Bugüne kadar beş tanrıça vardı ve altıncı, ilk defa ortaya çıktı. Bu, elbette tanrıçaların da Beş Kutsal Kilise’nin de bildiği bir şey. Ama demin de söyledim sana: Ben ve ‘Yıldızları Parlatan Tanrıça’ daha önce Kıyametin Yılanı ile karşılaştık.”

“Bir dakika…” Kaiya, boynunu yana eğerek düşündü. “O zamanlarda, tanrıçalara özgü güçlere sahip tam beş kişi vardı, değil mi? Beşten fazla değil.”

“Doğru. Öyleyse, Kıyametin Yılanı nasıl ortaya çıkabildi?” Bu soruya kimse yanıt vermeyince, Yuuki kendi sorusunu cevapladı: “Cevap çok basit. Kıyametin Yılanı, tanrıçaların içine karışmıştı. Daha doğrusu…” Yuuki, ağır ağır ama net bir sesle, cümleyi bitirdi: “Kıyametin Yılanı, tanrıçalardan birinin içinde ortaya çıktı.”

 

Göğsünin içinde, keskin bir acı hissediyordu. Ama, söyleyeceklerini sonuna kadar söylemek zorundaydı.

 

Kıyametin Yılanı denen varlık, bir canavar olarak doğmaz. Bir zamanlar tanrıça olmuş bir kızın, yavaşça değişim geçirmesiyle ortaya çıkar. Tanrıçanın görüntüsü, düşünüş tarzı değişmez ama duyguları, istekleri farklılaşır. Günün birinde, kendilerinin Yılan olduğunu fark ederler. Ve o gün, birilerini öldürmekten ve bir şeyleri tahrip etmekten zevk almaya başlarlar. Hem de o kadar büyük bir zevk alırlar ki, kendilerini öldürmekten alıkoyamazlar.”

 

Tüm duyguları, yerini cinayet ve yıkım dürtüsüne bırakırdı. Sadece öfke ve nefret değil, merhamet ve sevgi duyguları bile. Yuuki çok iyi biliyordu bunu. Tanrıçanın karakteri aynı kalırdı ama içi yavaşça, başka bir varlığa dönüşürdü. Bunun ne kadar korkunç, ne kadar iğrenç bir dönüşüm olduğunu sadece, o tanrıçanın yanında olan kişi bilebilirdi.

 

“Efendi… o, yoksa…” dedi Tina çekine çekine.

 

Demek anladın, diye düşündü Yuuki. Tina, her ne kadar şapşal gibi görünse de ne aptaldı, ne de hassaslıktan yoksun biriydi.

 

“Doğru bildin, Tina,” dedi. “O, benim tanrıçamdı. Sonunda, benden onu öldürmemi istedi. Ben de öldürdüm. Kaiya ve yardımcısı da, ‘tanrıçasını öldüren Silahşor’den bahsedildiğini duymuşlardır herhalde.”

 

Yuuki, işte bu yüzden tanrıçalar arasındaki mücadelenin arenasını terk etmiş, alelade bir tüccar olarak yaşamaya başlamıştı. Usulca, konuşmaya devam etti:

 

“Gerçeği bilmeyen ‘Yıldızları Parlatan Tanrıça’, yeni ortaya çıkan altıncı tanrıçayı Kıyametin Yılanı sanmış olmalı.”

“Yani şunu demeye çalışıyorsun. Şu anda da beş tanrıça var. Tina, bu beş tanrıçadan biri. Bir de, Kıyametin Yılanı var. Ama o, tanrıçalardan herhangi biri olabilir.”

 

Öyle, dercesine baş salladı Yuuki.

 

“Sanırım ‘Kıyametin Yılanı’nın ortaya çıkışı, bu dünyanın düzeninin bir parçası. Tanrıçalar ölürse, aradan birkaç yıl geçince yeni bir tanrıçanın doğduğunu biliyorsundur herhalde? Bir önceki ‘Tacında Ay Parlayan Tanrıça’ Miriel, ilk Kıyametin Yılanı’na dönüştü. Tanrıça Miriel’in ölümüyle, birkaç yıl sonra Kaiya dünyaya geldi. Ve bir süre sonra da, Tina doğdu.”

 

Tina, kafası karışmış gibi alnını kırıştırdı, parmaklarını bir bir kıvırarak sayı saymaya başladı.

 

“Hımm… Şimdiye kadar sadece beş tanrıça vardı ve bu hiç değişmedi. Öyleyse şimdiden sonra da, hep beş tanrıça ve bir tane de fazladan tanrıça mı olacak?”

“Galiba. Tekrar söylüyorum: Kıyametin Yılanı, bir tanrıçanın dönüşüm geçirmesiyle ortaya çıkan bir varlık. Yani, ele geçirdiği tanrıça ölünce, diğer tanrıçalardan herhangi birinin içine gitmekten başka çaresi yok. Şu anda, kim Yılan beraber yaşıyor, bilemem. Durumun diğer tanrıçalar farkında mı, onu da bilemem. Başka söyleyecek sözüm yok.”

 

Bir süre, hiç kimsenin ağzını bıçak açmadı. İlk konuşan kişi, Jahar oldu:

 

“Demek öyle… kulağa mantıklı geliyor. Ama bu sadece senin teorin, değil mi? Ortada kanıt yok.”

“Haklısın.”

“Öyleyse, sözüne inanmak için bir neden de yok. Küçük Elfride’nin dediğini gibi, Tina bir Yılan da olabilir.”

“………”

 

Görünüşe göre bu konuşma, Yuuki’nin tahmin ettiği ama istemediği şekilde sonuçlanacaktı.

 

“A –ama Bay Jahar… Bayan Elfride de bize hiç kanıt göstermedi ki…”

“Doğru. Ben de biliyorum bunu. İki taraf da bize kanıt sunmadığına göre, hangi tarafın dediğini yapmak bizim için daha kazançlı, ona bakmak lazım.” Jahar neşeyle gülümsedi. “Yuuki’nin anlattıkları doğru olsa bile, Tina’nın Kıyametin Yılanı olması ihtimali ortadan kalkmıyor. İçinde, uyuyan bir canavar saklamadığı ne malum? Ve eğer Yılan değilse, o zaman bu kız bir tanrıça. Yani rakiplerimizden biri. Ve onu temizlersek, ‘Yıldızları Parlatan Tanrıça’ bize borçlanmış olacak.”

“………”

“Dahası… bunun kaba bir huy olduğunu biliyorum, ama ben şahsen savaşmayı severim. O yüzden, seninle bir kez olsun kapışmak istiyorum. Sonuçta, savaşmamamız için hiçbir sebep yok, öyle değil mi? Yanlış mıyım, ‘Kar Kılıcının Kralı’?”

“Haklı olabilirsin…” dedi Yuuki.

 

Bu işin sonunun böyle olacağı belliydi, diye düşündü. “Öyleyse ben de, sana bir tek şey söyleyeceğim. Eğer Tina’ya el sürmeye kalkarsan, seni buracıkta öldürürüm.”

“Efendi…”

“Durun, lütfen. Neden…” Kaiya, gözünde yaşlarla Jahar’ın yüzüne baktı. Sesi titriyordu. “Neden benim sözümü dinlemiyorsunuz? Neden birileriyle ölümüne dövüşmeyi bu kadar seviyorsunuz? Sizde bir bozukluk var!”

“Hakikaten, siz tanrıçalar safsınız. Ölmek, denilen şeyin ne olduğunu anlamıyorsunuz,” dedi Jahar usulca.

“Tabii ki anlayamam. Hiç ölmedim ki!”

“İşte bu, Silahşorlerin ve tanrıçaların arasındaki fark. Hey, ‘Kar Kılıcının Kralı’. Sen herhalde beni anlarsın. Kendi canının ağırlığı, başka insanların canlarının ağırlığından çok daha fazla.”

 

İki tanrıçanın meraklı gözleri, Yuuki’ye baktı. Yuuki, usulca iç çekti:

 

“Tanrıçaların doğuştan bildiği pek çok şey vardır ama bu, onlardan biri değil. Duyduğunda, Miriel de çok şaşırmıştı. Özellikle saklamaya gerek yok ama, bahsedilmesi hoş bir konu da değil. Kaiya, sana her Silahşorun aradığı eksik bir şeyler vardır demiştim ya?”

“E… evet.”

“Daha açık söylemek gerekirse… bir insanın Silahşor seçilebilmesi için, büyük bir şey kaybetmiş olması gerekir. Yani büyük bir yenilgiye uğraması, büyük bir umutsuzluğu tatmış olması… ve ölmüş olması gerekir. Siz tanrıçalar, kendinize yardımcı çağırdığınız zaman gelen kişi, ‘böyle ölmek istemiyorum’ diyerek can vermiş bir insandır.”

“!” Kaiya, küçük dilini yutmuş gibi oldu, konuşamadı. Onun yerine, Tina:

“Ö… öyleyse, Efendi… sen de…”

“Bir kez öldüm.”

 

Kalbinde sakladığı, “insan olmak” isteğine sımsıkı sarılarak ölmüştü. Kendi silah arkadaşlarınca öldürülmüştü. Artık bir alet olarak yaşayamayacağı için, ortadan kaldırılmıştı.

 

Yuuki, bir keresinde Tina’ya, “bende Silahşor olmak için gereken özellik yok,” demişti. Yuuki, Silahşor olamazdı; çünkü halen yaşıyordu.

 

Bir tanrıça Silahşor çağırdığı zaman, yalnızca bir defaya mahsus olarak, bir insanın dirilmesine izin veriliyordu. Dirilen kişi, onu çağıran tanrıçanın yanına giderdi.

 

 “Ve tanrıçaya hizmet etmesi karşılığında, önceki hayatındaki pişmanlıklarını telafi etmek için ona bir şans verilir.” Tıpkı, Yuuki’nin ‘insan olarak yaşamak’ dileğinin yerine gelmiş olması gibi.

 

“Bu Jahar, zafer kazanmayı saplantı edinmişti, değil mi? Önceki hayatında nasıl biriydi bilemem ama, herhalde yenilip öldürülmüş ve bunun acısını beraberinde, bu dünyaya getirmiş olmalı.”

“Aynen öyle,” diye başını salladı Jahar. “Ben paralı bir askerdim. Aslında, ünlü bir savaşçı sayılırdım. Ama bir savaşta salakça bir hata yaptım ve kendimi, yenemeyeceğim kadar çok düşmanın arasında buldum. Ah, ama sırf bana kalabalık saldırdılar diye düşmanlarımı suçlamıyorum. Hangi yöntemi kullanırsa kullansın, kazanan tarafı daha güçlü sayarım. Bana pusu kuranları affedebilirdim, ama yenildiğim için kendimi affedemezdim. O yüzden…”

 

Jahar, kocaman kılıcıyla saldırı pozu aldı. “Ben, kazanmak istiyorum. Ne pahasına olursa olsun. Zafer kazanmaya devam etmem lazım.”

“………”

“Bu istek o kadar güçlü ki, insanı delirtebilir. Sen beni anlıyorsun, değil mi?” Kısa bir sessizlik oldu. “İgnis!“ diye seslendi Jahar. “Üçüncü aşamaya geçmene izin veriyorum!”

 

Taşıdığı koskoca kılıç, şekil değiştirdi. Bu sefer, boyu birazcık kısalmıştı. İlk aşamadaki haline benzeyen, sade bir kılıca dönüşmüş gibi görünüyordu.

 

Fakat bu sefer, kılıcın etrafı saf Kutsal Güçten oluşan, ateş kırmızısı bir ışıkla sarılmıştı.

 

“Alfredo Amca’yı yanına al ve duvarın kenarına kadar çekil, Tina.”

 

Yuuki, Tina’ya böyle söyledi ve derin bir nefes aldı:

 

“Ne zamandır gerçek yüzünü göstermedin, Beyaz Karların Kılıcı. Üçüncü aşamaya geçmene izin veriyorum!”

 

* * *

“Yapmayın!”

 

Kaiya’nın sesi, kar fırtınasının ve gürleyen alevlerin arasında işitilmedi. Ejderdişi silahının üçüncü kademesi… silahın dehşet verici bir güce sahip, en son görüntüsüydü. Jahar ona silahı anlatmıştı ama kendi gözüyle ilk kez görüyordu.

 

Demek ki Jahar da, Yuuki de dövüşmeye kesin kararlıydı. Kaiya, onları durdurmanın hiçbir yolu olmadığını seziyordu.

Fakat

Geri çekilip, “Hayır, hayır!” diye bağırarak hiçbir şeyi değiştiremezdi.

 

Jahar’ın da Yuuki’nin de yaralanmasını istemiyordu. Birbirlerini yaralamalarını istemiyordu. Savaşmalarını, kan dökmelerini seyretmek istemiyordu.

 

Labirent’in tavanı çökerken ekibi korumuştu ve sonra, Yuuki’yle bu yere ışınlanmıştı. Bu yüzden, Kutsal Gücünün büyük kısmı tükenmişti. Ama biraz da olsa gücü vardı hala. Bu güçle, bir şeyler yapamaz mıydı?

 

O bunları düşünürken, kılıçların birbirine çarpışından çıkan şok dalgasının birazı, Kaiya’ya değdi. Küçük kız, bir kenara savruluverdi.

“Hoo-op!” Yere kapaklanacakken, bir çift kol onu yakalamıştı. Tina, Kaiya’nın sırtına sarılmış ve onun düşmesini önlemişti.

 

“Hımm, Silahşorların birbiriyle savaşması hakikaten ürkütücü bir şeymiş. Ah, gerçi bizim Efendi artık bir Silahşor değil.”

“Nasıl bu kadar sakin olabiliyorsun! Bayan Tina, onları durdurmalıy…!” Kaiya’nın nefesi kesildi. Tina’nın yüzünü görmüştü –kızın benzi bembeyazdı. Yumrukları sıkılıydı, hem de boğumları bembeyaz kesilecek kadar sıkıca.

 

“Tina, Kaiya’yı ya da şu Jahar denen adamı düşman olarak görmüyor,” dedi Tina, gözlerini Yuuki’nin tek elinde tuttuğu kılıca mıhlanmış halde. “Ama bir tanrıça olarak, üstümüze ateş yağarken burada duramayız. Tina, kendi aciz gövdesini koruyacak güce sahip değil. Ve Efendi, bizi korumak için hayatını ortaya koyuyor.”

“………”

“Efendi, kendini Tina için gerekli görüyor ve Tina da, bunun doğru olduğunu kabul ediyor. O yüzden, ona ayak bağı olmamak için elimizden geleni yapalım… bu bizim sorumluluğumuz.”

“Sorumlu…luk…”

“O bizi kurtarmaya gelecek diye inandık; ve Efendi bizi kurtarmaya geldi. O yüzden ona şimdi de inanacak ve geri gelmesini bekleyeceğiz. Ah, ama…” Tina gülümsedi. “Birine inanmak… çok korkutucu, değil mi? Daha önce hiç böyle hissetmemiştik.”

“………” Kaiya hiçbir şey söyleyemedi. Tina’nın insanları koruma isteği de, tanrıçalık görevini taşıma isteği de, neden bu kadar fazlaydı acaba?

 

Üfff, ben herhalde defolu ürün gibi bir şeyim… diye düşündü.

 

Silahşoruna güvenemiyordu, Silahşoru da ona güven duymuyordu. Güçsüzdü, hatta içinde mücadele etmek gibi bir istek de yoktu. İşe yaramaz bir hurda gibiydi adeta.

 

Keşke, gözlerinin önündeki bütün bu kötü gerçekler de, kendisi de, her şeyle birlikte… unufak olup iz bırakmadan kaybolsaydı. Kaiya, bunu gerçekten çok istiyordu.

 

* * *

 

Kılıçlar, şimdiden birbirine en az kırk defa çarpmıştı.

Genel olarak, hafif kılıçlar daha çabuk ve çevikçe savrulur; büyük kılıçlar hantaldır ama vurdukları şeyi biçerler. Ama bu savaşta kılıçların türü de, kılıç kullananların becerisi de normal değildi.

“HA!” Yuuki’nin bir an önce kılıcıyla vurup savuşturduğu keskin çelik, iki kat daha da hızlı şekilde üstüne geldi. Yuuki, saldırıyı beyaz kılıcının ağzıyla karşılayıp durdurdu; Jahar’ın kılıcını ittirip kendinden uzaklaştırdı. Bir açıklık yakalamıştı –göz açıp kapayana dek sekiz defa, kılıcını düşmana doğru savurdu.

 

Fakat Jahar’ın kocaman kılıcının da, çeviklikte geri kalır yanı yoktu: Çelik peş peşe sekiz kez parıldadı; sekiz defa, Yuuki’nin kılıcını dövüp uzaklaştırdı.

 

Yuuki geriye doğru sıçrayarak, kılıcını yana doğru salladı. Kılıcın ucundan, Kutsal Güçten oluşan bembeyaz bir şimşek çaktı ve düşmanının üstüne atıldı. Şimşek, Jahar’ın kılıcından fışkıran alevler arasında kayboldu, eriyip gitti.

 

İki erkek, birbirlerinden biraz uzaklaşıp rakiplerini süzdüler:

“Eee, bu kadar mıydı yani? Efsanelere söylenen şu yeteneklerini bana göstersene.”

Yuuki, Jahar’ın kışkırtmasına sessizce tahammül etti. Demek ki hakikaten güçlüymüş, diye düşündü Jahar. Yuuki çok kısa bir süre Silahşor olarak yaşamıştı ama gerçekten de, unvanını hak eden bir savaşçıydı.

 

Yuuki, Tina’ya doğru kısa bir bakış fırlattı. Tina, dudakları gerilmiş bir halde, dikkatle onu seyrediyordu. Yüzünde, bu savaşı sonuna kadar, göz kırpmadan seyredeceğini anlatan bir kararlılık vardı.

 

“Üzücü doğrusu,” dedi. “Eğer benden bu kadar çok şey bekliyorsan, tüm gücümle savaşmak zorunda kaldım demektir.”

“Ne?”

“Baksana, Jahar. ‘Kar Kılıcının Kralı’ ve ‘Karanlık İblis’in hikayesini duymuş muydun?”

 

Jahar kaşlarını hafifçe çattı ama cevap vermedi. Yuuki, umursamaz bir tavırla konuşmayı sürdürdü: “Kar Kılıcının Kralı, Silahşorluk görevinden kovulduktan sonra, onun yerini ‘Karanlık İblis’ diye biri aldı. Selefinin tersine, salladığı kılıç simsiyahtı ve insanları katletmekten hiç çekinmezdi.”

“Ne olmuş yani?”

“Önceki kuşağın ‘Ay Tanrıçası’ Muriel’di. Onun Silahşoru bendim. Bir sonraki ‘Ay Tanrıçası’, Kaiya. Ve onun Silahşoru da sensin. Bir tanrıça, asla birden fazla Silahşora sahip olamaz. O halde… ‘Karanlık İblis’ kim olabilir sence?”

“Kim olacak, tabii ki SEN!”

 

Kılıç, kılıçla tokuştu. Jahar, ileriye doğru kocaman bir adım attı. Kılıcını tepeden Yuuki’ye doğru indirdi. Yuuki, bu kılıcı durdurdu ve ‘Beyaz Karların Kılıcı’nı bir defa, çaprazlama savurdu. Kılıçtan buz rengi bir şok dalgası, Jahar’a doğru fırladı. Ama bu dalga da, önceki gibi, kızıl alevlerin arasında eriyip gitti.

 

“Sen, Kıyametin Yılanı’nın uşağı olarak bir sürü insanı öldürdün. Öldürürken de, o çok kıymetli ‘Kar Kılıcının Kralı’ unvanına leke sürülmesin diye, kendine başka bir lakap taktın. Yanılıyor muyum?”

“Eh, haksız sayılmazsın…”

Bir sonraki saldırıda, birimizden biri ölecek… diye düşündü Yuuki.

Burnundan soluyarak, ‘Beyaz Karların Kılıcı’nı kalçasının hizasında tuttu. Silahtaki ezici Kutsal Gücün, dondurucu bir rüzgar halinde, kılıcın etrafında toplanmasına izin verdi.

 

Jahar, İgnis kılıcını omzuna yaslamıştı. Kılıcının ucuna, kıpkırmızı bir sis halinde, Kutsal Güç toplanıyordu. Gelecek saldırıyı göğüslemeye hazırlandığı, duruşundan belliydi.

 

“Öyleyse…” dedi Yuuki. “Karanlık İblis’in kullandığı siyah kılıç, sence neydi?”

“Ha?”

“Bu işi bitirelim artık, ne dersin? Haydi, tüm gücünü göster bakalım, Beyaz Karların Kılıcı!”

“Yakıp küle çevir onu, İgnis!”

Biri beyaz, diğeri kızıl iki enerji dalgası birbirine doğru koştu… ve çarpıştıkları anda, vahşi bir kasırga koptu.

 

* * *

 

“Yenebilirim!” Jahar, buna tüm yüreğiyle inanıyordu. Ateş ve kar, birbirlerini yok eden iki elementti. Ancak Jahar, kendi gücünün daha baskın olduğunu ve düşmanını ezebileceğini hissediyordu.

“Böylece…. Sonun… GELDİ!”

Gözlerinin önü buharlarla kaplıydı. Sislerin ötesinde bir yerlerde ‘Kar Kılıcının Kralı’nın olduğunu biliyordu, hatta onu hayalinde görebiliyordu da. Ve o hedefe doğru, şimdiye kadar yolladıklarından daha büyük, daha yakıcı bir alev püskürttü.

 

Alev patlaması o kadar şiddetliydi ki, ‘Beyaz Karların Kılıcı’nı çevreleyen Kutsal Güç bulutunu sardı, onu darmadağın etti ve dört bir yana savurdu.

“Gördün mü?” Jahar derin derin soluyor, omuzları inip kalkıyordu. Düşmanının nerede olduğunu görmeye çalıştı. Sisler biraz dağılınca, yere saplanmış beyaz bir kılıç gördü.

 

Fakat sadece kılıç meydandaydı. Sahibi neredeydi bunun?

 

Aklından bu düşünce geçtiği an… sırtına saplanan bir kılıcın ucu, göğsünden çıktı.

“N…. ne?”

“Kara Ölümün Hançeri,” dedi bir ses, Jahar’ın arkasında. “Üçüncü kademeye geçmiş hali. Karanlık Şeytan’ın silahı, işte buydu.”

 

Yuuki’nin geldiğini hiç hissetmemişti bile. Bu, kılıç sanatının zarif bir hilesi değildi; hayır, bu hile adamın asıl uzmanlık alanıydı. Sadece, tek bir darbeyle öldürmek. Savaşmaya değil, sadece cinayete yarayan bir taktikti bu… bir suikastçı numarasıydı.

“Ben kazandım, kılıç ustası.”

“Ka…. Hhhh!”

 

Jahar’ın sırtına saplı kılıç geri çekildi. Jahar’ın ağzından kanlar çıktı ve gözlerinin önünde yere döküldü. 

“Bay Jahar!”

Jahar çığlığa benzer bir ses duydu, bir kızın sesini…

 

***

 

O bir hayat kadınının oğluydu. On yaşındayken, evden kaçmıştı.

O zamandan beri, hiçbir yere, hiçbir topluluğa ait olmamıştı. Beş parasızdı; açlık, gündelik yaşantısının ayrılmaz parçası olmuştu. İlk önce hırsızlıkla geçindi. Sonra, kılıç sallayarak da para kazanabileceğini öğrendi. İkincisi, onun yeteneklerine daha uygun bir meslekti. On beş yaşına geldiğinde, karnını doyurmakta hiç zorluk çekmeyen biri olmuştu artık.

 

O günlerde, ufak bir beyliğin derebeyinin koruması olarak çalışıyordu. Derebeyi, babasından miras kalan makamı yeni devralmış, gencecik bir delikanlıydı. Yaşı, on üç civarındaydı. Komşu beyliklerle ailesi arasında şiddetli bir kavga vardı; annesi de, babası da savaşta hayatlarını yitirmişti. Kiralık askerler tuttuğuna göre Derebeyi, müzmin bir askeri güç yetersizliği çekiyordu.

 

Derebeyi, insancıl bir gençti. Karşısındaki insan ne kadar taş kalpli, kaba birisi olursa olsun Bey, istifini zerre kadar bozmadan onunla sohbet edebilirdi.

“Tarlaları biraz büyütmek istiyorum,” demişti günün birinde. Korumasıyla beraber, topraklarını teftiş etmeye çıkmıştı. “Bir halk, gıda sayesinde ayakta durur. Eğer beyliği, vergilere zam yapmadan idare etmeyi başarabilirsem, buraların nüfusu artacaktır sanırım. Ektiğimiz tohumları geliştiriyoruz, yeni gübreleme yöntemleri buluyoruz, buna benzer şeyler yapıyoruz; ama yeni tarlalara da ihtiyacımız var.”

 

Ve acı bir tebessümle gülümsemişti.

 

“Bitmek bilmez bir savaş varken, bu işleri yapmak çok zor tabii. Sürekli zafer kazanmak, toprakları savunmak zorundayız. Ama günün birinde, kimsenin aç kalmayacağı bir dünya kurmayı çok isterim...”

 

Koruması bunları duyunca, ‘rüyalarını sayıklıyor’ diye düşünmüştü. Ağzıyla ne söylemişti, Derebeyi’ne nasıl cevap vermişti, hatırlamıyordu. Fakat şimdiye kadar hep gündelik yaşamayı seçmiş olan kendisi, hayatında ilk defa “gelecek” diye bir şeyin farkına varıyordu.

 

Genç adam: ‘İleriyi’ görmek istiyorum, diye düşünmüştü. O, milletine daha iyi hayat şartları vermeyi dileyen bilge bir idealistti. Eğer uzun süre yaşayabilse, belki de tarihe adını yazdırmayı başaracaktı.

 

Fakat yaşayamadı.

 

Genç Bey’in, liderliğini konuşturarak daha verimli hale getirdiği tarlalar, çevredeki diğer beylerin iştahını kabartmıştı. Ülkeye saldıran orduların sonuncusu hangi beyliğe aitti acaba? Bilmiyordu, artık umurunda da değildi doğrusu. Fakat, o zamana kadar girdiği mücadelelerde hiç görmediği kadar büyük bir orduyla gelmişlerdi; demek ki niyetleri, genç Derebeyi’nin tüm topraklarını ele geçirmekti.

 

Düşmanları kılıcıyla biçip, var gücüyle Bey’in küçük kalesine doğru koşmuştu. Fakat çok geç kalmıştı: Genç Bey, çoktan öldürülmüştü. Onun cesedini görünce şok geçirmiş, öylece, aptal aptal Bey’in yanında durup beklemişti. Ta ki, etrafı düşman askerleriyle kuşatılana kadar.

 

Son hatırlayabildiği şey buydu işte: Geldiği dünyanın sıradanlaşmış, her gün yüzlercesi yapılan, beylikler arası savaşlarından birinin son perdesi.

 

Hayat, insanın önünde sonsuz ihtimallerin uzanması demekti. Ölmek, tüm bu ihtimalleri paramparça ediyordu. Bunu, o gün anlamıştı.

 

Yetenek de, irade de, bilgi de, beceri de…

Eğer yenilecek, ölecek olursan, bunların hiçbirinin anlamı kalmaz.

Bu düşünce, ruhunun derinliklerine kazınmıştı. Görevini başaramamış, korumayı başaramamış kendine karşı duyduğu amansız öfkeyle birlikte.

 

O yüzden…

Hiç olmazsa bu sefer… kazanacaktı.

Sahibesine, zaferi verecekti. Ve geleceği.

 

* * *

 

“Cehenneme git!”

Jahar, kükreyerek kılıcını savurdu.

 

* * *

 

“!!!”

Kılıç, denk gelse gövdesini ikiye biçecek bir hızla, Yuuki’nin üzerine geldi. Genç adam son anda kendini geriye attı –kılpayı kurtulmuştu.

 

Yuuki, namlusunun uzunluğu altmış santim kadar olan, kısa bir kılıç tutuyordu.

 

Jahar, sanki tüm gücü tükenmiş gibi, dizlerinin üstüne çöktü. Göğsündeki kanlı leke giderek genişliyordu. Fakat gözlerinde parıldayan savaşma isteğinde, en ufak bir azalma bile yoktu.

 

“…Hayati organlarını ıskalamışım galiba. Canavar gibi sağlam adamsın, doğrusu.” Jahar’a kesinlikle öldürecek bir darbe indirmeyi denemişti ama, kılıcın ucu adamın kalbini ufak bir payla ıskalamıştı.

 

“Durun, ha –hareket etmeyin lütfen! Bay Jahar… ben şimdi sizin yaranızı iyileştirip…”

Kaiya, koşa koşa Jahar’ın yanına geldi, devrilmesin diye onu tuttu. Tanrıçalık güçlerini kullanmayı denedi… ve yüzü bulutlanıverdi: “Olamaz… neden? Güçlerimi… kullanamıyorum…”

“Özür dilerim. Boş yere uğraşıyorsun…” dedi Yuuki, sesinin kulağa ne kadar soğuk geldiğini biliyordu. “Bu Kara Ölümün Hançeri, ona Mors da derler. Özelliği, ‘Kesin Ölüm’ getirmesidir. O yaraya iyileştirme büyüsü fayda etmez, hatta zamanı geri çevirerek bile iyileştiremezsin onu.”

 

Mors, bir zamanlar Muriel’in hayatını sonlandırmış olan silahtı. Yuuki’nin çektiği tüm acıların sembolüydü.

 

Bu silahı bir daha kullanmayı istememişti. Ama bu silah satamayacağı, elden bırakamayacağı kadar tehlikeliydi –bir Ejderdişi silahıydı.

“Kuvvetli olduğuna hiç şüphe yok,” dedi. “Önüne binlerce kişilik, on binlerce kişilik bir ordu dikilse bile, tek başına onlara meydan okuyabilirsin. Çok sayıda insanla dövüşmekte, benden daha üstünsün sanırım.”

“Adi herif…”

“Ama, bire bir yapılan düellolar, benim alanıma giriyor.”

Çünkü Yuuki, verilen hedefi yüzde yüz öldüren bir “alet” olmak üzere eğitilmişti.  

 

“Kes… sesini!” Jahar, kelimeleri boğazından zorlukla çıkartarak cevap verdi. “Daha… yaşıyorum… ben. Gel bakalım, bir kez daha kapışalım… içimdeki kan akıp bitene kadar, seninle defalarca kılıç tokuşturabilirim.”

“Yalvarırım… artık gereği yok… lütfen hareket etmeyin…”

 

Jahar, yaşlı gözlerle yalvaran Kaiya’yı kenara ittirip, ayağa kalktı.

“Müthiş bir inatçılığın var. Kazanmayı bu kadar çok mu istiyorsun?” dedi Yuuki.

“Ne… sandın? Biz… paralı askerler… yüksek idealler ve iyilikseverlik gibi… saçmalıklar için değil… zafer kazanalım diye kiralanırız. Başarı… kazanamayanların… var olmaya hakkı yoktur!”

 

Öksürdü. Boğuluyormuş gibi bir ses çıktı boğazından; ve ağzından yere kanlar döküldü. Jahar, buna hiç aldırış etmezmiş gibi, eliyle ağzının kenarını sildi.

“Devam… edebilirim…” Bilinci yerindeydi. Eli, ayağı hareket ediyordu. Kılıcını tutabiliyordu. Öyleyse, henüz yenilmiş sayılmazdı. Yuuki ona bakınca, bunları düşündüğünü anlıyordu.

 

“Ah, demek öyle…” diye fısıldadı Tina. “Tanrıçasına tepeden bakan bir Silahşor’un olması bize mantıksız gelmişti ama… şimdi anlıyoruz. Bu adam, tanrıçası için, ne kadar kirli olursa olsun, her şeyi yapmaya hazır. Tanrıçaya hizmet etmek için, tanrıçasını ondan nefret ettirecek şeyleri yapmaya bile razı. Böyle düşününce, her şey açıklığa kavuşuyor, değil mi Kaiya?”

“Ne?” Kaiya’nın yüzünde, söyleneni tam anlayamamışçasına, şaşkın bir ifade vardı.

 

Yuuki içini çekti. “Herhalde öyle. Kaiya, bu herif ‘kazanacağım’ deyip dururken, aslında ‘kazandıracağım’ diyordu. Ne yaparsa yapsın kazanıp, senin hayatta kalmanı sağlamak istiyordu.”

 

Jahar, eski efendisi için zafere giden yolu açamamıştı. Onun hayatını korumayı bile başaramamıştı.

Bu, Jahar’ın kalbini yakan bir başarısızlıktı. Ölene kadar, onun içinden silinmeyecek bir pişmanlıktı.

Bugün yaşamasının, kılıç sallamasının nedeni, o yenilgiyi telafi etmekti.

 

“Bay Jahar?” Kaiya, Silahşoruna baktı. Jahar, canını yakmamaya özen göstererek kızı geriye ittirdi; ve ileriye doğru adım attı.

“…Sohbetiniz… bittiyse… umarım, kendini, ölmeye veya öldürülmeye… hazırlamışsındır.”

Jahar’ın gözlerine bakınca, Yuuki onun zaferden umudu kesmemiş olduğunu anladı. Hayır, tam tersine, Jahar kazanacağına hala inanıyordu:

“Beyaz Karların Kılıcı,” Yuuki, eskiden beri savaş arkadaşı olan sadık kılıcını eline çağırdı.

Bu kılıç, Jahar’ın kılıcıyla son bir kez çarpışacaktı… ve böylece savaşın sonucu belirlenecekti.

 

 


Yuuki ve Tina’nın konuşmalarını işitmişti. Ama, duyduklarının gerçekliğine inanamıyordu.

Bay Jahar’ın aklını zafer kazanmakla bozması… benim yüzümden mi?

Benim gibi korkak, işe yaramaz birisi ölmesin diye mi?

Olmaz. Böyle bir şeye izin veremem. Benim gibi birisi için, hiç kimse canını bir kenara fırlatıp atmamalı. Ne yapmalıyım? Ne yaparsam, onun savaşmaktan vazgeçmesini sağlayabilirim?

 

Dünya, her zaman Kaiya’nın isteklerine kulak tıkıyordu. Kaiya, defalarca “kaçıp gitmek istiyorum”, diye düşünmüştü. Keşke her şey yıkılıp gitse, diye.

 

Ah, demek öyle.

Kaiya’nın kalbinde, bir düşünce filizlendi. Bu düşünce, bir anda büyüdü ve biçim kazandı. Kaiya, düşündüğü şeyin bilincine varınca, ağzının kenarına ufak bir gülümseme yerleşti. Bu gülümsemede, içine kapanık ve uslu bir kız çocuğundan beklenmeyecek, şeytani bir neşe vardı.

 

Yok edersem, tüm sorunlar çözülür… onu da, kendimi de.

 

* * *

 

“Birazdan… oraya… gelip… seni… geberteceğim” Jahar, kalan kuvvetini son damlasına kadar harcayarak, Yuuki’nin üstüne yürüdü.

 

Jahar başka birisi için, kendi hayatını feda edecekti. Yuuki eskiden, kendi iradesi olmayan bir aletken en çok bunu yapabilen adamlara özenirdi.

 

O yüzden, bu işi bitirmekte tereddüt etmemeliydi. Tereddüt sadece Jahar’a hakaret olurdu.

“Elveda…” Jahar’ın boynunu hedefleyerek kılıcını kaldırdı.

Tam saldıracakken…

“Gahh…!”

Jahar’ın gözleri kocaman açıldı. Ve dudaklarından, ağız dolusu kan döküldü.

Göğsünden, bir insanın kolu çıkmıştı. “Ay’ın Silahşoru”, arkasına dönüp baktı. Karşısında, neşeyle gülümseyen bir kız çocuğu duruyordu. Sahibesiydi bu.

“Ne… den?”

“Çünkü… benim sözümü… dinlemiyorsunuz… Bay Jahar,” dedi ‘Tacında Ay Parlayan Tanrıça’, gülümsemesini bozmaksızın. “Ama bir şeyi fark edince, gerisi çok kolay oldu. Eğer siz, dur deyince durmazsanız, sizi yok ederim olur biter. Keşke bunu en başından yapsaydım, sıkıntı çekmeme gerek kalmazdı. Hizmetleriniz için teşekkür ederim. Huzur içinde dinlenin lütfen…”

 

Etin kopartılırken çıkardığı sesle beraber, Jahar’ın göğsündeki delik genişledi. Ve Jahar, yere yığıldı.

 

“Kaiya, ne yaptın sen?” diye fısıldadı Tina dehşet içinde.

“Ben hala kendimdeyim, Bayan Tina. Yuuki öğretmenim, yüzünüze bakınca aklımı kaçırdığımı sandığınızı anlıyorum. Ne yazık ki aklım başımda. Ah, kendimi çok iyi hissediyorum…” Omuzları sarsılıyordu ama bu titremede üzüntü değil, apaçık neşe vardı.

 

Bir tanrıça, bir insana saldırmıştı. Üstelik de, hiçbir şey olmamış gibi gülüyordu. Bu durumun tek bir inlamı olabilirdi:

“Yılan…”

 

Yuuki, boş bulunarak bir adım geri çekildi. Ölümle yaşamı ayıran çizgiyle defalarca yüzleşmiş Yuuki, bir an için paniğe kapılmıştı.

“Kahretsin!” Hatasını anlayınca damağını şaklattı. Duraklamadan, Jahar’ın düştüğü anda saldırıp Kaiya’yı alt etmiş olması gerekirdi. Fırsatı kaçırmıştı. Mucize gücünü saldırmak için kullanabilen bir tanrıçayı yenmesi imkansızdı artık.

 

“Ah ah, yüzünüzün ifadesi çok korkunç…” Kaiya, Yuuki’den ve onun elindeki Ejderdişi silahından zerre kadar çekinmeksizin, ileriye doğru yürüdü.

“Sen, ‘Kıyametin Yılanı’ mısın?”

“Eğer öyleysem, ne yaparsınız Yuuki öğretmenim?” dedi kız, çocuksu görüntüsüne uymayan, insanın içini karartan bir tavırla. “Benim ne olduğumun ne önemi var ki? Kalbim göğsümden çıkacak adeta… anlıyor musunuz? Artık yerimde duramıyorum… her şeyi, herşeyi herşeyi, paramparça etmek istiyorum! İşte böyle!”

 

Kaiya böyle söyler söylemez, Yuuki’nin gözü önündeki yer yarılıverdi. Havaya püsküren tozlar koskoca bir bulut halinde, Yuuki’nin etrafını kapladı. Hiçbir şey göremiyordu, sadece Kaiya’nın tiz kahkahasını işitiyordu.

 

“Tina! Bu taraftan!” Yuuki, bağırarak Tina’yı kucakladı ve Kaiya’dan uzaklaştı.

“Efendi, yoksa… Kaiya… o yaratık mıymış?”

“……..” Yuuki cevap veremedi. Sırtından soğuk terlerin aktığını hissediyordu. Rakipleri, sadece düşünerek bile onları öldürebilirdi. Herhalde çok geçmeden saldırması gerekecekti.

 

Hayır, diye düşündü. Kendisi Kaiya’yı, o narin, kırılgan öğrencisini sahiden öldürebilir miydi ki?

 

Kaçmak için sadece birkaç saniyeleri vardı. Toz bulutu daha şimdiden, yavaşça dağılıyordu. Yirmi metre kadar ileride, tanrıçanın ufak tefek gövdesini –yoksa ona ‘Kıyametin Yılanı’ demeliydi?– seçebiliyordu.

 

Yuuki, içindeki şüpheleri bir kenara bıraktı. Var gücüyle, sis bulutunun arasından gördüğü karaltıya doğru koşmaya başladı. O anda…

“Efendi! Dur!” Tina’nın sesiydi bu.

Aynı anda, karşısında duran siluetten ansızın, acımasız bir saldırı geldi. Saldırı, Yuuki’nin boynunu hedefliyordu.

“Ne!” Yuuki, bir şekilde saldırıyı savuşturdu. Vücudu halen tek parça halindeydi.

 

Karşısındaki gölge, sanki sahip olduğu tüm gücü kullanıp bitirmişçesine, pat diye dizlerinin üstüne çöküverdi.

“Jahar!” Yuuki kaşlarını çattı. Kaiya’nın göğsünü parçalayıp öldürdüğü sandığı kılıç ustası, karşısında duruyordu.

“Neden onu koruyorsun? Seni öldürmeye çalıştı. Artık tanrıça diyemeyeceğimiz bir şeye dönüştü o!”

“………”  Jahar’ın bedeni usulca titriyordu. Yuuki, onun yaraları yüzünden şok geçirdiğini; ya da, ayakta durmak şöyle dursun, oturacak kadar bile kuvvetinin kalmadığını düşündü. Fakat yanılmıştı:

“Ku…hh.. hha ha hah ha ha!” Jahar gülüyordu. Kalbinin derinliklerinden, neşeyle gülüyordu. Ve gözlerini ne tepki vereceğini bilemeyen Yuuki’ye dikti.

 

“Neden öyle salak gibi bakıyorsun, ‘Kar Kılıcının Kralı’? Sen böyle şeyler söylersen, ben gülmeyeyim de ne yapayım? Kız seni de, beni de avladı. Canavarlar kadar kuvvetli iki yaman savaşçıyla, ufak bir kız çocuğu oyuncak gibi oynadı. Çok komik değil mi bu?”

“Ne diyorsun sen?” Yuuki, gözlerini Kaiya’ya çevirdi. Kız az ötede, taş kesilmiş gibi duruyordu. Yüzündeki ifade… Yuuki’nin alıştığı, zayıf ve kendine güveni olmayan bir ifadeydi. Az önceki deliliğinden hiç iz yoktu.

“Bay Jahar, neden… neden ayağa kalktınız?” Kaiya, Silahşoruna yaşlı gözlerle bakıyordu. “Neden yaptığım şeyleri boşa çıkartıyorsunuz? Eğer yerinizden kımıldamasaydınız, hiç değilse sizin canınız kurtulurdu…”

“Kim sana beni kurtar dedi?” Jahar, ayağa kalkaran kıza baktı. Göğsündeki yara ufalmış, akan kan durmuştu.

“Zamanı geri çevirmiş…” diye fısıldadı Tina.

 

O anda Yuuki her şeyi anladı. “Kara Ölümün Hançeri” tarafından açılan bir yarayı hiçbir şey iyileştiremezdi. Bu yüzden Kaiya, bıçağın yaraladığı eti tamamen oyup çıkarmış, tanrıçalık güçlerini ondan sonra kullanmıştı. Zamanı Jahar için geri çevirmiş ve yarayı iyileştirmişti.

 

Niyetleri “incitmek” değil “iyileştirmek” olduğu zaman, tanrıçaların güçlerini saldırmak için kullanmasını önleyen engeller kalkıyordu. O zaman, bir insanın vücudunda yara açmaları mümkündü. Tıpkı, Tina’nın ilk yardım amacıyla Selim’in vücudunda ufak bir kesik açarken yaptığı gibi.

 

“Demek… rol yapıyordun.” Kızın yüzündeki delice bakışlar da, korkutucu sözleri ve gülüşü de, hepsi oyundu.

 

Yani Kaiya, Yuuki’den anlattıklarından aldığı bilgiye dayanarak, “Kıyametin Yılanı”nı oynamış, Yuuki’yi ve Tina’yı geri çekilmeye zorlamak istemişti. Böylece, en azından Jahar’ı iyileştirmek için gereken zamanı kazanabilecekti.

 

Bunun için, “Yılan” diye katledilmeyi göze almıştı.

 

“Beni iyi kandırdın,” diye, dürüstçe itiraf etti Yuuki. Ama oyunun sonucu, hiç de kızın istediği yöne doğru gitmiyordu doğrusu.

“Bay Jahar, ne olur… artık savaşa bir son…” Jahar, yalvaran kızın bir kenara ittirip, kılıcını saldırı konumuna getirdi. Ömrü oldukça, savaşmaktan caymaya niyeti yoktu bu adamın.

 

“Seni biraz beklettim. Kaldığımız yerden devam edelim.”

“Sonucu aynı olacak.” Yuuki, düşmanının üzerine atılmak için bacaklarını büktü. Herhalde artık Kaiya’nın hiç Kutsal Gücü kalmamıştı. Tüm enerjisini, demin yaptığı o tek numara için tüketmiş olmalıydı.

 

Öyleyse, tek yapacağı şey Jahar’ı yeniden öldürmekti.

“Bay… Jahar…”

“Şu gizlediğin kozu zaten oynadın. Hala kazanacağını sanıyorsan, kendini fazla beğeniyorsun demektir!”

“Bir saldırmayı dene bakalım, gizli saklı yokken de kimin kazanacağını görürüz.”

“Bence hiç mahzuru yok. Haydi bakalım, beni biraz daha eğlendir!”

“Bay JAHAR!”

 

Kaiya avazı çıktığı kadar bağırdı… ve aynı anda, Jahar’ın dizine sıkı bir tekme savurdu. Adamı tamamen, kusursuzca gafil avlamıştı. Jahar, koca kılıcını rastgele sallayarak kısa bir çığlık attı ve pat diye yere çöküverdi.

Yuuki, bu beklenmedik olay karşısında afallamış, ağzı bir karış açık kalmıştı.

 

“Ah, demek öyle…” Hemen ardında duran Tina, beğeniyle konuşuyordu: “Şimdiki de, ölüme gitmeye çalışan Jahar’ı durdurmak içindi…”

 

Kaiya, onlara bakmıyordu bile. Sanki Yuuki’yi de, Tina’yı da unutmuştu.

“Ke, ke, kendinize gelin lütfen! Neden benim sözümü hiç dinlemiyorsunuz!”

“Kaybetmek istemiyorum da ondan. Öf, canım acıdı be…” diye suratını buruşturdu Jahar, bacağını ovuşturdu.

“Kazanmak veya kaybetmek… benim gibi birinin kazanması ya da kaybetmesi, bu kadar önemli mi?”

“Kazandırmak benim işim. Pekala, diyeceğini dediysen çekil artık Kaiya’cığım. Yoksa bu adam benimle beraber seni de öldürür.”

“Ben kendi başımın çaresine bakarım, merak etmeyin! Bu tanrıçalar arasındaki bir savaş!”

“İyi de, zaten o savaşta ben de…”

 

Cümlesi yarıda kaldı. Kaiya, ağlamaklı bir yüzle Jahar’ın kıyafetinin koluna sıkıca sarılmıştı.

“Bu, tanrıça olarak, benim savaşım. O yüzden… kararları ben alacağım. Zaferin anlamını, neyi kazanıp neyi kaybedeceğimizi, zaferin değerini de, hepsini ben söyleyeceğim. Başta türlüsü doğru olmaz.”

“………”

“Bu başından beri benim taşımam gereken bir sorumluluktu. Ama hiçbir şey yapmak istemedim, sadece ağlayıp durdum. Hep kaçtım, her şeyi sizin üstünüze yıkmış oldum.” Üzüntüyle gözlerini yere eğdi. “Ben iki hata yaptım. Kendi sorumluluklarımın farkına varmadım. Ve Bay Jahar’ın ne istediğini hiç düşünmedim. Bir tanrıçanın koruması gereken insanlardan biri de, onun Silahşorudur halbuki.”

“Kaiya’cığım, ben…” Jahar sözünü bitiremedi.

“Benim aklımdaki zafere gelince!” dedi Kaiya. “Bence zafer, kendi irademle yaşayabilmektir. Şimdi, benim Bay Jahar’ı durdurmak istiyorum, bu dileğim gerçekleşirse zafer benimdir. Sizin beni anlamanızı istiyorum, bu dileğim gerçekleşirse zafer benimdir. Bu isteklerim yerine gelirse, kesinlikle ben kazanmış olurum. O yüzden…” Kaiya gülümsedi. “Siz hep beni koruyun, Bay Jahar. Ben, kendi isteğimle yaşayabileyim diye.”

“………”

 

Jahar bir süre hiç konuşmadı. Sonra, diz çöktüğü yerden kalkmaksızın, başını eğdi. Bir an için Yuuki’ye, kraliçesinin önünde boyun eğen bir şövalye gibi görünmüştü. Sonra içini çekti, başını kaldırıp sordu:

 


“Öyleyse, ne yapmak istiyorsun Kaiya’cığım?”

Kaiya, Yuuki’ye döndü. “Şey… bu savaşı yarıda kesemez miyiz? Sakatlık nedeniyle müsabakayı tatil ettik desek?”

“Bilmem ki. Bunu yapmanın bize bir faydası olacak mı sence?” dedi Yuuki alçak sesle. “Yarasını kapatmış olsan da çok kan kaybetti. Halsiz düştü ve gücünü hemen toparlayamayacak. Şu anki kuvveti, sağlıklı olduğu zamankine göre çok az. Ayrıca… Tina, Kaiya gücünü sadece o yara üstünde kullandı, değil mi?”

“Evet,” diye başını salladı tanrıça.

“Yani, Jahar’ı tümden iyileştirecek kadar gücün yoktu. Elindeki tüm Kutsal Gücü tedavi için kullandığına göre, şimdi bize engel olmak için yapabileceğin hiçbir şey kalmadı, Kaiya.”

“Şey, ama Bayan Tina da tüm gücünü kullanıp bitirdi, değil mi?”

“Öyle,” dedi Tina. “Şu an bizim elimizden hiçbir şey gelmez.”

 

Tanrıçanın bu saf salak dürüstlüğü karşısınnda, Yuuki kaşlarını çattı. “Öyle bile olsa, avantaj bizde. Şimdi, doğru dürüst hareket edebilen tek savaşçı benim.”

“Öyle mi, acaba?” Kaiya başını yana eğdi. “Benim tüm Kutsal Gücümü bitirdiğimi nereden biliyorsunuz? Sadece duruma bakarak fikir yürütüyorsunuz, değil mi?”

“Biraz kalmış olsa bile, fazla bir şey yapmaya yetmez herhalde.” Eğer kızın çok miktarda Kutsal Gücü olsaydı, Labirent’in içindeyken bile Jahar’ı durdurmak için tekmelemek dışında pek çok şey yapabilirdi.

 

Kaiya, biraz düşündükten sonra şöyle dedi: “Baksanıza, Yuuki öğretmenim,” Çok yavaş konuşuyordu. “Kıyametin Yılanı rolünü oynamam, benim, sahiden de Kıyametin Yılanı olmadığımı ispatlamaz, değil mi?”

“………” Anlıyorum, diye düşündü Yuuki. Nasıl ki ‘Yılan’ olmayan biri, ‘Yılan’ gibi rol yapabilirse; ‘Yılan’ da ‘Yılan’ rolünü oynayabilirdi. İkisini birbirinden ayırt etmenin de hiç yolu yoktu.

 

İnsanın gövdesi narin bir şeydi. Kafasında ufacık bir delik açıldı mı ölür giderdi. Ve Kıyametin Yılanı, çok az Kutsal Güç ile bile bir insanı öldürmeyi başarabilirdi. Kaiya’nın yüzüne bakarak, kalbinde olanları göremezdi. Kız her zamanki kırılgan gülümsemesiyle bakıyordu ama, o gülümseme pek çok şeyi gizliyor olabilirdi.

 

Kaiya, şu an savaşmaya başlamaya karar vermişti… kendi yöntemleriyle savaşmaya. Gururla başını kaldırıp göğsünü kabarttı. Duruşu, Kaiya’nın içinde bir yerlerde, tanrıçalara özgü bir irade olduğunu ispatlıyordu.

 

“Eh, öyleyse kavgayı berabere bitirdik diyelim. Bence sakıncası yok.”

“Teşekkür… ederim…” Kaiya’nın vücudu gevşedi. Herhalde, blöf yapmaya ruhundaki tüm gücü vermişti. Bu da, Yuuki’ye göre, taktire değer bir çaba sayılırdı.

“Rahatladığını bu kadar belli edersen, boş konuştuğun anlaşılır Kaiya. Sırf pazarlık bitti diye zayıflık sergilemeye başlama. Yazılı olmayan anlaşmalara bu kadar güvenirsen, günün birinde zarara uğrarsın.”

“İle… ileride dikkat ederim…”

“Tina, bu öğüt senin için de geçerli. Öyle, Kutsal Gücüm bitti deyip de zayıflığını belli etme.”

“Hım? Ne olmuş yani, öyle yaptıysak?”

Diğeri neyse de, bizim tanrıça ders almış gibi görünmüyor, diye düşündü Yuuki.

“Kaiya ne yaparsa yapsın, sen zaten barış yapmak niyetinde değil miydin, Efendi? Senin ne düşündüğünü Tina da biraz anlıyor artık.”

“………” Tina, sanki Yuuki’yi tamamen çözmüş gibi konuşup bir de tam üstüne basınca, Yuuki biraz bozulmuştu.

 

Kaiya’yla savaşmayı istemiyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, Jahar’la yaptığı düello da onu çok yormuştu.

 

“Çok yarım yamalak bir sonuç oldu bu!” dedi Jahar. “Bu kadar emek verip neticede hiçbir şey alamadık mı yani?”

 

Elindeki kılıç gözden kayboldu. Jahar yere oturdu. Yani, o da savaşa ara vermeye razı olmuştu.

“Yıldızları Parlatan Tanrıça’ya bunu açıklarken çok başımız ağrıyacak. Elfride, çok kızacaktır. Kaiya’cığım, onunla görüşmeyi sana bırakıyorum. Güzel bir bahane uydurursun artık, ha?”

“Ha? Be, ben mi? Şey, eee…”

 

Kaiya birden ağlayacak gibi olmuştu. Yuuki kızı süzdü ve bir yandan da, bundan sonra yaşayacakları problemleri nasıl çözeceğini düşünmeye başladı.

 

Önce, tedavi meselesini halletmek lazımdı. Baygın yatan Alfredo’yu hastaneye taşımak şarttı. Buradan nasıl çıkacaklardı? Bir yolunu bulup duvarda delik mi açacaklardı? Eğer beklerlerse, sonunda bir kurtarma ekibi gelip onları kurtarırdı ama…

 

Bu, ‘Yıldız’ tanrıçasının işiydi değil mi? Onunla iletişim kuramaz mısınız?”

“İletişim kurmaya gerek yok. O zaten bizi seyrediyordur…”

 

Tam o sırada, iki tanrıça aynı anda, gergin seslerle konuştular:

“Efendi!”

“Bir şey geliyor!”

 

Işınlanma… sadece tanrıçalara özgü bir yetenekti bu, mucizevi bir işti.

 

“Çok kızacak, derken durumu hafife almışım galiba…” diye mırıldandı Jahar.

 

Odanın tam ortasında, boyu on metreyi aşan devasa bir gövde beliriyordu. Hayır, asıl sorun bu varlığın büyüklüğü değildi. İki ayaklı bir tür sürüngendi bu. Uçuk mavi bir rengi vardı. Kuyruğu ve pençeleri devasaydı.

 

Hepsinden önemlisi, bir Silahşorun yahur tanrıçanın Kutsal Kalkanını kolayca delebilecek özel bir yaratıktı bu. Yuuki:

“Türkuaz Gölün Cisimsiz Ejderi…” diye inledi.

 

Bu dünyada, bu yaratıklardan sadece on iki tane olduğu söylenirdi. Efsanevi bir canavardı bu. İşte şimdi, üstlerine bu şey gönderilmişti. Şimdiki zayıf düşmüş halleriyle, canavarın hepsini tek lokmada yutması işten bile değildi.

 

“Bir Ejderdişi taşı bile kullanmışsın… bizi öldürmeye ne kadar da isteklisin, Elfride’ciğim. Eeh!”

Jahar, İgnis kılıcını tekrar ortaya çıkardı ve üstüne doğru savrulan pençeleri savuşturdu. Fakat pençeler kılıca o kadar sert çarpmıştı ki, Jahar geriye savrulup dizleri üstüne çöktü. Yüzüne bakınca, onun da artık gücünün sınırına geldiği anlaşılıyordu.

 

Bir Cisimsiz Ejdere zarar verebilmek için, ona en az ikinci aşamaya çıkartılmış bir Ejderdişi silahıyla vurmak gerekliydi. Fakat Ejderdişi silahları, insanın gücünü tüketen ve onu bir süreliğine halsiz bırakan cisimlerdi. Jahar’ın herhalde hiç gücü kalmamıştı; Yuuki de, kendi gücünden pek emin değildi.

 

“Türkuaz Gölün Cisimsiz Ejderi”, ağır aheste hareket eden insanara küçümseyerek baktı; ve ağzını araladı. Gırtlağının derinliklerinde, türkuaz renkli bir ışık kümesi parıldıyor ve gittikçe büyüyordu.

 

“Vakit kaybetmeden üfleyeceksin yani!” diye bağırdı Yuuki. Bu geniş odada saklanacak, siper niyetine kullanılacak hiçbir şey yoktu. Kaçacak yer yoktu.

 

Yuuki ne halt edeceğiz diye düşünürken, Cisimsiz Ejderin yüzüne, tam sağ gözünün ortasına bir şey çarptı. Elbette, canavara sahip olduğu Kutsal Kalkanın verdiği koruma, göz kürelerine de uzanıyordu. Ejderha hiçbir yara almamıştı ama gözünden vurulmak pek de hoşuna gitmemişti doğrusu. Saldırının geldiği tarafa döndüğünde…

 

Bir yerlerden, çok sakince konuşan bir ses işitildi:

“Menzil ve açı saptandı. ‘Şimşeğin Yayı’ Fulgore, ikinci aşamaya geç!”

Bir ok, atıcının sakin sesine inat, havayı yıldırım gibi yırttı. Cisimsiz Ejder bir çığlık attı. Bu seferki ok, Kutsal Kalkanı delmiş ve tam gözüne saplanmıştı.

“Amca?”

“Amca ya…” diye sırıttı Alfredo. “Demin ayıldım. Size biraz yük olmuşuz galiba…”

“O elindeki şey…”

“Şimşeğin Yayı diye bilinen bir Ejderdişi silahı. Eskiden okçuydum ben, asıl mesleğim bu. Ne yazık ki, bu silahı ikinci aşamaya kadar ancak çıkartabiliyorum ben.”

 

Bir yandan konuşuyor, bir yandan ara vermeden atış yapıyordu. Yanında okluk yoktu, attığı oklar avucunda, kendiliğinden beliriyor gibiydi.

 

Ejderhanın da eli armut toplamıyordu tabii. İlk seferinde gafil avlanmıştı ama aynı taktikle iki defa yaralanamazdı. Koca pençelerini sallayarak okları durduruyordu. Kaç ok yerse yesin, aldığı yara kollarındaki sıyrıklardan ibaret kalacaktı. Ölümcül bir hasar almayacaktı.

 

“İşe yaramıyor, ne dersin? Bu şekilde onu haklamak imkansız galiba. Eğer böyle şeylerle bire bir dövüşebiliyorsanız, siz Silahşorlar gerçekten de müthiş adamlarsınız.”

“Böyle sakin sakin sohbet etmenin sırası mı? Ne yapacağız onu söylesen…”

“”Bu silahı bana ödünç verenle bir anlaşmam var da. Ben böyle peş peşe atış yapınca, o yardıma ihtiyaç duyduğumu anlayacaktır.” Alfredo, hiç telaş etmeden konuşuyordu ama, Yuuki onun ne dediğini anlayamamıştı. “Yakınlardaysa, herhalde silahın yaydığı Kutsal Gücü hissedip bizi kurtarmaya gelecektir…”

“Geldim bile!”

 

Birdenbire, arkadan genç bir kızın sakin sesi duyulmuştu. Yuuki dönüp baktı ve kaşlarını çattı.

“Sen…”

“Ah, sonra konuşalım. Şimdi, Sera bu işi bitirecektir.”

 

Yuuki, kızın bakışlarını takip etti. Devasa ejderhanın kafasında… kafasının da üstünde, Labirent’in tavanına neredeyse değecek kadar yüksekte, bir insan vardı. Hayır –ilk baktığında kimse yoktu orada, gözlerinin önünde birisi ortaya çıkmıştı. Bir tanrıçanın gücü sayesinde, oraya ışınlanmıştı.

 

İnce yapılı, genç bir kızdı bu. Medyumlara özgü bir cüppe giymişti. Ancak elindeki silah, bir medyumun kaza eseri eline alsa bile kullanamayacağı türdendi. Silahın gümüş rengi, kalın mı kalın bir sapı vardı ve bunun ucuna, saçma denecek kadar kocaman bir demir kütlesi takılıydı.

 

“Gümüş Savaş Çekici Saxum. Üçüncü aşama.”

Kız, alçak sesle böyle söyledi ve elindeki çekici savurdu. Düşerken kazandığı hızı kullanarak, çekici olanca süratle Ejderin kafasına çaldı.

 

Bir tek darbede, Türkuaz Gölün Cisimsiz Ejderi çığlık atmaya bile fırsat bulamadan yere yığıldı. Yere öyle bir şiddetle tosladı ki, zeminde on metre yarı çapında, çanak şeklinde bir çukur oluştu. Jahar’ın ağzından, bir hayret nidası döküldü:

 

“Bu, bu da ne ya?”

Yuuki cevap verdi: “Ejderdişi silahlarından biri. Hantal ama tahrip gücü çok yüksek bir alet.”

 

Elbette, böyle bir silahı kullanan kişinin kol kuvveti de normal olamazdı.

“Böyle karşılaşmalarda: Uzun süredir görüşmedik, denir değil mi? Lea.”

“İnsanlar arasında adet öyledir. Yuuki… epeyce büyümüşsün.”

“Silahşorluğu bırakalı beş yıl geçti ne de olsa.”

 

Bu kızla en son karşılaştıklarında, Yuuki on üç yaşında bir çocuğun görüntüsüne sahipti. Lea ve Yuuki konuşurlarken, ejderi ezip öldürmüş kız yürüyerek geldi. Elinde, Ejderle yaptığı dövüşten ganimet olarak, bir Ejderdişi taşı tutuyordu.

 

“Bravo sana, Sera. Ah, şu üçüyle yeni tanışıyoruz değil mi? Kendimizi tanıtalım. Ben Lea’yım. ‘Göğü Tutan Tanrıça’. Bu narin kız da, Serafine. Benim Silahşorum. Tanıştığımıza memnun oldum, çömezler.”

“Gök mü?” diye bağırdı Kaiya. “Şey, şu anda en büyük Halif Birliği’ne sahip olan… kişi misiniz?”

“Bu doğru mu, Efendi?”

“Bak şimdi! Böyle şeyleri bilmen gerekir. Bizim dükkan Kutsal Emanetler satıyor, hangi Halif Birliğinin durumunun ne olduğunu bilmek önemlidir.”

“Stephan Kloze’un bağlı olduğu birlik dersem, anlarsın sanırım.” dedi Lea. Bakışlarını, yüzünde sert bir ifadeyle bekleyen Jahar’a çevirdi. “Bizim birlik eskiden şu beyi de misafir etmişti sanırım?”

“Bunu biliyordun ama birliğe katılmama göz yumdun, öyle mi?” dedi Jahar.

“Hımm? Ne olmuş yani? Bana Kutsal Emanet getireceksen ha Araştırıcı olmuşsun ha Silahşor, ne fark eder? Ama o ufak şakanı çok ileriye götürseydin, sana o zaman müdahale ederdik.”

 

Jahar’ın suratı: Bu kızdan hiç hoşlanmadım, diyordu. Yuuki, Jahar’a hak verdi. Lea’yı tanıyordu. Kıza karşı bir düşmanlığı yoktu. Ama o da Lea’dan pek hoşlanmazdı. Lea’nın ne düşündüğünü okumak hep çok zordu. Eğlenmekten hoşlanan bir kızdı bu, heyecan için her şeyi yapabilecek bir yanı vardı. Üstelik kafası da çok hızlı çalışırdı, onunla başa çıkmak güçtü.

 

Yani, düşmanı olsanız da dostu olsanız da, başınıza çok dert açacak birisiydi.

 

“Eee, bu Labirent’e ne yapmaya geldin bakalım, ‘Göğü Tutan Tanrıça’ hazretleri?” dedi Yuuki.

“Geldim çünkü birisi beni çağırdı. Elfride… yani ‘Yıldızları Parlatan Tanrıça’ bir işler karıştırıyor, diye duyduk. Kendimize Araştırıcı süsü verip buraya indik. ‘Altıncı Tanrıça’ hakkında bildiği şeyleri nereden öğrendi; ve ona ne yapmayı tasarlıyor diye merak ettim. Ah, bu arada…”


Lea parmaklarını şaklattı. Ve derisinde görülen yara izleri kayboluverdi. Çok ustaca bir aldatmacaydı bu. Elbette, Araştırmacı olarak çalışmış birisinin tek bir yara izinin bile bulunmaması derhal şüphe uyandırırdı. Lea, bu yüzden kendini sahte yaralarla süslemişti.

 

Serafine’in büründüğü medyum kılığı da sahteydi. Yuuki’nin bildiği kadarıyla Serafine, asıl gücünü eline yakın dövüş silahları alınca gösteren bir savaşçıydı. Fakat vücudu çelimsiz görünürdü, o narin vücut büyük bir fiziksel gücü, sihir becerisini ve zekayı saklıyordu. Herhalde sıska Serafine canavarlarla boğuşmaya başlasa, normal insanlar onda bir acayiplik olduğunu anlardı.

 

“Hem kendin insanların gözünü boyayıp şehirde geziyorsun, hem de aynı şeyi başkaları yapınca gıcık oluyorsun…” diye belirtti Yuuki. Alfredo bunu duyunca hafifçe gülümsedi.

“Elbette ki.” dedi Lea. “Ben kendimi şımartmayı severim ama başkalarına karşı katıyımdır.” diye karşılık verdi Lea hiç utanmadan. “Ama beni yanlış anlamayın. İlk başta sizi ve Albertina’yı gözetlemek gibi bir niyetim yoktu. Senin ‘Altıncı Tanrıça’yı bulup evlat edinmen, yaşlı ustanın seni alıp evlat edinmesi gibi, bir tesadüftü. Ama casuslarım bana olayları haber verince, çok ilgimi çektiniz…”

“Demek ilgini çektik…”

“O yüzden sizinle konuşmaya geldim işte. Ve bir de teklif sunmaya…”

Lea neşeyle gülümsedi.

“İttifak kurmaya ne dersiniz? Altıncı Tanrıça ile Tacında Ay Parlayan Tanrıça arasında.”