18.06.2020
SON KISIM
Çevirmen: Alper
SON KISIM
Labirent’in girişine bakan bir tepenin
doruğu. İçeride olup bitenleri seyretmekte olan Elfride dudağını ısırdı.
Yenilgiye uğradım.
“Ay” tanrıçasını ve Silahşorunu kullandığı
halde, üstüne bir de Cisimsiz Ejder yolladığı halde, sonuç başarısızlık
olmuştu.
“Göğü tutan tanrıça”nın bu işe burnunu
sokabileceğini düşünmemişti. Hangi yolla olursa olsun, Yuuki’yi ve Tina’yı
yeryüzünden silmeye kararlıydı… ama, şu koşullar altında elinden bir şey
gelmezdi. Şu anda, Halif Birlikleri arasında en kuvvetlisine sahip olan “Gök”
tanrıçası ile başa çıkması imkansızdı.
“Kai, geri çekiliyoruz. Tapınağa döneli…”
“Ohooo, iş işten geçti bile.”
Elfride bu rahat sesin kaynağına
döndüğünde, gözleri iri iri açıldı. Karşısında, üç siluet belirmişti: ‘Göğü
Tutan Tanrıça’ Lea; ve onun yanında Yuuki ile Tina.
“Başarısız olunca, bir sonraki adımı hemen
atman gerekir. Karar vermekte bu kadar gecikirsen, inisiyatifi düşmana
kaptırırsın, Elfride.” Lea böyle söyleyerek gözlerini, Elfride’nin sağ elindeki
cisme çevirdi. “Şimdi anlaşıldı… Hiçliğin Sır Kutusu’nu
kullanmışsın. Labirent’le oyun olmaz halbuki. Zavallı araştırıcıları ne kadar
üzdüğünü biliyor musun?”
Elfride nihayet ağzını açtı:
“Burada olduğumu nereden…” Jahar’la
arasında kurduğu bağ sayesinde, Labirent’te olup bitenleri gözleyebilmişti.
Eğer Jahar, kendisinin nerede olduğunu onlara söyleseydi Elfride bunu hemen
anlardı ve kaçardı.
“Labirent’e önce Jahar’ı sonra da o
canavarı ışınladın. Üstelik güçlerini, Jahar’ın gözünden içeride olup biteni
seyretmek için kullandın. Kutsal Güç’ü bu kadar cömertçe saçarsan, yerini de
belli etmiş olursun.”
“…Demek öyle. Yaşlılar daha deneyimli
oluyor tabii.” Nasıl insan medyumların bazısı kerametleri daha ustaca
kullanıyorsa; tanrıçaların mucize gösterme becerileri arasında da farklar
vardı. Beş tanrıça (hayır, altı) arasında en uzun süredir bu dünyada bulunan
kişi, Lea’ydı.
Elfride, serinkanlılığını tekrar
kazanmıştı. “Ee, ne yapmaya geldiniz buraya?”
“Ne biçim soru o öyle?” diye yanıt verdi
Yuuki sert bir suratla. “Biz, senin yüzünden öldürülüyorduk az daha.”
“Neticede düşmanız. Ben size saldırmak için
nasıl bir yöntem kullanırsam kullanayım şikayet etmeye hakkınız yok bence.
Ayrıca, benim öldürmeye çalıştığım şey ‘Kıyametin Yılanı’. İnsanları ve dünyayı
korumak istiyorsak, o varlığın yaşamasına izin veremeyiz.”
Elfride hem konuşuyor, hem de kaçacak yol
arıyordu. Güvenli bir yere ışınlansa bile, Lea peşinden gelirdi herhalde. İş,
mucizeleri kullanmaya gelince Lea kendisinden çok daha üstündü.
Öyle bile olsa…
Yuuki’de bir kan dökme isteği yok gibiydi.
İntikam almak ister gibi görünmüyordu. Elfride, Hakikaten ne yapmaya
gelmiş bunlar, diye düşünürken; üçlünün arasındaki ufak tefek kız, Tina,
öne çıktı.
“Seni ilk defa görüyoruz, ‘Yıldızları
Parlatan Tanrıça’ Elfride. Biz, Albertina’yız. Bir tapınağımız filan yok
galiba, o yüzden bize ‘Şehirde Oturan Tanrıça’ diyebilirsin.”
“………”
“Tanrıçalar birbirleriyle dövüşürler. Tina
da böyle bir savaşa girmek zorunda olduğunu biliyor. Ancak… hiçbir şeyden
haberi olmayan birine saldırmak bağışlanacak şey değil. Tina, şu… Kı, kı…
‘Kısmetin Yılanı’ denen şey mi?” dedi Tina, kelimeyi doğru söyledim mi dercesine
Yuuki’ye bakarak.
“O dediğin, bayağı neşeli bir yılan olsa
gerek. Kıyamet diyeceksin, Kıyamet.”
“Hı-hım. ‘Kıyametin Yılanı’ filan değiliz
biz. Bu yanlış anlaşılma ortadan kalktığına göre, bundan sonra ne yapacağımızı
konuşalım.”
“Hangi çiçek bahçesinde büyüdün de bu kadar
iyimser olabiliyorsun?” dedi Elfride. Yuuki başını salladı, ister istemez bu
kıza hak vermişti.
“Ama…”
Yuuki, itiraz dolu bir yüzle konuşmaya
başlamış minyon tanrıçanın başına elini koydu ve gülümsedi:
“Benim şimdiki görevim, bu kızı korumak ve
ona güvenmek.”
Elfride, Lea’ya baktı. “İnsan öldürmeyi
seven bir tanrıçanın, bu dünya için de insanlar için ne ne kadar büyük bir
tehdit teşkil edeceğini sen de bilirsin. Sen, bu ikisinin sözüne güveniyor
musun?”
“Kesinlikle güveniyorum!”
“Ortada hiçbir kanıt olmadığı halde mi?”
“Belki de vardır,” dedi Lea kurnaz bir
gülümsemeyle. “İyice bir düşün bakalım, Elfride. Sen bile fikir yürütmeyi
becerebilirsin, değil mi? Sence, eğer ben bu Tina denen kızın ‘Yılan’
olmadığına kesinlikle inanıyorsam bunun sebebi ne olabilir?”
“…!” Elfride nefesini tuttu. Dünyada, kimin
‘Yılan’ olup kimin olmadığını kesinlikle bilebilecek bir tek varlık mevcuttu.
Lea, yalnızca o varlığın ta kendisi ise…
“Anladın mı? Öyleyse sana istediğin kanıtı
göstereceğim.”
“Hii!” Kocaman bir sırıtmayla ileriye doğru
bir adım atan Lea’nın karşısında, Elfride iki adım geri çekildi. Ayağı bir kere
takıldı ve komik bir şekilde yere yuvarlandı. Lea’nın içindeki Kutsal Gücün
büyüdüğünü hissediyordu…
…ve ansızın, bir metal çınlaması işitti.
O ana dek sessizce, bir kenarda beklemiş
olan Kai, Lea’nın boynunu hedeflerek kılıcını savurmuş; bu hamleyi Yuuki, beyaz
kılıcı ile durdurmuştu.
“Bizim patronu fazla ürkütmeseniz daha iyi
olmaz mı?” Kai gülümsüyordu ve ses tonu çok nazikti. Ama gözleri ölüm
saçıyordu; rakibini hiç duraksamadan kesip biçebilirdi.
“Kuvvetli gibi davranıp blöf yapsa da,
kolay korkan biridir aslında.”
“Ya. Öyledir, bilirim. O yüzden ürküttüm ya
zaten.”
“Ah, yeter! Bu konuşma iyice arapsaçına
döndü sizin yüzünüzden, ahmaklar!”
Yuuki böyle bağırdı ve Kai’ın yeniden
savurduğu kılıcı, siyah hançeri ile karşıladı. Kai’ın elindeki silah, ‘Mor
Rüzgarın Çift Kılıcı’ denen aletti. Çok hafif ve çevik bir silahtı bu, sapının
her iki ucundan keskin birer kılıç namlusu uzanıyordu.
“Şimdilik şu kılıçları bir kenara bırakamaz
mısınız? Sadece ufak bir deneme yaptım. Bu arada, zahmetin için teşekkürler
Yuuki.”
Kai, yavaşça geri çekidi. Yuuki, damağını
şaklatarak kılıcını ortadan kaldırdı.
“Niyetin ne senin?”
“Böylece, her şey ortaya çıkmış oldu değil
mi? Şu tepkisine bakınca, bu kızın ‘Yılan’ olmadığı belli oluyor.”
“………”
Elfride, bir sınavdan geçirildiğini
anlamıştı. Utançtan yüzü kıpkırmızı kesildi. Evet, eğer kendisi ‘Kıyametin
Yılanı’ olsaydı düşmandan korkmaz, ürkek ürkek kaçmaya da kalkışmazdı.
“Ama sen de hiç duraksamıyorsun, ‘Yıldız’ın
Silahşoru. Eğer ben ‘Yılan’ olsaydım, sen şu an ölmüştün.”
“Öyle bile olsa, hiçbir şey değişmez. Bu benim
işim. Ne yazık ki…” diye omuz silkti Kai, usulca gülümseyerek. “Sırf ben
öleceğim diye, görevimi bir kenara atamam herhalde.”
“Kai….” diye mırıldandı Elfride. Gözleri
yaşlarla dolmuştu.
“Ah, evet. İnsanın başında yaramaz bir
çocuk olunca, ilgilenmeden duramıyor.”
“Aynen öyle.”
“………”
Nedense, herkes bu konuda aynı fikirdeydi.
Lea, çöken sıkıntılı havayı değiştirmek istercesine gülümseyerek:
“Korkuttuğum için özür dilerim,” dedi.
“Ben, Yuuki’nin söylediklerine güveniyorum çünkü o Muriel’i, yani önceki ‘Tacında
Ay Parlayan Tanrıça’yı tanıyordu. Bir diğer deyişle, onun davranışlarının
değişimini Yuuki yakından seyretti. ‘Yılan’ın bu dünyaya doğarak değil,
aramızdan birinin dönüşüm geçirmesiyle geldiğini bilecek deneyime sahip.
Önümüzde bir örnek var, eğer bir ‘Yılan’ arayacaksak sadece bu kızdan değil
hepimizden şüphelenmeliyiz. Sen de dahil olmak üzere, Elfride.”
“………”
“Bu durumda, geçmişte neler olduğunu ve
bundan sonra neler yapmamız gerektiğini açıklığa kavuşturmak için, Yuuki’nin
deneyimine ve bilgisine ihtiyacımız var. Onun öldürülmesi işime gelmez
doğrusu!”
“İşte bu Elfride’nin hoşuna gitmedi, eminim
ki.” diye söze karıştı Yuuki. “Dünya için, insanlar için demesine bakma. Bu ne
yaptıysa, sonuçta korkudan ve öfkeden ötürü yaptı. Suçlarına mantıklı birer
bahane uydurarak o duygulardan kurtulamaz.”
“Ne!” Elfride’nin tepesi atmıştı. Ayağa
fırlayarak:
“Sen mi, sen mi söylüyorsun bunu! Beş yıl
önce, gözümün önünde tüm Halif Birliğimi katleden sendin, sen ve senin o
tanrıçan!”
Tina, Yuuki’ye kaygılı bir bakış fırlattı.
Yuuki, yüzünü hiç değiştirmeden iç çekti.
“Eh, öyle. Af dilememi istiyorsan, dilerim.
Ama beni bağışlayabileceğini sanmıyorum. Aslında, beni bağışlamaya hakkın
olduğunu da sanmam. Kimsenin öyle bir suçu bağışlamaya hakkı olamaz. Dahası…”
Yuuki, alçak sesle devam etti. “Bugün aynı durumda kalsam, yine aynı şeyi
yapardım. O günlerde, benim korumak istediğim şey bu dünya da, bu dünyanın
insanları da değildi. Dürüst olmak gerekirse, şimdi de çok umurumda değil
bunlar. Tabii ki, aynı olayları tekrar yaşamayı hiç istemiyorum. Sözlerim senin
hoşuna gitmiyordur herhalde, beni anlayabilecek olgunlukta değilsin henüz. Yine
de yürekten duyarak söylüyorum bunu: Tekrar aynı şeyleri yaşamanın düşüncesi
bile tiksindiriyor beni.”
“………”
“Kendimi tekrar etmek istemezdim ama,
sizler ve ben birbirimizin düşmanıyız. Bundan sonra da, eğer bizim hayatımıza
kast edecek olursanız, ben de tüm gücümle sizinle savaşırım. Ancak… bir ortak
noktamız var. Sen de ben de, ‘Yılan’ ile tekrar karşılaşmak istemiyoruz.”
“Buna itiraz etmem doğrusu…”
Yuuki’den de, ‘Yılan’dan da nefret ediyor
ve korkuyordu. Ama, duygularına teslim olup bu savaşa devam etmek, tanrıçalığa
yakışmayacaktı. “Yaramaz çocukların” bile gururu vardır.
“Pekala. Öyleyse konuşalım. Zaten konuşmak
için gelmiştik… ama önce bir soru soracağım. Sen neden bu dünyayı korumak
istiyorsun?”
Elfride kaşlarını çattı. Bu ani sorunun
manasını anlayamamıştı.
“Dünyayı da insanları da korumamız
gerekiyor değil mi? Bu tanrıçaların görevi çünkü.”
“İşte burada bir acayiplik var. Hey, Tina.”
“Ne var, Efendi?”
“Bu dünya, mutlaka korunması gerekecek
kadar güzel mi? Ve bu dünyadaki insanlar?”
“Elbette,” diye kestirip attı kız, cevabı
bu kadar belli bir soruyu neden soruyorsun dercesine. “O yüzden, tanrıça olarak
onurumuzu ortaya koyup dünyayı korumak istiyoruz.”
“Siz de mi aynı fikirdesiniz?” dedi Yuuki,
Lea’ya ve Elfride’ye bakarak.
“Eh, öyle.” diye onayladı Lea. Elfride de,
başını hafifçe öne doğru salladı.
“Anlaşıldı. Bunun ne kadar garip bir durum
olduğunun farkında bile değilsiniz.”
Üç tanrıça da, şaşkın gözlerle birbirlerine
baktılar.
“Ah, onu yanlış anlamayın. İnsanları
korumak istemekte tuhaf bir şey yok. Acayip olan, bu isteğin nedeni.”Konuşan,
tanrıçalardan biri değildi. Kai’dı: “Adeta tersine düşünür gibisiniz.”
“Aynen öyle,” dedi Yuuki. “Dünya çok güzel,
öyleyse onu koruyacağım. Böyle bir mantığı anlarım. Ama, siz böyle
düşünmüyorsunuz. İçinizde doğuştan gelen bir koruma isteği var, dünyayı o
isteğe göre yargılıyor ve güzel buluyorsunuz. Yani sizin kafanızda karar,
sebepten önce geliyor.”
“Bunu biraz daha kolayca anlatabilirdin…”
dedi Tina anlamamış bir yüz ifadesiyle.
“Dediğim şu: Normalde, daha doğar doğmaz:
‘Bu dünya harika bir yer,’ diye düşünmeniz imkansız olmalı. Çünkü böyle
düşünmek için önce dünyayı görmeniz gerek. Ama siz, daha doğduğunuz andan
başlayarak dünyayı korumak istiyorsunuz.”
Elfride’nin gözünde, o istekte sıradışı
veya yanlış olan hiçbir şey yoktu. Bir tuhaflık var mıydı sahiden? Durup
düşününce, Yuuki’nin ne demek istediğini anlıyordu ama kafası, ona hak vermek
elinden gelmiyordu.
“Ne ironi ki, doğuştan gelen bu görev
duygunuz olmasaydı dünya yok olup gitmişti.”
“Öyle de, bu zaten dünyayı koruyalım diye
Göksel Tanrı’nın bize verdiği bir emir…”
“Öyle olsa, hepiniz arkadaşça el birliği
eder, bu dünyayı korurdunuz. Olur biterdi.”
Elfride uzun uzun düşündü. “Bab-ı Ali labirentinin
en alt katında, bir başka dünyaya açılan bir kapı varmış. Ve o kapıyı sadece
bir tanrıçadan başka hiç kimse açamazmış. Üstelik muazzam miktarda Kutsal Güç
gerekliymiş o kapıyı açmak için. O yüzden…”
“Savaşıp birbirinizden Kutsal Güç
çalacaksınız. Ama bunun için savaşmaya gerek yok ki. Aranızdan birine o görevi
verseniz de olur. Eğer tek amacınız, insanları kurtarmaksa tabii.”
“Ama ben, gerçekten de insanları kurtarmak
istiyorum!”
“Ondan şüphem yok.” dedi Yuuki alçak sesle.
“Senin bana ve ‘Kıyametin Yılanı’na karşı duyduğun nefret ve korku, laftan
ibaret değil. Ama sen, işi kuralına göre savaşmayı seçtin. Kentin ortasında
bize saldırmadın, Labirent’e girdiğimizde bizi diğer araştırıcılardan ayırdın;
üstelik bizim ekibin bir su kaynağı bulmasını sağladın. Bu kadar dolambaçlı bir
plan yaptın, çünkü tanrıçalardan ve Silahşorlarından başkasını savaşa
karıştırmaktan kaçınıyordun. Öyleyse, söyle bakalım:” Kelimeleri tek tek, ağır
ağır söylemeye başladı. “Böyle kişiler olduğunuz halde, neden birbirinizi
öldürüyorsunuz? Neden bu dünya, adeta savaşmaya elverişli meydan olsun diye
yaratılmış bir yer?”
Elfride cevap vermedi. Bu soru, onu ruhunun
derinliklerinden sarsmıştı.
“Kıyametin Yılanı da aynı amaca hizmet
ediyor. O varlığın yüzünden…”
“Tanrıçaların nasıl olsa
yenişemiyoruz deyip, savaşı bırakmaları imkansız oluyor.” diye cümleyi
tamamladı Lea. Yüzünde, her zamanki neşesinden eser yoktu. “Beşimiz bir araya
gelsek, hepimizin çıkarlarına uygun koşullarda bir ateşkes imzalasak bile,
‘Yılan’ ortaya çıkınca denge bozulacak; ve savaşmak kaçınılmaz hale gelecek.
Yılan, neticede bu amaca hizmet ediyor.”
“Neticede filan değil, bilinçli olarak bu
amaçla yaratılmış olmasın? Sanki birisi bu dünyayı, sadece ve sadece savaş için
tasarlayıp yaratmış gibi gelmiyor mu size?” diye sordu Yuuki, etrafındaki
herkese hitaben. “Kilise, bize tüm bunların Göksel Tanrı’nın eseri olduğunu
söylüyor. Ama sonuçta hiçbiriniz Göksel Tanrı ile karşılaşıp, ona ne düşündüğünü
sormadınız.”
Kimse cevap vermedi. Evet, Kilise böyle bir
öğretiyi yayıyordu. Ve tanrıçalar, bu öğretiyi bilerek ve ona inanarak dünyaya
geliyorlardı. Ama tanrıçalar bile Göksel Tanrı’yı hiç görmemişti.
“Keşke ona danışıp soru sormamız mümkün
olsa. Ben, Miriel’in başına neden öyle bir şey geldi diye sorardım.” Çok usulca
konuşuyordu ama sesindeki üzüntü ve öfke, yine de hissedilmişti.
Yuuki, ‘Tacında Ay Parlayan Tanrıça’
Miriel’in hizmetindeyken kimseyle konuşmamıştı. Elfride’nin araştırıcılarını
öldürüp, nefrete layık kötülükler yapmış bir Silahşor… olarak tanınmıştı.
Nedense, kendimi ihanete uğramış gibi
hissediyorum…
“Beş yıl boyunca, Labirent’ten uzak durup
sürekli düşündüm.” dedi Yuuki. “Bu soru aklımdan hiç çıkmadı. Ben, dünyaya veya
insanlarına iyilik yapmak gibi güzel bir niyetim yok. Ama, onun ölümünün
nedenini ve anlamını bilmek istiyorum.”
Tina, kafasını kaldırıp Yuuki’nin yüzüne
baktı. Yüzünde pek çok duygu, birbirini takip ediyordu. Ama Yuuki, ona da
diğerlerine de konuşma fırsatı vermeden, lafa devam etti:
“O yüzden, size ittifak öneriyorum. Savaş
kazanmak için değil. Bu berbat dünyayı reddedip, hep birlikte hayatta kalmak
için bir ittifak.”
* * *
EPİLOG
Ben, o oğlan çocuğuna şöyle demiştim:
Benim asıl isteğim, senin kalbinde yara açmak değildi.
Ama, senin kalbinde önemli bir yere sahip olabilmek beni mutlu etti. Biraz
da gururlandırdı, aslında. Bunu söyleyerek seni kırmıyorumdur, umarım.
Artık sen bir alet değilsin.
Bundan böyle, insan olarak, özgürce… yaşa.
Ve… o siyah hançeri, benim göğsüme sapla.
* * *
Yuuki, geçmişi hatırlamaya ara verip,
bakışlarını pencereden dışarıya çevirdi.
Hava çok güzeldi.
Güneş ışığı, insanın içini aydınlık
veriyordu. Yuuki, gerindi ve o günün işlerine başlamaya karar verdi. Ve, kapı
aralığından uzanıp tek gözüyle odanın içine bakmakta olan kızı fark etti.
“Ne yapıyorsun, Tina?”
“Imm… tez –tezgahın temizliği bitti,
dükkanı açalım demeye gelmiştik de, şey, Efendi düşünüyor gibiydi. Şe, şey, ne
düşünüyordun acaba?”
“Ah, öyle ya…” Eskiye dair berbat
hatıralarımı… diyecek hali yoktu.
“Kabuğumun altında yara kalmış mı diye
bakıyordum.”
“Yara mı? Tina hemen iyileştirir!”
Tina’nın yüzündeki ciddi ifade Yuuki’yi
güldürdü. “Ben iyiyim. Artık iyileştim zaten… biraz yara izi kaldı gerçi, ama
olsun.”
Halen mutlu değildi. Ama en azından, bir
zamanlar neredeyse aklını kaçırtacak kadar şiddetli olan acıları, artık
silinmişti. Bir yara ne kadar büyük olursa olsun, eğer öldürmezse iyileşirdi.
Dünyanın kuralı böyleydi.
“İ –iyileşmene sevindim. Ama, bir şey
olursa hemen Tina’ya söylemelisin. Tina mutlaka sana yardımcı olur. Kutsal
gücümüz az ama, bir şekilde, kesinlikle Efendi’ye yardım…”
Mırıl mırıl…
“İyi misin sen? Nedense bu aralar halin bir
tuhaf senin.” Tina, son günlerde bir canla başla çalışıyor; bir içine kapanıp
somurtuyordu. Duygularını kah parlayıp kah duruluyordu.
“Bir şeyim yok!” diye pat diye, yüksek
sesle bağırdı Tina.
Birkaç gün önceki konuşmada, ‘Göğü Taşıyan
Tanrıça’ Lea ile ‘Yıldızları Parlatan Tanrıça’ Elfride; ayrıca ‘Tacında Ay
Parlayan Tanrıça’ Kaiya, üçlü bir ittifak kurmuşlardı. İttifak demişken, bu
öyle karışık bir antlaşma değildi. Sadece, savaşa ara vermek üzerinde
anlaşmışlardı. Eğer birisi bu ittifaka ihanet edecek olursa, geri kalan iki
kişi onun ‘Kıyametin Yılanı’ olduğunu düşünecekti. Böylece, hiç olmazsa bir
süreliğine, Elfride başlarına dert açmayacaktı.
Geriye kalan tek şey, Lea’dan aracılık
yapmasını istemek; geri kalan tanrıçaları da anlaşma masasına oturtmaktı. Ancak
bu, ilerdeki günlerde yapılacak bir şeydi.
“Bana pek de bir şeyin yokmuş gibi
görünmüyorsun. Ağzındaki baklayı çıkar bakalım.”
“Şey…”
“Evet?”
“Eee, bakla… demişken… sen tek başına bir
şeylere üzülüp, tek başına bir şeyleri çözmeye çalışıyor gibisin, Efendi. Geçen
günkü ateşkesi de tek başına yaptın. Ateşkese çok mutlu olduk, orası ayrı ama…
şey, Tina, bir ortak olarak güvenmiyor musun?”
Küçük tanrıça, gözlerini kaldırıp Yuuki’ye
baktı.
“Öyle bir şey yok. Sen bana yeteri kadar
yardımcı oluyorsun.” Sırf gönül almak için söylemiyordu bunu. Biraz düşünüp,
ekledi: “Eğer merak ettiğin bir şey varsa söyle gitsin. Dürüstçe cevap
veririm.”
“Hımm… şey…” Tina, kendini epeyce
zorlayarak konuşmaya başladı. “Aklıma takılan şey, Efendi’nin... eski
tanrıçası. Araştırıcıları öldürdüğü doğru mu?”
Konuşmakta zorluk çekme sırası Yuuki’ye
gelmişti. Ama dürüstçe yanıt vereceğim demişti bir kez, öyle de yapmalıydı:
“…Doğru. Miriel, ‘Kıyametin Yılanı’ olduktan sonra, o ve ben içindeki öldürme
isteğini dizginlemenin bir yolu var mı diye düşünüp durduk.”
Miriel’in kana susamışlığını durdurmanın en
etkili yolu, onun birini öldürmesiydi. Ama Miriel, öldürmeyi reddediyordu.
Alternatif bir yol olarak Muriel, bir diğer insanın ‘ölümüne’ şahit olmanın,
geçici olarak öldürme hırsını yatıştıracağını düşünmüştü.
Yuuki, ‘Kar Kılıcının Kralı’ unvanını terk
edip, düelloda ona rakip olmaya istekli araştırıcılarla dövüşmeye başlamıştı.
‘Karanlık İblis’ diye anılmaya, işte o günlerde başlamıştı.
Fakat kısa süre sonra bu, Miriel’in kan
tutkusunu bastırmaya yetmez olmuştu. Böylece ikisi, Cisimsiz Mahluk avlamaya
girişmişlerdi. İnsan olmayan bir varlığa, kendi elleriyle ölüm vererek Miriel,
geçici olarak sakinleşebiliyordu. Kız, sağlıklı mantığı ve hastalıklı içgüdüsü
arasında sıkışıp kalmıştı. Bu durum ona çok acı veriyordu ama, Yuuki zorla da
olsa ona Cisimsiz Mahluk öldürtüyordu. Çünkü eğer günün birince, kendini
tutamayıp da bir insana zarar verecek olursa Miriel’in üzüntüden öleceğini
hissetmişti. Yuuki ne pahasına olursa olsun, öyle bir şeyin yaşanmasını
önlemeye çalışıyordu.
Muriel değişmiş de olsa, bir süre daha…
onun yanında olmasını istiyordu.
“Fakat bu gayretim çok kötü sonuçlandı. Bir
gün, derin katmanlarda bir Cisimsiz Ejder ile karşılaştık. Miriel, güçlerini o
canavara karşı kullanmayı denedi…”
Kocaman bir canavardı. Onu öldürebilseydi,
Miriel uzun süre kimseye zarar vermek istemezdi. En azından plan buydu… ama
ansızın çıkagelen bir grup adam, Cisimsiz Ejdere saldırıp onu yenmişti.
Bunlar, Elfride’nin adamlarıydı. Elfride
fırsat kollamış; Silahşor’unu ve Halif Birliği’nin büyük bölümünü, Kutsal Emanetler
arasında en kıymetlisini, yani Ejderdişi taşını almak için Cisimsiz Ejder’in
üstüne göndermişti. Ejderi onun adamları avlarsa, Ejderdişi taşı da onların
hakkı olacaktı.
Yuuki’nin gözünde taşın hiç değeri yoktu.
Sorun şu ki… Miriel’in öfkesi, kusulacağı hedefi kaybetmişti.
“Ekibin bir kısmı bize saldırmaya kalkıştı.
Aralarından birini öldürmeye karar verdim. Gözlerinin önünde birisi ölecek
olursa, Miriel’in öldürme isteği yatışır sanmıştım.”
Ama neticede hiçbir şey değişmemişti. Daha
kötüsü, Miriel’in “Yuuki’ye insan öldürtüyorum” diye düşünmesine yol açmıştı.
Bu düşünce, kızın içindeki kötülüğü serbest bırakmıştı.
Miriel’in gücü, çılgın bir kasırga gibi
serbest kalıp, göz açıp kapayana dek herkesi öldürmüştü. Yalnızca Elfride ve
Kai, tapınaklarına ışınlanıp kaçarak, kıl payı hayatta kalabilmişlerdi.
Miriel kendine geldiğinde, kendi hayatına
son vermeyi seçmişti.
Yuuki, kara hançerini savurmuştu. Ve Miriel
ölmüştü.
“İnsan olarak, özgürce yaşa… Son
sözü buydu. Çünkü özgürlük, benim biricik isteğimdi.”
“Bu istek yerine geldi mi?”
“Geldi. O, benim gülümsemeyi öğretti, mutlu
olmayı öğretti. Diğer insanlara yardımcı olmayı öğretti… ve sevilen birini
kaybetmenin acısını. Onu öldürdüğüm için acı çekebiliyorsam, bu benim
kesinlikle insan olduğum anlamına gelir.” Gülümsemeyi denedi ama yüzündeki
pişmanlık ifadesi kaybolmadı.
“Senin için gerçekten de çok önemli
biriymiş,” dedi Tina hüzünlüce.
“Sonrasını biliyorsun,” dedi Yuuki. “Boris
Amca beni evlat edindi; o günden beri Amca’nın bana miras bıraktığı bu
dükkanda, satış yapmayı sürdürdüm. Talim okuluna gittim, normal bir hayat
sürdüm.”
O günden sonra kuvvete de, değerli Kutsal
Emanetlere de, Ejderdişi silahını da ihtiyacı kalmamıştı. Ve kendi günahının
simgesi olan kara hançer dışında her şeyi fırlatıp atmıştı.
“Bugünden sonra da, aynı şekilde yaşamak
istiyordum.”
“İstiyordun, derken?”
“İsmi lazım olmayan biri yüzünden o plan
değişti, mecburen. Haydi, git de dükkanı aç bakalım.”
Yuuki, elini başına koyup saçlarını
karıştırarak tanrıçayı sevdi. Sonra da, iş yerine doğru yürümeye başladı.
“Ah, günaydın!” Franca yine dükkana
gelmişti. Günaydın, diye onun selamına karşılık verdi Yuuki.
“Kavga mı ettiniz?” diye sordu Franca, bir
Yuuki’nin yüz ifadesine, bir de Tina’nın yüzüne bakarak.
“Franca!” Yuuki daha cevap veremeden, Tina
gözünde yaşlarla Franca’nın üstüne atıldı. “Ço, çok güçlü bir rakibimiz varmış!
Bu durumda yenilgiden başka bir sonuca varılamaz! Çok sinirimiz bozuldu! Ne
yapmalıyız?”
“Ah…” Franca iç çekti. “Ne dediğini
anladım. Her şeyi kabullenecek kadar cesur olman gerek. Bu çok zor olacak, ama
başka şansın yok.”
“Neden bahsettiğini pek çözemedim ama,
buradan bakınca iyi geçinen iki kız kardeşe benziyorsunuz.”
Yuuki böyle söyleyince, iki kızın çok
tuhaf, çok da suçlayıcı bakışları onun üstüne odaklandı.
Geçen günkü olaylardan sonra Franca, Edgar
ve Selim’i kazasız belasız yeryüzüne çıkarmıştı. Tesadüfen araştırmaya çıkmış
Stephan’la karşılaşmış, yüzeye dönebilmek için ondan yardım almıştı.
“Bu arada, buraya gelirken ağabeyime
rastladım. Halif Birliğine devam etmeye karar vermiş, ona yeni bir ekip
vermişler.”
Görüşüne göre, kaderin ayrı düşürdüğü
ağabey ve kardeş, artık savaş baltalarını gömüyorlardı.
“Ağabeyimin yanında çok neşeli bir kız, bir
de çok sessiz bir kız vardı. Biri destek elemanı, diğeri ise medyummuş galiba.
Onlara bu dükkandan bahsettim, o yüzden yakında buraya uğrayabilirler.”
“Onları bekleyeceğim ama geleceklerini pek
sanmıyorum,” dedi Yuuki sıkıntılı bir gülüşle. Bu aralar dükkanda pek çok yeni
müşteri görüyordu. Edgar ve Selim, Talim Okulu’nun tatil olduğu günlerde
geliyorlardı. Elbette, bir şeyler almak için değil oynamaya geliyorlardı; o
yüzden onlara müşteri demek zordu.
Ve Kaiya ile Jahar’ı da gördüğü oluyordu.
Savaşa ara verildiğine göre, artık aralarında dayanışma da kurulabilirdi. Jahar
bulduğu Kutsal Emanetlerin bir kısmını buraya getiriyor; buna karşılık Yuuki de
ona bilgi veriyor ve diğer tanrıçalarla pazarlık yapmasına yardım ediyordu.
Aralarında bir tür ortaklık başlamıştı.
Kaiya, Silahşor’uyla halen çok terbiyelice
konuşuyordu ama, inadı Jahar’a söküyordu artık. Artık eskisi gibi ürkek
değildi. Hatta Jahar ona söz dinletemediğinden yakınmaya başlamıştı. Eh,
insanın göğsünden bir kez bıçak geçince; o bıçağı tutan kişiye karşı tavrı da
az çok değişirdi tabii.
Alfredo sık sık, sanki evine gelir gibi
dükkana geliyordu. Lea için çalıştığı, gözünü Yuuki’nin üstünde tutmakla
görevlendirildiği çoktan açığa çıkmıştı; ama hiç de utanmış gibi değildi.
Doğrusu, Yuuki de ona gücenmemişti; iş iştir deyip omuz silkiyordu.
Tina, tezgahlardaki malları düzenlerken
Franca ile sohbet etmeye başladı. Belli ki, bir tanrıça olarak Miriel ile
kıyaslanmak onu tedirgin ediyordu. Bu çok yersiz bir kaygıydı ama, Yuuki
‘endişelenme’ dese bile kızın duyguları değişmeyecekti. Ne yapmak lazımdı acaba?
Miriel ile beraberken, Yuuki böyle şeylere
kafa yormazdı. Tina ile arasındaki kurulan ilişkinin doğası çok farklıydı.
Tuhaf bir histi bu.
Tina’nın bağırarak söylediği sözleri
anımsadı:
Tanrıça Albertina, ölse bile Yuuki
Takamigahara’ya güvenecek!
Tina, bu sözleri Yuuki’nin duyduğunu
sonradan fark etmişti. O sözler sayesinde Yuuki, geçmişe bir sünger çekebilmiş;
yeni bir sayfa açabilmişti. Ve ‘Ölümün Siyah Hançeri’ni, daha iyi bir gelecek
kurmak için kullanmaya ant içmişti.
Miriel, Yuuki’nin destekçisi ve
kurtarıcısıydı. Tersine, Tina içindeki o müthiş enerjiyle Yuuki’yi ileriye
doğru çeken, bambaşka bir karakterdi.
Bir tanrıça öldüğünde yenisi doğardı. Ve
bir ‘Kıyametin Yılanı’ ölünce, yerine bir başkası gelecekti.
Neden bu dünya, böyle bir yer acaba? Bizim
için, öldürmekten başka yol yok mu?
Bu sorunun cevabını öğrenmek istiyordu. Hem
Tina için, hem de Miriel için.
“Efendi! Bu kılıcın etiketi düşmüş. Ne
kadardı fiyatı?”
“Dur bir bakayım…”
Abartılı bir tavırla dikkatini çekmeye
çalışan Tina’ya; ve kızın hallerini gülümseyerek seyreden Franca’ya doğru
yürüdü.
Yuuki Takamigahara tek başına dünyayı
koruyamazdı. Ama, hiç olmazsa bu manzarayı korumayı yürekten diliyordu.
‘İnsan’ ve ‘Alet’ arasındaki fark buydu:
İnsanlar, acı nedir bilen varlıklardı.
Yuuki, artık kimin tarafından, hangi amaçla
kurulduğu belirsiz bir sistem için, değer verdiği kişilerin kendisinden
çalınmasına dayanamazdı.
O yüzden… bu dünyayı, kendi elleriyle
değiştirmeye yemin etti.
-SON-