18.06.2020

I - ÇOCUKLARIN ARAŞTIRMA SEFERİ

resim
Çevirmen: Alper

  Küçük kız, usulca soluk alıp vererek uyuyordu. Yaşı, on iki, on üç civarındaydı. İpek gibi altın saçlarla çerçevelenmiş sevimli bir yüzü vardı. Yüzünde mutlu bir ifade vardı, herhalde rüyalar ülkesine keyifli bir yolculuk yapıyordu.

 

  Ve genç bir adam, kollarını kavuşturmuş sessizce bu manzarayı seyrediyordu. Yaşı, yirmiye yakındı. Boyu ortalamanın biraz üzerindeydi ve saçları kapkaraydı. Kısa bir süre sonra, genç adam –Yuuki– derince iç çekti. Kızın saç baş darmadağın yığıldığı dükkan tezgahının üzerinde, ufak bir salya birikintisi oluşmuştu. Dükkanı ona emanet edip dışarı çıkmıştı ya, kızın işe yaramazlığına gıcık olmuştu doğrusu.

 

  “Hey, Tina. Albertina!”

  “Ummm…” Kızın burnundan uykulu bir inilti çıktı.

  “Dükkana göz kulak olma işi ne oldu? Dük-kan diyorum!” Elini uzatıp kızı hafifçe sarsaladı. Bu kez, “Immm…” diye, “Hııım…” diye, anlaşılması imkansız sesler geldi kızdan. Halen uyanma belirtisi göstermiyordu. 

  “………”

  Yuuki biraz düşündü, sonra kızın kulağının dibine yaklaştı. Sonra, ciğerlerini dolduran derin bir nefes aldı:

  “Uyaaa…”

  “Oh, sabah mı oldu?” Kız birden doğruluverdi ve kafası, Yuuki’nin çenesinin tam ortasına tosladı.



  “Özür dileriz, Efendi.” Yemek odasında bir sandalyeye oturmuş olan Tina, utançla süklüm püklüm olmuştu. “Kötü niyetimiz yoktu. Şey, birdenbire uyanınca o heyecanla…”

  “…Bana istemeden kafa attığını kabul edebilirim.” Yuuki, sert bir ifadeyle morarmış çenesini ovuşturdu ve devam etti: “Ama işi ihmal etmeni affedemem. Sen, ‘hiç olmazsa dükkana göz kulak olabiliriz’ dememiş miydin? Çok kendine güveniyordun bunu söylerken, suratında da beni salak belleme diyen bir ifade vardı.”

  “Uhh…”

  “Tek mesele senin yüzünden birkaç müşteri kaçırmak olsa, haydi neyse. Son günlerde hırsızlar da, kirli yöntemlerle çalışan araştırıcılar da çoğaldı. Dükkanımızdaki mallar çalınacak olursa ne yapacaksın?”

  “Aaa…”

  “Başımıza öyle bir şey gelirse yüzlerce, binlerce dinar zarara uğramamız işten bile değil. Bir iki ay yemeden içmeden tasarruf yapsan bile o zararı karşılayamazsın.”

  “Ühüüü…”

  “Ayrıca, ‘Sabah mı oldu?’ da ne demek oluyor yahu? Normal insanlar gece uyur sabah uyanır öğle vakti çalışırlar. Şimdi saat tam öğle. Çalışma zamanı.”

  “Şey, o şu yüzden: Sen, bizim güneşimiz oluyorsun…”

  “…Ha?”

  “Ey, sevdiğim insan! Seninle karşılaşıp suretine bakınca, bizim için gece aydınlanıyor ve sabah oluyor!”

  “………” Yuuki kaşlarını çattı. “Baştan beri acayip birisi olduğunun farkındaydım ama sen kafayı iyice kırmışsın.”

  “İşe yaramadı galiba.” Tina’nın omuzları çöktü. “Halbuki ne kadar da duygusal replikler seçmiştik.”

  “Bir öyküden mi okudun?”

  “Evet. Tina, Franca’dan bir kitap ödünç aldı. Bana söylediğine göre aşk romanı diye bir kitap türüymüş. Oldukça ilginç bir kitaptı, o yüzden gece uyumayıp o kitabı bitirdim.”

“Demek bu yüzden ayakta uyuyordun.” Yuuki, çok yorulmuş gibi masanın üstüne yığıldı. “Ah, unut gitsin. Artık içimden sana kızmak gelmiyor. Öğle yemeği yiyelim.”

“Oh, iyi fikir. Yardım ederiz, yardım ederiz. Yemek, hayatın tuzu biberidir. Pırıl pırıl bir mutluluk anıdır.”

 

Yuuki, sevinçten yerinde duramayan Tina’ya bakıp iç çekti: “Zaten şimdi yüzleştiğimiz tehlikeyle kıyaslanınca, dükkan başında uyumak çok önemsiz bir sorun kalıyor.”

“Hımm? Kulağa hiç de hoş gelmeyen bir şey söyledin. Bir şey mi oldu? Bize söyleyebilirsin. ‘Şehirde Oturan Tanrıça’ Albertina seni dinleyecek, tavsiyede ve yardımda bulunacaktır.” Tina, sıska göğsünü şişirip karizma yapmaya çalıştı.

“…Pekala. Öyleyse, sana danışmama izin ver lütfen.”

“Olur olur.”

“Şimdilerde, ben ekonomik olarak krizdeyim. Sıkıntının esası, dükkanın iyi yönetilmiyor olması.”

“Her gün bir önceden daha iyiye gitmeliyim, diye düşünmelisin. Dükkan her gün birazcık daha büyümeli, senin tacir olarak sahip olduğun beceri biraz daha gelişmeli; başka her şeyi bir kenara bırakmalısın. Bize sorarsan sende acelecilik huyu var, Efendi. Sorunlara çözüm ararken: ‘Bunu adım adım, fakat sağlam adımlarla aşacağım’ diyerek düşünsen daha iyi olmaz mı?”

“İşler böyle kesat giderse yarından itibaren senin ve benim yiyeceğimiz yemekleri üçte iki oranında azaltmamız gerekecek.”

“O zaman problemi hemen bugün çözmelisin!” dedi Tina telaşla.

“Hemen çözmek mümkün olsa tasalanır mıydım sanıyorsun?”

“Na –nasıl olur? Hayır, telaşlanma, sakinleş Efendi. Ne, neden böyle bir duruma düştük ki?”

“Sakinleşmesi gereken sensin. Nedeni çok basit, paramız bitti de ondan. Bugün, Beş Kutsal Kilise’ye vergi işini halletmeye gittim. Birikmiş vergi borcunu ödedikten sonra cebimde neredeyse hiç para kalmadı. Üstelik geçenlerdeki o hırgür sırasında bir sürü değerli eşya kullandım. O da çok cebimi yaktı doğrusu.” Yuuki’nin omuzları düşmüştü. “O yüzden, evdeki yiyecekler bitince sen ve ben açlıktan öleceğiz. Yo, bir dakika, sana bir şey olmayacak tabii. Sen tanrıçasın ne de olsa.”

“Keşke bir şey olmayacak olsa! İş ölüme varmaz belki ama karnın açken sen ne hissediyorsan, ben de aynısını hissederim Efendi. Bu hoş bir durum değil, hem de hiç hoş değil.”

“Ben de hoşlanmıyorum durumdan.”

“………”

“Şey, elinden bir şey gelmez mi? Yapacak bir şey yok mu?”

“Sen bana tavsiye verecektin, unuttun mu? Tek yol, satacak nemiz varsa satıp parasıyla biraz idare etmek. O bile ancak bir ay geçindirir bizi. Satmak için yeni mallar alamayacağız, bu da gelirimizin daha da düşmesi demektir. İçinden çıkılmaz bir kısır döngüdeyiz yani.”

 

Yuuki, Labirent araştırıcılarına yönelik bir dükkanı işletiyordu. Tabelasında: “Boris’in Dükkanı” yazan bir yerdi burası. Bu dükkanı önceki sahibinden miras almış, ismini değiştirmemişti. Alıp sattığı şey, Labirent’te keşfedilen ve tuhaf güçlere sahip olan aletlerdi –yani Kutsal Emanetler. Ayrıca silah, zırh ve miğfer, yaraları iyileştirmek için ilaçlar, bandaj vesaire gibi, bir araştırıcının ihtiyaç duyacağı eşyayı da satıyordu.

 

Şifalı otları kendisi toplayabilirdi ya, nakit sıkıntısına girerse mal alımı yavaşlardı, Kutsal Emanet alıp satmak da imkansızlaşırdı. Böyle bir duruma düşmek demek, çok geçmeden dükkanın kapısına kilit vurmak zorunda kalmak demekti.

 

“Do, doğru ya! Efendi Labirent’e inip değerli eşyalar bulup çıkarsa sorun çözülür! Ejderdişi taşı silahı ile Efendi’nin savaş becerisi bir olduktan sonra, en derin katmanlara kolayca…”

“Olmaz.” dedi Yuuki kesin bir sesle.

“Ne –neden?”

“Bir kere, zavallı dokuzuncu sınıf bir araştırıcıdan ibaret benim gibi birisi, o kadar yüksek seviyeli bir Kutsal Emanet ile görülecek olursa herkesin kuşkusunu çeker. Silahı satıp paraya da çeviremem. Nereden geldiği belirsiz bir Ejderdişi silahı söz konusu. Satmaya kalksam, müşteri ya silahı almayı reddeder; ya da bir şeyler sakladığımızı sezer ve bundan faydalanmaya çalışır. Gerçek kimliğimizin ortaya çıkması senin de işine gelmez, benim de işime gelmez değil mi?”

“Üf ya…”

“İkinci ve daha önemli neden de şu: Canım istemiyor.”

 

Tina, sanki kulaklarına inanmıyormuş gibi kaşlarını çattı: “Ne dedin?”

“Basitçe söylersek, ben bu dükkanı kendi tüccarlık becerimle ayakta tutmak isterim. Dara düşünce Ejderdişi silahına ve savaşçılığa bel bağlayacaksam, tüccarlığımın ne anlamı kalır? Hele başımıza gelen son olaylardan sonra, tüccarlığı bir kat daha sevmeye başladım.”

“Her böyle acayip konularda inatçılık ediyorsun…” diye surat astı Tina. “Şu işe bak. Silahşorun, tanrıçasını aç bıraktığı nerede görülmüş?”

“Ben resmi olarak senin Silaşorun değilim, biliyorsun. Ayrıca bu dükkanda ben patronum, sen maaşlı çalışansın. Yani benim kararım, senin için emirdir.”

“Eğer bu dünyada: ‘Aç kal’ diye bir emir verecek patron varsa bile, çalışanları onu çabucak devirir herhalde.”

“………”

“………”

İkisinin de birbirlerinin gözünün içine sert sert baktığı, gergin bir sessizlik oldu.

“Tanrıça Albertina’nın buyruğudur: Derhal yiyecek bir şeyler alınsın.”

“Dinlemiyor musun, tüm problem yiyecek almanın imkansız olması zaten.”

“Mümkün, pekala mümkün! Efendi bencillik etmekten vazgeçerse…”

“Şey… bakar mısınız?” Bu çekingen ses odanın kapısından duyulunca ikisi de ağızlarını kapattılar. Tanıdık bir çehre, gencecik bir kızın çehresi, kapıdan bakıyordu. “Dükkan açıktı ama içeride kimseyi göremedim… sesinizi duyunca içeriye bir bakayım dedim ve… meşgulken rahatsız ettim galiba.”

“Yoo, sorun değil. Bir şey mi alacaktın, Franca?”

“Yok, önemli bir iş için gelmedim aslında… yakındaki bir dükkandan meyve sebze aldım da. Kendi başıma yiyemeyeceğim kadar çok almışım yanlışlıkla, birazını size versem diye düşünmüştüm…”

“Tanrı’nın işi bu!” Tina, gözleri pırıl pırıl parlayarak bağırdı. Franca, bu tepkiye çok şaşırmıştı. “Tanrı bize yardım eli uzattı, Efendi!”

 

Yuuki: Tanrılardan söz edene bak… bir tanesi sen oluyorsun yahu, diye düşündü ama bunu ağzıyla söylemedi tabii ki. Onun yerine, Franca’ya kibarca teşekkür etmekle yetindi.

 

*

 

Solitus.

 

“Büyük Yutucu” denilen bir Cisimsiz Boşluk tarafından istila edilmiş bir dünyada, sağlam kalmış en son şehir.

 

Bu şehir, inançla ayakta duruyordu. Tüm dünyayı yöneten Gökteki Tanrı’ya; ve onun emrindeki beş tane tanrıçaya: “Göğü Taşıyan Tanrıça”, “Güneşi Yükselten Tanrıça”, “Tacında Ay Parlayan Tanrıça”, “Yıldızları Parıldatan Tanrıça”, “Toprakları Koruyan Tanrıça” diye anılan beş tanrıçaya duyulan inançla.

 

Ve bu şehrin altında yayılan, dibi var mı bilinmez koskoca bir Labirent, diğer adıyla: Bab-ı Ali.

 

Doğaüstü güçler saklayan sayısız çeşitte cismin, yani Kutsal Emanetlerin ardına düşmüş sayısız yiğitler, gece gündüz demeden onları çetin sınavların beklediği bu yere meydan okurlar.

Kimisi, çabuk yoldan zengin olmayı hayal ettiği için.

Kimisi, tanrıçalara duyduğu samimi inanç için.

Kimisi, sadece ekmek parası kazanmak için.

Bu insanlara, araştırıcılar deniyordu.

 

Dokuzuncu Sınıf araştırıcı Yuuki Takamigahara, günün birinde Labirent’te baygın yatan küçük bir kız bulmuştu.

Ve o kız, varolmaması gereken altıncı tanrıçaydı.

 

*

 

“Ah, eyvahlar olsun.”

Öğle yemeğinden sonra, çay içerlerken durumu öğrenen Franca’nın duyguları, dürüstçe ağzından dökülüvermişti.

Kızın boyca, vücut yapısınca yaşına göre gelişkindi. Yüzünde hep biraz çekingen, utangaç bir ifade olurdu; çok uslu bir küçük hanım izlenimi veriyordu. Yuuki’nin dükkanının devamlı müşterisiydi, gelecek için umut vadeden bir araştırıcıydı. On altı yaşındaydı; ve daha geçen dün Üçüncü Seviye araştırıcı lisansına terfi etmişti. Bu kadar genç yaşta o rütbeye ulaşan insanlar nadirdi.

 

Bu arada, araştırıcılık dışındaki bazı alanlarda da üstün yetenekliydi. Demin yedikleri öğle yemeğini Franca yapmıştı. Getirdiği sebzelerle, tütsülenip kurutulmuş etlerle, harika bir üç kişilik yemek çıkarmıştı. Tadına diyecek yoktu, yemek bitince Franca sofrayı göz açıp kapayıncaya kadar toparlamıştı. Konu ne olursa olsun, kız Yuuki’den daha yüksek bir yerde duruyordu.

“Şey, yardım etmek için elimden gelecek bir şey varsa…”

“Şimdiden yeterince yardımını aldık. Eh, bizi düşündüğün için minnettarım ama bu benim problemim. Müşteri olarak benden bir şeyler satın alırsan, yeteri kadar destek çıkmış olursun. Yeterince Kutsal İnci var mı elinde?”

“Evet, bir medyum her şeye karşı hazırlıklı olmalıdır.” Franca gülümseyerek cevap verdi, sonra biraz telaşla ekledi: “Şey, ama elimdekilerin sayısı azalınca, yenilerini bu dükkandan alacağım. Elbette ki.”

 

Medyumlar, araştırıcıların bir türüydüler. Kutsal Gücü gönüllerince kontrol ederek saldırı, savunma ve iyileştirme amaçlı sihirli teknikler kullanan araştırıcılardı bunlar. Mucizevi güçlerin kristalleşmiş ve katılaşmış birer kaynağı olan, Kutsal İnci adlı cisimleri harcar; böylece aldıkları güç ile açığa sihirli kerametler çıkarırlardı.

 

“Sırası gelmişken… Bay Yuuki, sizi son günlerde okulda göremedim de...  hep devamsızlık mı yapıyorsunuz yoksa? Acaba, para sorunlarıyla boğuşmanız yüzünden mi?”

 

Solitus’da, araştırıcı yetiştiren birkaç adet okul vardı. Yuuki ve Franca, aynı yüksek düzey eğitim kursuna gidiyorlardı. Ayrıca Yuuki, zaman zaman geçici bir ek iş olarak, yardımcı öğretmenlik de yapıyordu. Başlangıç düzey kursa giden çocuklara ders veriyordu. Ancak, Franca’nın dediği gibi, bu aralar iki okula da hiç gitmemişti.

 

“Ah… türlü türlü işlerle meşguldüm, biraz…” Asıl sebep, kızın da söylediği gibi, para peşinde koşmaktan okula zaman ayıramamasıydı. Ama utanç verici bir şeydi bu, itiraf etmek içinden gelmemişti.

“Şey… yeni iş çizelgesi yayınlanmış da. Şöyle bir iş var: Başlangıç düzey öğrencilerle beraber, Labirent’e eğitim gezisine gitmek. Çocukları, sığ katmanlarda şöyle bir dolaştırıp getirmek. Bu iş için deneyimli bir ekip istiyorlar.”

“Öyle bir iş için ilan vermeleri sık görülen bir şey değil. Normale, öğrencilere göz kulak olmak, doğrudan okula bağlı çalışan araştırıcıların görevidir.”

“Ama geçenlerde, Labirent’te olan kazayı biliyorsunuz. O gün yaralanan ve halen tam olarak iyileşememiş bir sürü insan var. Okulun elinde yeterli sayıda araştırıcı kalmamış diye duydum.”

“Demek öyle…”

 

Bab-ı Ali denilen Labirent’te, “Cisimsiz Mahluk” lakabıyla anılan türlü türlü, cins cins canavarlar barınıyordu. Her canavar türü, Labirent’in kendine ait katmanda gezer ve oradan pek çıkmazdı, ama… bir ay kadar önce, Labirent’in derin katmanlarında yaşayan çok güçlü Cisimsiz Mahluklar, kimsenin bilmediği bir nedenle sığ katmanlara gelivermişlerdi. Durum bir şekilde kontrol altına alınmıştı ama bir sürü insan yaralanmıştı.

 

Bu arada, Yuuki ve arkadaşları da kendilerini olayların tam ortasında bulmuşlardı. Yuuki’nin şu anda içinde olduğu ekonomik krizin başlıca nedeni, o olaydı.

 

“Ücreti fena değil gibi. Üstelik geleceğin araştırıcılarıyla tanışmak, kaynaşmak için fırsat. Bu işi almanın çok faydası olabilir bence. Şey, eee… is, isterseniz ben de gelirim, Alfredo Usta’ya da rica ederim…”

“Olur.”

 

Gerçekten de Talim Okulu, cömertçe ödeme yapıyordu. Üstelik masrafları karşılamayı da vaad ediyorlardı, ödeme de iş biter bitmez yapılacaktı.

Dükkanı boş bırakmak istemiyordu ama, bu iş de düşünmeden reddedilecek gibi değildi.

“Biraz düşüneyim.” dedi Yuuki.

“Harika” diye mırıldanarak, zaferle yumruklarını sıktı Franca.


 

“Hı–hı, sebze, meyve, peynir de var. Bunlarla uzun süre doyabiliriz. Harika doğrusu. Franca sahiden kurtarıcı ilahemiz bizim!”

 

Franca evine dönmüştü, Tina suratında kocaman bir gülümsemeyle yiyecekleri karıştırıyordu.

“Bunu söyleyen tanrıça nedense hiçbir işimize yaramıyor…”

“…Tanrıçaların bile, duruma göre yapabileceği ve yapamayacağı şeyler vardır.”

 

Beş tanrıçaya, Solitus adlı bu şehirde ateşli bir imanla tapınılıyordu.

 

 Onların oluşturduğu bariyer sayesinde “Büyük Yutan” denen çözündürücü, yok edici varlık şehre yaklaşamıyordu; ayrıca doğal felaketlerin yaşanmasını önlüyor, iklimi kontrol ediyor, tarlaların bereketli hasat vermesini sağlıyorlardı. İnsanların güzelce yaşayacağı bir bölge oluşturmuşlardı.

 

Tanrıçaların mucizelerinin kaynağı olan şey, Kutsal Güç’tü. Tanrıçalar, bu gücü Kutsal Emanet denilen cisimleri vücutlarına alıp sindirerek toplayabiliyorlardı.

 

Umulmadık bir anda Yuuki’nin himayesi altına girmiş bu küçük kız, beş tanrıça ile aynı güçlere sahip altıncı bir kişiydi. Ama, şu an Kutsal Gücü neredeyse tükenmişti; elbette bir “Halif Birliği”, yani hizmetkarlardan kurulu bir ordusu da yoktu. Yani, kayda değer bir mucize gösteremeyecek haldeydi.

 

Gerçi, Yuuki’nin de dükkanı kurtarmak için mucizelere bel bağlamaya niyeti yoktu. Bu, esasında Yuuki’nin sorumluğu altındaki bir problemdi.

 

“Eee? Franca’nın zahmet edip bizim için bulduğu işi ne yapacaksın, Efendin?”

“İşi almayı düşünüyorum. Şu anda, toplu paraya çok ihtiyacımız var.”

“Öyle mi? Öyleyse, hayat standartlarımızın düzeleceğini umabiliriz!” diye, mutlulukla baş salladı Tina. “Bu işi başarmak için elinden geleni yapmalısın, Efendi!”

“Neden işi bana yıkacakmış gibi konuşuyorsun? Sen de benimle geleceksin.”

“Hı?” Tanrıça, iri iri açılmış gözlerini kırpıştırdı.

“Bu dükkanda çalışıyorsan, hiç değilse vasat bir araştırıcının sahip olduğu bilgileri ve becerileri edinmelisin. Bu görev sadece Başlangıç Seviye kursuna giden yavruların eğitimi için değil, senin eğitimin için de biçilmiş kaftan. Çalışanları eğitmek, dükkan sahibinin görevidir.”

“Tina… Tina bir araştırıcı değil. Tina, araştırıcılardan adak alması gereken birisi.”

 

Kutsal Güç içeren eserleri ele geçirmek zor bir işti. Normalde, Labirent’in derinliklerinde saklıydılar ve Cisimsiz Mahluklar tarafından korunuyorlardı. Bu cisimleri bulup yer yüzüne çıkarmak araştırıcıların göreviydi, Kutsal Emanetler arasından en iyi olanları seçilip tanrıçalara adak diye adanırdı.

 

Ne var ki, dünya tarafından bilinmeyen kaçak tanrıça Tina, insanların ona Kutsal Emanet armağan etmesini umabilecek durumda değildi.

 

“O cümleyi, sana adak adayacak birilerini bulduktan sonra söylemelisin.”

  “Ama Efendi, sen Tina’nın Labirent araştırıcısı olmaya hiç yatkın olmadığını biliyorsun! Biz savaşamayız, değil mi? Çok narin birisi değil miyiz? Hemen ayaklarımız ağrımaya başlayıp, ne olur bizi sırtında taşı diye ağlamaya başlamıyor muyuz?”

“Endişelenme. Öyle yaparsan popona birkaç tokat atar yürümeye gönüllü olmanı sağlarım. Hem sen, geçen ayki olayda kendi isteğinle Labirent’e gitmemiş miydin? O günkü cesaretine ne oldu senin?”

“O Franca’ya yardım etmek içindi…”

“Günün birinde yine sevdiklerine yardım etmek zorunda kalabilirsin. Şimdiden kendini geliştirsen iyi olmaz mı?”

“Off…”

“Ayrıca, senin sahibin olarak sana emir vermeye hakkım var. Bizimle beraber geliyorsun.”

“Anladım. Kendimizi bu göreve hazırlayacağız…” Tina üzgün üzgün başını eğdi, alçak sesle ve düşünceli bir tavırla mırıldandı.

Eh, biraz güçlenmesini istiyorum; yalan değil… diye düşündü Yuuki.

 

Fiziksel olarak Tina, yaşıtı olan kızlardan bile daha narindi ve kaslarını kullanarak çalışmaya hiç mi hiç yatkın değildi. Dağa, şifalı ot toplamaya gitmek bile kızı o kadar tüketiyordu ki günün geri kalanını dinlenerek geçirmesi gerekiyordu. Böyle giderse ileride çok zorluk çekerdi.

 

Ama Yuuki’nin, Tina’yı yanında götürmek istemesinde bir amaç daha vardı. Kızdan gözünü ayırmak istemiyordu. Eğer yanında olmazsa, kızı kötülüklerden koruyamazdı.

 

Tanrıçalara tapan Beş Kutsal Kilise’nin öğretisine göre, tanrıçalar el birliği ile kenti koruyorlardı, güya.

 

Fakat gerçekler başka türlüydü.

 

Tanrıçaların alnında, diğer tanrıçalara saldırmak, onları yerle bir etmek, Kutsal Güç toplamak ve birbirlerinden daha çok Kutsal Güç çalmak gibi acımasız bir kader yazılıydı. Göksel Tanrıça ünvanını kazanabilmek, insanlara yol göstermeye layık olduklarını ispatlamak, tanrıçalardan bir tekine nasip olacaktı –diğerlerini ezecek gücü elde etmek, onların tek yazgısıydı.

 

Tanrıçalardan biri hayatını kaybederse, birkaç ay ila birkaç yıl arasında bir süre geçtikten sonra, Kutsal Mabet’de bir tanrıça daha açığa çıkıverirdi. Bir tanrıçanın yerine yenisinin geçtiği gerçeği, Kilise tarafından büyük bir dikkatle gizleniyordu. Bu yüzden halk, tanrıçaları sonsuza dek yaşayan birer varlık zannediyordu.

 

Gerçekte, tanrıçaların birbirlerini acımadan öldürmeleri hiç de nadir rastlanan bir şey değildi.

 

Buna rağmen, tanrıçaların üzerinde: “Başka hiç kimseye zarar vermeyeceksin” diye bir kural vardı. Bu kural, zihinlerinin ve ruhlarını temelini kuşatmış kırılmaz bir zincir gibiydi. Kural, tanrıçaları birbirlerine veya bir insana doğrudan saldırmaktan alıkoyuyordu. Dövüşme yeteneği bulunmayan tanrıçaların adına, Silahşor denilen insanlar savaşırdı. Bu insanlar, tanrıçalar için hem koruyucu bir kalkan, hem düşmanlarının boğazına yönelmiş birer kılıçtı.

 

Onlar, başka bir dünyadan sihirle çağırılmış, müthiş bir savaş becerisine sahip, yalnızca tanrıçaları için yaşayan savaşçılardı. Her bir tanrıça için bir tek Silahşor vardı, onlar yeri doldurulmaz birer hizmetkar ve yoldaştı. Yanlarına bir Silahşor almak tanrıçaların hem hakkıydı, hem de dünyaya gelir gelmez yapmaları gereken önemli bir işti.

 

Yuuki Takamigahara, bir zamanlar bu Silahşorlerden biriydi. Şimdilerde sadece alelade bir dükkan sahibiydi. Onu bu dünyaya çağırmış tanrıça, artık yoktu.

 

Albertina, bilinmeyen bir nedenle Labirent’te dünyaya gelmiş “Altıncı Tanrıça” idi. Sahip olduğu hiçbir şey yoktu. O yüzden, kendini bir çırak olarak Yuuki’ye satmış, bunun karşılığında ondan yardım dilemişti. Anlaşmalarına göre Yuuki kızı satın alacak, Silahşor yerine kızı elinden geldiği kadar o koruyacaktı.

 

Onu satın aldığından beri kız, işe yaramak ve dükkanda Yuuki’ye yardım etmek için elinden geleni yapıyordu. Eğer Yuuki anlaşmanın kendi üzerine düşen kısmını yapıp kızı korumazsa, vicdanı asla rahat etmezdi. Tina, bir Silahşor çağırma hakkından vazgeçmiş, onu kendine yoldaş olarak seçmişti çünkü.

 

“Bir tüccar, yaptığı tüm anlaşmalara sadık kalmalıdır.” dedi Yuuki.

 

Şimdilik en önemli şey, kızın ne kadar sıradışı birisi olduğunu kimsecikler anlamasın diye dikkat etmekti. Tina da, herhangi bir dükkan çırağı gibi yaşamak; ve bu mesleği nasıl yapacağını öğrenmek zorundaydı.

 

“Hımm? Neden bahsettiğini anlamadık?” dedi tanrıça, başını yana eğerek.

“Önemli bir şey söylemedim. Labirent’e neden beraber gitmemiz gerektiğini düşünüyordum.”

Tina’nın, keşke kaçıp kurtulabilsem diyen yüz ifadesini görmezden gelip devam etti: “Bu seferki iş sadece rehberlik etmek. Araştırma yapmayacağız. Yani savaşma ihtimalimiz çok düşük. Sadece sığ katmanlarda biraz dolaşacağız, başımıza herhalde hiçbir şey gelmeyecek. Yani bunu egzersiz olarak görebilirsin. Sümüklü okul çocuklarına bile yetişemezsen ayıp etmiş olursun.”

“Üf ya…” Tina, gözünün kenarında yaşlarla Yuuki’ye baktı.

 

 

Birkaç gün sonra Yuuki, Tina’yı da yanına alarak Doğu Mahallesindeki Talim Okulu’na doğru yola çıktı. Labirent’e inmeden önce, çocuklarla tanışıp onlara biraz antrenman yaptıracaktı. Okul, bu kentteki inanç işlerini yöneten, aslına bakarsanız şehirdeki en güçlü otorite olan Beş Kutsal Kilise tarafından işletilmekteydi.

 

Tanrıçalara verilmek üzere Kutsal Emanet aramak, bu dünyayı ayakta tutan mübarek bir meslek sayılıyordu. Eh, tabii ki eli ayağı tutan herkes yapabilirdi bu mesleği, hatta her araştırıcı yeteneği oranında para da kazanıyordu; o yüzden araştırıcılar arasında haydut gibi adamlar, sahtekarlar da vardı. Ama bunu bir kenara bırakırsanız, araştırıcı yetiştirmek için harcanan emekler asla boşa gitmiyordu. Araştırıcılığa gönüllü olmuş insanları yönlendirmek için kurulmuş, çok iyi bir eğitim sistemi vardı. Çoğu öğrenci eğitimlerini bitirir, derece almak için sınavlara girer, en sonunda da tanrıçalara doğrudan bağlı seçkin araştırıcı birliklerine, yani “Halif Birlikleri”ne girmek için çabalamaya başlardı.

 

“İkinize de geldiğiniz için teşekkürler.”

Talim Okulu’nun kapısından geçer geçmez, böyle diyen bir ses duydular. Kılıç taşıyan, otuz yaşlarında uzun boylu bir adamdı konuşan. Hiçbir ekibe bağlı olmaksızın serbestçe çalışan, Alfredo adında bir araştırıcıydı. Hem dükkanın, önceki sahibi Boris’ten beri devamlı müşterisiydi; hem de Franca’nın Labirent araştırıcılığı öğrenmesini sağlayan ustasıydı.

 

Tavrında bir sakinlik, duruşunda rahatlık vardı. Ama bu adam, bir zamanlar “Göklerin Halif Birliği”ne kayıtlı çalışmış olan, son derece deneyimli bir araştırıcıydı. Yuuki ve Tina, onun selamını aldılar.

“Yuuki’yi araştırıcılıkla ilgili bir işle uğraşırken görmek beni şaşırttı.” dedi adam.

“Öyle, ona bu işten bahsettiğimde herhalde reddedecek diye düşünmüştüm…” dedi yanında duran Franca, mutlu bir gülümsemeyle. “Bu işi aldığınız için tekrar teşekkür ederim, Bay Yuuki. Beraber olabilmemize seviniyorum.”

“Bunu kendim için yapıyorum. İnsan, ekmek parası için bazen istemediği işleri de yapar.” Yuuki omuz silkti. Tüccarlığı asıl mesleği sayıyordu ama açlıktan ölürse, ticaret yapmaya devam edemezdi doğrusu.

“Aslında bana da Talim Okulu’ndan iş verdiler.” Göklerin Halif Birliği’ni geride bıraktıktan sonra Alfredo, acemi araştıcılara eğitim vererek geçinmeye başlamıştı. Araştırıcılar sadece Cisimsiz Mahluk öldürerek ve Kutsal Emanet bularak değil, bu tür görevleri üstlenerek de para kazanırlardı. “Yuuki’yle Tina yanımızda olursa daha dengeli bir ekip kurmuş olacağız.” Alfredo tembel tembel gülümsedi.

 

Araştırıcılar, genel olarak üç meslek grubuna ayrılırdı:

Kılıç, balta, mızrak, yay vesaire silahlarla, fiziksel saldırılar yapmakta uzmanlaşmış Savaşçılar.

Gösterebildikleri sihirli kerametler sayesinde, düşmanlara saldıran ve dostların yaralarını iyileştiren Medyumlar.

Tarihi kalıntıları inceleyip, hangisinde ne kadar Kutsal Güç olduğunu tahmin eden; Labirent ve Cisimsiz Mahluklar hakkında bilgi veren, yani işin savaş dışındaki kısmını üstlenen Destek Elemanları.

 

Alfredo, Üçüncü Dereceden bir araştırıcı ve savaşçıydı. Franca, Üçüncü Dereceden bir araştırıcı ve medyumdu. Yuuki, Dokuzuncu Dereceden bir araştırıcı ve destek elemanıydı.

 

Her meslekten eşit sayıda insan içeren bir ekip, savaşta ve araştırmada, her tür farklı duruma çözüm bulup müdahale edebilirdi.

 

Ekibin geziye götüreceği öğrenciler üç kişiydi. Tahminen on yaş civarındaydılar, Başlangıç Düzey eğitimden daha mezun olmamışlardı. Yardımcı öğretmen olarak çalışmış Yuuki, üçünün de yüzüne aşinaydı.

“Aaa, Yuuki öğretmen bu! Merhaba!”

“Merhaba öğretmenim!”

İlk konuşan, çok enerjik bir oğlan çocuğu olan Edgar’dı. İkincisi ise, onun ağırbaşlı arkadaşı Selim.

“Mer, merhaba… öğretmenim…” Neredeyse işitilmeyecek kadar hafif bir sesle selam veren bu kızın adı, Kaiya idi. Kaiya, oğlanlardan bir veya iki yaş daha büyüktü ama kendine hiç güveni yoktu, yüzünde hep ürkek bir ifade olurdu. Göze çarpmayı sevmeyen bir öğrenciydi.

 

Boynunu yana bükerek kıza uzun uzun bakan Tina, ellerini pat diye çırptı.

“Hatırladık seni! Seninle, şehirde bir kez konuşmuştuk!”

 

Kendisiyle böyle yüksek sesle konuşulunca, Kaiya durduğu yerde tir tir titredi. “E, evet, hatırlıyorum. Şey, siz kukla tiyatrosundaki ablasınız…”

“Hı–hı, o zaman bize çok şey öğretmiştin. Umarız bu gün de bize bir şeyler öğretirsin!”

Yuuki alçak sesle ikaz etti: “Olmadı. Bugün öğretmek senin görevin, onun değil.”

 

Labirent’te gezinen Cisimsiz Mahluklar, nekadar derine giderseniz o kadar vahşileşirlerdi. Aksine, sığ katmanlardakiler pek büyük bir tehdit oluşturmuyorlardı, ama bu bölgede bile savaşmadan yolculuk etmek zordu.

 

Elbette, Kaiya ve arkadaşları sadece gözlemciydiler; savaşmaya gelmemişlerdi. Yine de, hem daha verimli bir eğitim gezisi yapmak için hem de bir güvenlik önlemi olarak, onlara kendilerini korumakla ilgili bir-iki şey öğretmek lazımdı.

 

Onlara önden, yandan, arkadan gelecek saldırılara nasıl tepki vereceklerini söyledi; biraz da uygulamalı çalışma yaptırıp konuyu anladıklarından emin oldu. Tahmin ettiği gibi, ilk yorulan Tina oldu:

“Tıs… tıs… ne, ne acımasız bir, bir ders bu…” Soluk soluğa kalmıştı, kelimeler nefes alışlarının arasından kesik kesik dökülüyordu. “Araştırı…cıların, bedenlerini… bu kadar… hırpalaması… gerekli mi?”

“Aman abla sen de amma çürük çıktın be…” Henüz bol bol enerjisi olan Edgar, dalga geçercesine konuşuyordu: “Eğer böyle giderse bir Cisimsiz Mahluk yer seni.”

“Ka- kabalık ediyorsun, Edgar.” dedi Selim, arkadaşını gömleğinin kolundan çekiştirerek. Yüzünde kaygılı bir ifade vardı. O da Tina’yla kıyaslanacak kadar yorulmamıştı.

 

Tina, Franca’dan aldığı suyla boğazını ıslattı, nihayet normal soluk almaya başlamıştı. Öfke ve utançla sesini yükseltti:

“Bizi dinleyin, çocuklar. Herşeyden önce, Tina’nın ihtisası Labirent’te gezinmek değildir.”

“İstisiz ne demek be?”

“İnsanın yeteneği, uzmanlık alanı demek Edgar.” diye açıkladı Selim.

“Yaa… öyleyse Tina ablanın ne gibi bir yeteneği var?”

“İyi ki sordun!” Tina göğsünü gererek konuştu. “Tina’nın asıl görevi, şehri koruyan… ay ay ay!”

“…Sen biraz buraya gelsene.” Yuuki, yumruğuyla Tina’nın tepesine vurmuştu. Kızı kolundan tuttuğu gibi eğitim alanının bir köşesine sürükledi:

“Ağzından olur olmaz laflar çıkarmasana, salak tanrıça.”

“Ama… tavrı çok rahatsız edici.” dedi Tina yanaklarını öfkeyle şişirerek. “Eğer yeterince Kutsal Gücümüz olsaydı, Tina’nın gerçek gücünün tadına bakmasını sağlardık!”

“Sağlama. Gerçek kimliğinin açığa çıkmasını mı istiyorsun? O değil de, bir tanrıçanın çocuklarla aynı seviyede kavga etmesi çok saçma.”

“Off!”

“Dinle beni. Şu an sen ve ben, onlara yol gösteren birer öğretmeniz. Onlarla aynı yerde, aynı seviyede durursan öğretmenleri de olamazsın, değil mi?”

“……..”

“Kalbin biraz geniş olsun. Ufak tefek şeylere sinirlenme. Her laflarına da cevap yetiştirme. Hatalarını şefkatle karşılamalı, onları kibarca ikaz etmelisin. Sen onların ablasısın çünkü.”

“Ablası…” diye mırıldandı Tina. “Ablası, ablası. Hımm, kulağa çok hoş geliyor. Tamam, anladım. Ablaları olarak, söyledikleri sözleri geniş bir kalple karşılayacağım. Oldu.”

 

Tina’nın keyfi hemen yerine gelmişti. Yuuki rahat bir nefes aldı. Edgar bazen küstahlık ederdi ama kesinlikle kötü niyetli bir çocuk değildi. Herhalde bu gezi, sorun çıkmadan bitecekti.

 

Aklından bunları geçirerek çocuklara baktı ve Kaiya’nın, kendisini süzdüğünü gördü. Gözleri bir saniyeliğine buluştu. Sonra kız, bakışlarını Yuuki’den kaçırdı. “Nedense bu kızcağızın keyfi yerinde değil…” diye düşündü Yuuki.

 

Kaiya normalde de içine kapanık, fazla konuşmayan bir kızdı ama bu gün, halinde bir tuhaflık vardı. Fazla suskundu; Yuuki, onu arkadaşlarıyla veya Franca’yla konuşurken görmemişti.

 

“Bir sıkıntısı var” diye düşündü Yuuki. “Kızcağızı sıkıştırmak, derdini anlatmaya zorlamak yanlış olur… yine de, gözümü Kaiya’nın üzerinden ayırmayacağım. Ne olur ne olmaz.”

 

* * *

 

Araştırıcı Talim Terbiye Okulu’nun kapısı, kentteki tüm çocuklara açıktı. Kaiya, kendine kimi kimsesi olmayan bir öksüz süsü vererek bu okula girmeyi başarmıştı.

 

Araştırıcıların, bu kent için vazgeçilmez önemi vardı. Araştırıcı aday adayı olan yeni öğrenciler, okulda memnuniyetle karşılanıyordu. En azından ona yatakhanede tertemiz bir oda vermişlerdi, üç öğün de yemek yiyordu. Şikayet edecek bir şeyi yoktu.

 

Kaiya yemekhanedeki akşam yemeğini bitirmiş, kendi odasına dönüyordu. Aslında, yatakhanenin odaları iki kişilikti ama Kaiya, şansına bir odayı tek başına kullanıyordu. İçine kapanık, insanlarla yakınlık kurmakta zorluk çeken bu kız, yalnız kalabildiği için şükran duyuyordu.

Bugün amma da yoruldum… diye düşündü. Hem gövdem, hem ruhum yoruldu. En iyisi hemen uyuyalım.

 

Böyle düşünerek odasının kapısını açtı –ve yatağına oturmuş bir adamın siluetini gördü.

“Hoş geldin!”

“Hii!” boş bulunup bir çığlık attı Kaiya.

“Niye ürktün be, tanrıça hazretleri? İnsanın kalbini kırıyorsun.”

“Ja, Jaha… Bay Jahar! Lütfen beni böyle korkutmayın.” Kaiya hafifçe göğüs geçirip odaya girdi, kapıyı örttü. Kalbi hala hızlı atıyordu.

 

Araştırıcı olmak isteyen bir çocuk numarası yapsa da, Kaiya şehri koruyan tanrıçalardan birisi, “Tacında Ay Parlayan Tanrıça”ydı. Ve bu genç adam, yani Jahar da onun çağırdığı Silahşordu.

“Şe, şey, yatakhaneye öğrenciler ve öğretmenler dışında kimse giremez, yasaktır… o değil de, siz nereden girdiniz ki buraya?”

“Pencereden.”

“Ama burası üçüncü kat.”

“Bir problem mi var?” dedi Jahar sakince. “Ufak tefek detaylara takılma şimdi. Ayrıca neden bu kadar şaşırdın ki? Seninle konuşmaya geleceğim, dememiş miydim? Hem sen, benim yakınlarda olduğumu sezebiliyorsun değil mi, Kaiya’cığım?”

 

Tanrıçalar ve Silahşorleri arasında özel bir bağ vardı. Eğer konsantre olurlarsa, birbirlerinin nerede olduğunu hissedebilirlerdi. Hatta, kısa mesafeden birbirlerinin düşüncelerini işitmeleri bile mümkündü.

“Ö –özür dilerim. Biraz… dalmışım da.”

“Bu kadar gayretsiz olursan acısı sonradan çıkar. Kendine gelsen iyi edersin…” Jahar, küçümser bir tavırla iç çekti. “Diğer tanrıçalarda daha şimdiden savaş halindesin, eğer kendini salacak olursan senden daha güçlülerce öldürülürsün! Ben de seninle aynı kaderi paylaşıyorum, yani aptal gibi yenilmek hiç hoşuma gitmez.”

“Evet, anlıyorum.”

“Gerçekten anlıyor musun?” Jahar’ın suratında inanmaz bir ifade vardı. “Şu Tina denen küçük hanımın cesaretini kendine örnek almalısın.”

“Özür… dilerim…” Kaiya olduğu yerde büzüşüp böyle yanıt verdi. Yer yarılsa da içine girsem, diye düşünüyordu.

 

Çağırmak için gereken işlem yapıldığı zaman, Göksel Tanrı, her tanrıçaya ona en çok uygun Silahşoru seçer, o adamı başka dünyalardan bu dünyaya gönderirdi. Ne var ki Kaiya, Jahar’a bir türlü ısınamamıştı. Açıkçası, bu adamın savaşmaya olan düşkünlüğü ve kaba tavırları kızı çok korkutuyordu. Adamın karakteri, Kaiya’nınkinden çok farklıydı.

 

Kaiya’nın kendini bu dünyada bulması, bundan hemen hemen üç yıl önce olmuştu. Tina hariç, en yeni tanrıça kendisiydi.

 

Tanrıçalara, bir takım bilgiler doğuştan nasip ediliyordu: Yok olmaya yüz tutmuş bu dünya hakkında, Cisimsiz Boşluk yani “Büyük Yutan” hakkında, o boşluğu durduran Bariyer hakkında, Solitus denen bu şehir hakkında, Bab-ı Ali denen büyük Labirent hakkında, Kutsal Emanetler ve Kutsal Güç hakkında, son olarak da sahip olduğu görev ve düşmanlar hakkında…

 

Evet, Kaiya doğduğu günden beri zalimce bir mücadelenin içinde yaşıyordu. “Tacında Ay Parlayan Tanrıça” olarak doğmak demek, bu adı kendinden önce taşıyan tanrıçanın yok edilmiş olması demekti. Aynı şeyin kendi başına gelmesini istemiyorsa, bu savaşı kazanmaktan başka çaresi yoktu.

 

Başka çaresi yoktu ama, şartlar da çok kötüydü.

 

Normalde, tanrıçalara sadece Silahşor’ler değil, “Halif Birliği” denen araştırıcı ekipleri de hizmet ederdi. Bu ekipler, Labirent’ten kısa sürede bir sürü Kutsal Emanet bulup çıkarabiliyordu. Ancak bir önceki “Tacında Ay Parlayan Tanrıça”, nedense ölümünden kısa bir süre önce “Ay’ın Halif Birliği”ne dağılmalarını emretmişti.

 

Kaiya, elinde hiçbir şey olmadan, Jahar ile beraber, işe ta en başından başlamak zorundaydı. İlk amacı, güvenebileceği araştırıcılar toplayıp “Ay’ın Halif Birliği”ni tekrar kurmaktı. Ama Kutsal Gücü de, parası da, ona itaat edecek inananları da yoktu. Bu yüzden gerçek kimliğini saklayıp kente gizlice giriyor, kendi eliyle bilgi topluyordu.

 

Elbette, Labirent’e mümkün olduğunca yakın olmak istiyordu; ama Kaiya’nın dış görüntüsü, bir çocuğun görüntüsüydü. Labirent’e girecek olursa şüphe uyandırırdı. O yüzden Kaiya, Talim Okulu’na bir araştırıcı adayı olarak görmiş, Jahar da bir araştırıcı olarak tek başına faaliyet göstermişti.

 

Tanrıçalar yıllar geçince büyümezlerdi. Talim Okulu’nda uzun süre kalacak olursa, onda bir tuhaflık olduğu anlaşılırdı. Okuldaki ikinci senesiydi ve daha şimdiden, okula devam etmek riskli olmaya başlamıştı. Yakında bir başarı elde etmesi lazımdı… ve tam da bu zor zamanda, eline altıncı bir tanrıça, Albertina hakkında bilgi geçmişti.

 

Son bir aydır bu Albertina’yı gözetlemek, Kaiya’nın başlıca görevi olmuştu. Tina güneş gibi pırıl pırıl, masum, iyimser bir kızdı. Herkesin sahip olmak isteyeceği bir kız kardeş gibiydi adeta; Kaiya, keşke ben de böyle birisi olabilsem diye düşünmüştü. Aslında düşman olduklarını bilmese, Tina’yı çok severdi herhalde.

 

Diğer yandan, eğer günün birinde Tina’yla savaşmak zorunda kalacaklarını düşünmeye başlarsa, o zaman da kendini kötü hissediyordu. O yüzden kalbinin dizginlerini sımsıkı tutmuş, hiçbir şey hissetmemeye çalışmıştı.

 

“Eee, durum nasıl?”

“Ah, evet… bana söylediğiniz gibi, gönüllü olup Tina’yla aynı ekibe katıldım. Bugün beraberce, Labirent’e hazırlık olsun diye antrenman yaptık. Oradan yeni döndüm daha.”

“Aferin sana. ‘Kar Kılıcının Kralı’ ne alamde?”

“Yuuki öğretmeni mi soruyorsunuz? O da yanımızda olacak ama…”

“Tabii ki yanınızda olacak. Onunla yüz yüze düello etmeyi çok isterdim. Ama, dürüstçe savaşmakla uğraşmayıp adamı ikiye biçivermek daha mantıklı olacak galiba.”

Jahar’ın ses tonu, Kaiya’nın içini kötü bir hisle doldurmuştu. Sordu:

“Şey… ona bir şey mi yapacaksınız?”

“Yapacağım ya. ‘Yıldızlar’ tanrıçası Tina’yı da Yuuki’yi de öldürmemi istiyor.”

“Ne…” Kaiya’nın boğazı düğümlendi. “Yıldızları Parıldatan Tanrıça” Elfride ile bir ittifak kurmuştu. İttifak kurma önerisi, Elfride’den gelmişti.

 

Öldürmek kolaydı. Ama her öldürülen tanrıçanın yerine, birkaç ay sonra yeni bir tanrıça doğuyordu. Bu nedenle bir tanrıçayı kontrol altına almak, onu kullanmak daha akıllıcaydı. Jahar, Elfride’nin teklifini böyle yorumlamıştı.

 

Henüz yeni doğmuş, “Halif Birliği” olmayan Kaiya’nın fazla seçeneği yoktu doğrusu. Elfride ile arasındaki ilişki, iki ortak gibi değildi. Elfride onu koruyordu, Kaiya da Elfride’ye hizmet ediyordu.

 

“Eh, sen birini öldüremezsin Kaiya’cığım. O yüzden işe benim el atmam gerekecek. Senden, o ikisini birbirinden ayırmanı istiyorum.” dedi Jahar neşeli bir sesle.

 

Tanrıçaların ve Silahşorlerin gövdeleri, Kutsal Kalkan denilen bir güçle kaplıydı. Normal silahlarla, normal yöntemlerle yaralanmaları imkansızdı. Bu kalkanı delip geçebilecek yalnızca bir tek metod vardı. Ve Jahar, bu metoda, yani bir Ejderdişi silahına sahipti.

 

“Ö, öl…”

“Ne?”

“Öldürmek… hemen mi? Neden?” Kaiya, nihayet kendini konuşacak kadar toparlamıştı.

“Bana ‘dünyanın iyiliği için’ filan dediler. Ağızlarından başka bilgi alamadım. Elfride, dişi bir tilki kadar kurnaz. Eh, Tina denen kız bir tanrıça ya da ona benzer bir şeyse zaten bizim düşmanımız sayılır; yani bir kar/zarar hesabı yaparsan kazançlı çıktığımızı görürsün.”

“Ama… ben böyle bir şey yapamam.”

“Öldürecek olan sen değilsin, benim.”

“Ama… öldürmeye yardım etmek… istemiyorum…” Kaiya’nın birden dili tutuldu, konuşmaya devam edemedi. Jahar, neşesiz bir kahkaha atıp gözlerini kısmıştı:

“Yani demek istiyorsun ki, Kaiya’cığım; sen ve ben zafer kazanmak için çalışmaktan vaz geçip, beraberce ölmeye razı olmalıyız. Öyle mi?””

“Be… ben öyle bir şey…”

“Eğer düşmanları öldürmeme izin vermezsen, geriye ölümü beklemekten başka yapacak şey kalmıyor. Eğer istersen savaşmaktan nefret edebilirsin. Ama ölmeye yetecek cesaretin var mı bakalım, Kaiya’cığım? Hem kendinin, hem Silahşorunun hayatını çöp gibi bir kenara atacak mısın, haaa?”

“………” Kaiya, hiçbir şey söyleyemedi.

“Eğer anlamanızı sağlayabildiysem, ne mutlu bana…” Jahar böyle söyleyerek güldü. Az önceki tehlikeli tavrından eser kalmamıştı. “Bizim aslında kim olduğumuzu onlar bilmiyorlar. Hatta ben, geçen ayki olaylar sırasında Yuuki’nin gözünün önünde ‘öldüm’, yani onlara saldırmak kolay olacak. Tutup adama şehrin ortasında kılıç çekersem başımız belaya girer. Onu, Labirent’in içine getirip öldürmek en iyi çözüm. İkisinden önce hangisini öldüreceğimize, zamanı gelince karar veririz. Yola ne zaman çıkacaksınız?”

“Ne?” Suratında şapşal bir ifadeyle Jahar’ı dinlemeye dalmış olan Kaiya, Labirent’e düzenlenecek eğitim gezisini sorduğunu anladı. “E –evet. Şey, daha kesin kararlaştırılmadı ama… herhalde, dört veya beş gün sonra diye duydum.”

“Öyleyse plan yapmaya yetecek kadar zamanımız var. Gel seninle bu konuyu biraz konuşalım, Kaiya’cığım.” dedi Jahar. Ses tonundan, çok eğlendiği anlaşılıyordu.

 

* * *

 

“Yuuki, bence artık şunu yapmaktan vazgeçmen gerekiyor.” dedi kız, elini beline koyarak. Rahatsız olmuş gibi görünüyordu ama Yuuki, bunun nedenini anlamadı.

 

O yüzden sordu: “Şunu, derken?”

“Benim ismime böyle saygısızlık etmeyi.”

“Senin ismine mi?”

“Bunu diyorum işte, bunu…” Kız, kaşlarını çatıverdi. Yuuki, bunun öfke ve hoşnutsuzluk gösteren bir ifade olduğunu öğrenmişti. “Şimdi beni iyi dinle.” dedi kız. “İsimler çok değerlidir. Herkesin ismi kendine özeldir, başkasının malı değildir. O yüzden çok kıymetli birer simgedir isimler.”

 

Kızın boyu, gelişimi on üç yaşında durmuş Yuuki’ninkinden azıcık daha uzundu. O yüzden yüz yüze durup konuştuklarında, Yuuki’ye biraz yukarıdan bakıyordu. Ama Yuuki, bundan rahatsız olmuyordu.

 

“Niyetini anlamadım. Sen ne demek istiyorsun?”

“Ah, delirtecek bu kalın kafalı çocuk beni…” Kız, pes etmiş gibi kafasını iki yana salladı. “Bak şimdi Yuuki, canım benim, bana “sen, sen” diyor başka şey demiyorsun. Senin nasıl: ‘Yuuki Takaramigahara’ diye adın varsa, bu ablanın da bir ismi var! Sana adımı söylemiştim, değil mi? Bana ismimle hitap etmezsen, hem üzülüyorum, hem de kendimi yalnız hissediyorum.”

 

Kız, böyle söyleyerek Yuuki’nin yanaklarını elleri arasına aldı ve tatlı tatlı gülümsedi. “O yüzden, beni ismimle çağır lütfen.”

“Eğer gerekli olursa, o zaman öyle yaparım.”

“Ah, hitap tarzın üzerine de biraz çalışalım. İsmimin önüne ‘sevgili’ veya ‘güzel’ sözcüklerini eklemeyi deneyebilirsin.”

 

Yuuki iç çekti. Bu kız, bazen karşısındakinin ne dediğini hiç dinlemiyordu.

“İstersen, ismimin sonunda ‘ablacağım’ sözcüğünü de ekleyebilirsin. Haydi, bir dene bakayım.”

“Muriel ablacığım.”

“………”

Kız pat diye ağzını kapattı. Yanakları gitgide kızarıyordu.

“Birden… öyle birdenbire ne diyorsun be? Seni gidi…”

“Söylememi sen emrettin ya…”

“Öyle… öyleydi, değil mi? Tamam. Sana bunu ben söylettim ama biraz utandırıcı oldu doğrusu. Sen öyle deyince böyle utanacağımı düşünmemiştim. Hiç de uygun olmayan bir şey söyletmişim gibi geldi. Neyse, ‘sen’ değil ‘Muriel’ diyeceksin, tamam mı? Başına, sonuna bir şey eklemene gerek yok. Anlaştık mı?”

“…Muriel.”

“Bir daha de.”

“Muriel.”

“Tamam, bu iyi oldu işte. En iyi hitap şekli, sade olanı. Bundan böyle beni, adam gibi ismimle çağırmanı istiyorum.”

 

Muriel böyle söylemişti. Ve kocaman bir gülümseme, yüzünü kaplamıştı.

 

Sırf ona nasıl hitap ediş tarzım, neyi değiştirir ki? diye düşünmüştü Yuuki. Ama kızın yüzünde öyle bir mutluluk vardı ki, bu soruyu ağzıyla sormaya çekindi.

 

* * *

 

Daracık mutfaktan, hoş bir bıçak tıkırtısı geliyordu.

 

Yuuki, geçen gün Franca’dan aldığı sebzelerle haşlama yapmaya karar vermişti. Böylece, pişirme faslına fazla zaman harcamadan doğru dürüst bir yemek yiyebileceklerdi. Franca’ya teşekkür borçluydu doğrusu.

 

Yuuki, düzgün bir tempo tutturmuş sebzeleri kesiyordu –birden, elini durdurdu.

Gene eski günler gözümde canlandı…

Bu sabah gördüğü rüya, aklından çıkmıyordu bir türlü. Onu, ilk kez ismiyle çağırdığı günü rüyasında görmüştü. Hiçbir yanında kara gölgeler olmayan, mutlu bir anısıydı bu. Üstelik o günlerde ne kadar mutlu olduğunu, iş işten geçene kadar fark bile etmemişti.

 

Derin derin göğüs geçirdi. Neden o rüyayı gördüğünü tahmin ediyordu. Muhtemelen, Tina’yı bir kenara çekip “Sen onların ablasısın” diye azarlamış olduğu içindi. Yuuki’nin aklında, “abla” dediği bir tek kişi vardı. Tina’yla konuşurken o kişiye diar anıları canlanmış, hafızasındaki bataklıkların dibinden hatıralar çıkmıştı.

 

Muriel’i hatırladığı zaman, kalbi sızlıyordu.

 

Ama bu acı, eskiden olduğu gibi dayanılmaz bir acı değildi artık. Şimdiye dek Yuuki’yi pençesine almış sancılar, gün geçtikçe yerini sıcak bir duyguya bırakıyordu. Belki de Muriel, Yuuki’nin zihninde yavaş yavaş, geçmişte kalmış bir varlığa dönüşüyordu.

 

Fakat… Yuuki’nin sevinebileceği bir şey miydi bu?

“Ah!” O anda, başparmağının elle bitiştiği yerde keskin bir acı hissetti.

“Ne oldu, Efendi?”

Arka bahçedeki kuyudan su almaya gitmiş olan Tina, mutfağa geri dönmüştü.

“Biraz elimi kestim.”

“Üf, sende dikkat eksikliği var. Dikkat etmen gerekmiyor mu?”

“Şu diyene bakın hele. Git bandaj getir de şunun kanını durduralım.”

“Hımm… önce bir bakalım, nasıl kesmişsin.” Tina, Yuuki’nin cevap vermesini beklemeden onun elini tuttu, yaraya dikkatle, uzun uzun baktı…

…o baktıkça, yara kendiliğinden kapanıyordu. Kan durmuştu, hatta kesildiği andan beri akmış kan bile iz bırakmadan kayboluyordu.

“Oh, çok iyi iş çıkardık. Bunu ilk defa deniyoruz ama gene de harika oldu. Ne diyorsun? İstersen bizi biraz övebilirsin, Efendi!”

 

Yuuki, böbürlenen Tina’yı şimdilik görmezden gelip kendi elini süzdü:

“Hımm, iyileştirme büyüsü değil bu. Yaranın çevresindeki alanda, zamanın geriye doğru akmasını sağlamışsın.” Kız, yaranın iyileşmesini hızlandırmak yerine, deriyi kesilmeden önceki zamana geri döndürmüştü.

“Demek anladın? Böylece yara izi kalmadan mükemmel iyileşmiş olacak… Ayy!”

 


Yuuki, kızın alnına orta parmağıyla bir fiske vurmuştu.

“Ne –ne yapıyorsun yahu?” dedi Tina alnını tutarak. Gözünün kenarında yaşlar vardı.

“Benden izin almadan, kendi kafana göre mucize kullanmayacaksın demedim mi?” dedi Yuuki.

 

Normal insanların yapamayacağı, hatta en usta medyumların bile başaramayacağı şeylerdi, tanrıçaların mucizeleri.

 

Bu mucizelere kaynaklık edecek Kutsal Gücü, tanrıçalar Labirent’ten gelme Kutsal Emanetler’i bedenlerine alarak depolardı. Yuuki, Tina’yı bulduğunda kız Kutsal Gücü tükenmiş haldeydi ama, son zamanlarda Yuuki’nin verdiği Kutsal Emanetler sayesinde biraz güç toplamıştı. Belli ki az önce, o gücün bir kısmını kullanmıştı.

 

“Bir önemi yok ki bunun. Burada şimdi Efendi ile Tina’dan başka hiç kimse yok çünkü.” diye, keskin bir dille karşı çıktı Tina.

“Kutsal Güç israf ediyorsun. Sen, harçlık alınca hemen harcayacak karakterde birisisin.”

“Nereden bileceksin, biz senden hiç harçlık almadık ki. Ah, evet iyi fikir, Tina harçlığı sahiden harcayacak mı görmek için biraz harçlık versen…”

“Reddediyorum. Durumumuz müsait değil.”

 

“Üf be, ne cimrisin Efendi.” Tina hafifçe iç çekti. “Elden ne gelir. Kutsal Güç kullanıp insanlara yardım etmek bir tanrıçanın görevidir, içgüdüsüdür. Başı sıkışmış bir insan görünce ona yardım etmeden duramayız, yaralı birini görünce iyileştirmeden duramayız. Hatta yaralanan kişi, bizim cimri Efendi olsa bile.”

“O son lafı demeseydin iyiydi… Bak, bunları ben de biliyorum. Ciddi konuşmak gerekirse, harcadığın Kutsal Güç çok önemli değil. Yalnız, yerin kulağı var demişler. Göze çarpacak şeyler yapmamalısın. Ama yarayı iyileştirdiğin için sana teşekkür ederim.” Eğilerek kızın başını okşadı.

“Aaa…” Tina’nın yanakları pembe pembe oldu. Bunu gizlemek istercesine, dimdik durup göğsünü kabarttı. “Ma… madem anladın, sorun yok. Bize teşekkür etmene izin veriyoruz.”

 

Amma saf bir karakteri var bu kızın, diye düşündü Yuuki. Eh, içinden gelerek teşekkür etmişti, laf olsun diye değil. Ama kızın böyle tepki vermesi de çok sevimliydi doğrusu. Ona bakınca, küçük bir köpek yavrusu görmüş gibi oluyordu.

 

“Eee, neden öyle kendini kesecek kadar dalgındın bakayım, Efendi?”

“Dalgın mıydım ki?”

“Evet, seni gördük, kalbin burada değildi sanki. Zaten öyle olmasaydın kendi parmağını kesmek gibi utanç verici bir sakarlık yapmazdın. Ne oldu? Bir sıkıntın mı var? Ya da endişen? Haydi, Albertina’ya çekinmeden danışabilirsin.”

“Öyle bir şey yok.” Yuuki tencereye biraz su koyup ocağı hazırlarken cevap verdi. “Sadece, eski günleri düşünüyordum biraz.”

“Eski günleri mi?”

“Beni buraya çağıran ve Silahşor yapan tanrıçayı.”

“Hımmm…”

“Ne oldu?” dedi Yuuki, Tina’nın yüzünde bir an beliren tuhaf ifadeyi görünce. Sanki kız şok geçirmiş… ya da duyguları incinmiş gibi olmuştu.

“Hi, hiiç. Yok bir şey. Herhalde bir sürü güzel anılarınız vardır onunla. Tabii.” Hızlı hızlı konuşmaya başlamıştı. Ara vermeden devam etti: “O, şey, nasıldı?”

“Ne nasıldı?”

“Efendinin, tanrıçası, nasıl birisiydi diye soruyoruz.”

“Immm… seninle pek bir ortak noktası yoktu doğrusu. Boyu uzundu, yaşça da daha büyük görünüyordu…” Tanrıçaların yaşından bahsetmenin pek bir anlamı yoktu tabii. “Çok güler yüzlüydü… Ah, bir bakıma benziyorsunuz: O da hiçbir şeyi kafaya takmazdı.”

“O bakımdan benziyoruz demek… başka?”

“Ne, başka? Niye bu kadar takıldın ki bu konuya? Ah, ocakta yeteri kadar ateş yok. Yemek hazır olunca çağırırım, git de dükkanı süpür.”

 

Yuuki böyle söyledi ve biraz odun almak için bahçeye çıktı. Umarım sesim normal çıkmıştır… diye düşünüyordu.

 

Aslında, “O’ndan” bahsedebilmesi kendini bile şaşırtmıştı. Sonra, bu sabah gördüğü şu rüya… galiba, hatıraların Yuuki’ye sadece acı verdiği günler geride kalmıştı. İnsan zamanla değişiyordu, hatta kendisi bile.

“Eh, hatıralar sadece hatıradır…” Düşüncelerinin akışını değiştirmek için, bunu yüksek sesle söyledi. Böyle yapınca, içindeki sıkıntı biraz dağılmıştı. Şimdi önemli olan, Tina’yı nasıl koruyacağını bulmaktı. 

 

Yuuki, dükkanın arkasındaki odun yığınına doğru yürüdü. Etrafta, onu görecek hiç kimsenin bulunmadığından emin oldu… ve odunlardan birine, sıkı bir tekme savurdu. Odun, havaya fırladı.

“HA!” Yuuki’nin dudaklarının arasından, kısa bir nara çıktı.

Bir an sonra, odun parçası havada on parçaya bölündü, parçalar pat pat yere düştü. Yuuki’nin avucunda, ansızın tek tarafı keskin bir kılıç belirmişti.

 

Bu kılıç, en üst seviyeden bir Kutsal Emanetti. Tanrıçaları bile öldürebilecek bir Ejderdişi taşı silahıydı: “Beyaz Karların Kılıcı”, diğer adıyla “Nix”.

 

Kılıç havada öyle hızlı hareket etmişti ki sıradan bir insanın gözü onu takip edemezdi. Hatta, belki Yuuki’nin kılıç savurduğunu bile fark edemezdi. “Hamlamışım… kılıcı eskisi kadar iyi kullanamıyorum.” Yuuki böyle söylendi ve odunları yerden toplamaya başladı. Kılıç, bir anda ortadan kaybolmuştu.

 

Yuuki, bir zamanlar “Kar Kılıcının Kralı” diye anılan Silahşordu. Ezici güçleriyle gurur duyan tanrıça muhafızlarından biriydi. Asla yaşlanmayan, Kutsal Güç tarafından korunan, normal silahlardan hiç yara almayan, yani tanrıçaların sahip olduğu özelliklerin pek çoğunu paylaşan bir savaşçıydı.

 

Fakat eski sahibesi ölmüştü. Yuuki de, bir Silahşor olma hakkını yitirmişti. Geriye kalan tek şey aylar ve yıllar geçtikçe yaşlanan, kolayca incinebilen alelade bir vücuttu.

 

Nasıl savaşılacağını, düşmanı nasıl alt edeceğini halen hatırlıyordu. Gerçi böyle bir düelloda kendisi dezavantajlı olurdu ama, biraz pratik yapıp savaşçılık sezgilerini tekrar kazanırsa bir Silahşor ile bile mücadele edebilirdi. Bunu yapabileceğini biliyordu.

 

Fakat Tina’yı tehlikelerden uzak tutmaya kendi becerisi yeter miydi ki? Kız, altıncı tanrıçaydı. Yani, bilindik kurallara uymayan, sıra dışı bir varlıktı. Kız birkaç defa, çeşitli salaklıkları yüzünden çevredekilerin şüphesini uyandırmıştı ama şimdiye kadar, bir şekilde saklanmayı başarmıştı… galiba. Diğer tanrıçalar Tina’dan haberdar değildi, o yüzden kimse gelip de kıza saldırmamıştı.

 

Yuuki, böyle düşünmek istiyordu. Ama umut etmek başka, gerçekler başkaydı. Diyelim ki bugün, öbür tanrıçalar Tina’nın varlığını keşfetti. Onu öldürmeye karar verdiler. Kızı nasıl koruyacaktı?

 

Bunu, başlarına gelmeden önce düşünmek lazımdı. “Eninde sonunda, dostluk eli uzatsak da düşmanlık etsek de, diğer tanrıçalarla temas kurmamız kaçınılmaz…” Eskileri, Silahşorluk ettiği günleri anımsadı. Tanrıçaların ve Silahşorlerin kanlı dünyasında bile, doğrudan saldırmak genellikle en iyi taktik değildi.

 

Eğer düşünmeden önüne gelene saldıracak olursan, hedef seçmediğin kişiler bile seni bir tehlike olarak görür ve muhtemelen seni yok etmeye çalışırdı. Önüne çıkan düşmanı yere sermek, bazen etraftaki herkesin senin üstüne çullanmasına neden olurdu.

 

Şüphesiz, bu kural diğer tanrıçalar için de geçerliydi. Bu yüzden tanrıçaların geçici olarak el birliği etmesi, ittifak kurması çok sıradan bir olaydı. Tina da, gelecekte beş tanrıçadan bazılarıyla ittifak kurup, karşısına çıkılacak düşman sayısını azaltabilirdi.

“Sorun, bizde ittifak kurmaya değecek güç olmaması.”

 

Yuuki, mutfağa geri döndü. Tina görünürde yoktu. Kendine söylendiği gibi, dükkanı temizlemekle meşguldü herhalde.

 

Birileriyle müttefik olmak bir yana, iletişim kurmak bile, durup dururken yapılacak bir şey değildi. Önce bir sebep lazımdı. Elbette, kurulacak diyaloğun her iki tarafın da çıkarına hizmet etmesi şarttı. Dünyada, yalnızca tek tarafa faydası dokunacak anlaşma diye bir şey olamazdı. Ne ticarette, ne de başka türlü rekabette.

 

Eğer, diğer tanrıçalardan biriyle ortaklık kurabilirsek, güvende oluruz. Ama karşı tarafın, bundan kazancı ne olacak? Biz, onlara bizimle ittifak kurmayı istemelerini sağlayacak bir şey verebilir miyiz ki?

 

Tanrıçalar arasındaki pazarlıklarda, bazen taraflardan biri diğerine Kutsal Emanet vaat ederdi. Ama şimdi, Yuuki’nin elinde bir tanrıçanın beğeneceği türden hiçbir eşya yoktu. Yeterince değerli olan tek varlığı, Ejderdişi taşı silahıydı; onu vermek de tabii ki söz konusu olamazdı.

 

“Öyleyse, oynayabileceğimiz bir tek kart var elimizde: Bilgi. Sonuçta, dünyada bir ‘Altıncı Tanrıça’nın bulunması ne anlama geliyor; bunu bilen tek kişi benim.” diye fısıldadı Yuuki.

 

Neden, sadece beş tane olması gereken tanrıçaların sayısı bir anda altıya çıkmıştı? Bunun sırrını paylaşırsa, en azından onlarla işbirliği yapacak birilerini bulabilirdi. İşin en zor kısmı, rakiplerle nasıl iletişim kuracağını bulmak; ve anlatacağı şeylere onları nasıl inandırmaktı.

 

Bu saatten sonra, Yuuki’nin içinden şikayet etmek de, pes etmek de gelmiyordu.

Bir tanrıçayı daha kaybetmeye dayanamazdı. Tina’nın başına bir şey gelmesin diye, Yuuki ne yapması gerekiyorsa çekinmeden yapmaya hazırdı.

 

“Günaydın… aaa, ne güzel koku bu?” Franca, ‘Boris’in Dükkanı’na girerken gülümsedi. “Kahvaltı mı hazırlıyorsunuz? Tina? Tina?”

 

Çırak kız, elinde toz beziyle dükkanın tam ortasında şaşkın şaşkın duruyordu. “Hım, Franca gelmiş.” İri gözlerini, sanki Franca’nın farkına yeri varıyormuş gibi kırpıştırdı. “Ne zaman geldin sen? Ah, tabii ki seni gördüğümüze çok sevindik. Hoş geldin…”

“Şey, kapıdan girerken günaydın demiştim ama –ne oldu? Çok dalgınsın.”

“Yo, bir şey yok, bir şey yok.”

“Bana pek de bir şey yokmuş gibi gelmedi ama…” Bu enerji dolu, yerinde duramayan küçük kızın böyle sakin durması, hiç de normal değildi. Ama çocuk ‘bir şey yok’ diyorsa, belki de önemli bir sorun yoktu ortada. “Bay Yuuki bugün yok mu?”

“Hayır, şimdi, mutfakta etli türlü yapıyor şimdi. Etli dediysek, et namına üç beş parça kuşbaşı var sadece. Eğer Franca sebze vermemiş olsaydı, açlıktan ölme tehlikesiyle burun burunaydık.”

“Ö, öyle mi, faydam dokunduysa ne mutlu bana…”

 

Franca paraya sıkışmış olduklarını az çok tahmin ediyordu, bu yüzden erzak getirmişti ama… yoksullukları, düşündüğünden de fenaydı galiba.

 

“Eee, bugün seni hangi rüzgar attı buraya, Franca? Bir şey mi isteyecektin?”

“Ah, alışverişe gelmedim. Birisi, Bay Yuuki’ye bir mesaj iletmemi istedi…”

“Hımm, öyleyse bizimle yemek yesene? Yakında pişer herhalde.”

“Bilmem ki, nasıl olur?”

“Yemek zaten senin getirdiğin malzemelerle yapıldı. Çekingenlik etmene gerek yok, hem Efendi de çok sevinir buna. Parmağını kese kese, çok emek vererek hazırladı bu güzel yeme…”

 

Tina, sözün bu noktasında pat diye sustu. Güzel kaşlarını çatmıştı. Sanki bir şeyden rahatsız olmuş gibi… daha doğrusu, pişman olmuş gibi bir yüz ifadesi vardı.

“Bay Yuuki ile kavga mı ettiniz?”

“Yok, öyle bir şey olmadı. Aramız çok iyi. Aramız iyi, de…”

“Öyleyse, Bay Yuuki seni azarladı mı?”

“Yok, azarladı da sayılmaz aslında…” Tina tıkanmış, söz devam edemez olmuş gibiydi ama derin bir nefes aldıktan sonra ağzını tekrar açtı: “Yalan söylemek bize yakışmaz. Evet doğru, Efendi’nin söylediği bazı şeyler bizi etkiledi ama asıl neden Tina’nın içinde… galiba. Bu aralar, Efendi ile konuşurken kendimizi bir tuhaf hissediyoruz. Tuhaf, dediysek… biraz kötü hissediyoruz, desek daha doğru olur.”

“Neden böyle oldu ki?” diye sordu Franca, kaşlarını hafifçe kaldırarak.

 

Franca’nın bildiği kadarıyla, Tina ve Yuuki’nin arasında derin bir güven ilişkisi vardı. İkisi, birbirlerine Franca’yı bile bazen kıskandıracak kadar yakındılar.

 

Ne olmuştu acaba?

 

“Bir konu mu desem, bir düşünce mi desem… aklımıza geldiği zaman, göğsümüz sıkışıp daralıyor, şey, yani…” Tina, sözcükleri dikkatle seçerek devam etti. “Efendi ile, eskiden… çok yakın, çok sevgi dolu bir ilişkisi olan, bir kız varmış.”

“………”

“Son zamanlarda, Efendi o kız hakkında… Franca?” Bu kez, kaygılı bir yüz ifadesi ile konuşma sırası Tina’ya gelmişti. “Rengin soldu yahu, ne oldu sana?”

“Bi- bir şeyim yok! Ö, ö, öyle ya. Bay Yuuki, çok iyi kalpli sıcak biridir, geçmişinde öyle bir iki kişi olmuştur mutlaka, tabii…”

 

Böyle önemsiz bir şey için sanki kafama yumruk yemiş gibi şok geçirecek değilim canım, yer yarılsa da içine girsem diyecek kadar da üzülmem. Sorun yok. Hiçbir problemim yok benim.

 

Franca kendini toparladığında, Tina onun yüzünü çok ciddi bakışlarla inceliyordu.

 

“Acaba… Franca da, bu konu açılınca kendini tuhaf mı hissediyor?”

“Ah, şey, evet. En azından, senin duygularını anlamıyor değilim diyelim, Tina’cığım…” Anlıyordu, hem de çok iyi anlıyordu. “Bu arada, o hanım, şimdi neredeymiş?”

“Artık vefat etmiş galiba…”

“Demek… öyle.”

 

Franca kendini sakin olmaya zorladı. Bencilce bir merakla burnunu sokması, yarım ağızla “Çok üzüldüm, başın sağ olsun” demesi hiç de uygun olmazdı. Hele de, karşısındaki kişi Bay Yuuki olunca.

 

Nasıl bir insandı acaba? Bay Yuuki, sevgilisi ile nasıl günler geçirmişti? Franca, göğsünde ince bir sızı duyarak aklından bunları geçirdi. Hiç şüphe yok ki, Yuuki’nin şimdi sahip olduğu karakterin ve değer yargılarının gelişmesine o kızın çok etkisi olmuştu.

 

“Bu neyin nesi acaba… göğsüm tıkanmış gibi hissediyorum.”

Tina bir of çekti: “İzninle tahminimizi söyleyelim. Bizce, o duygu, üzüntü ve öfkenin karışımı. Ama bizim, Efendi’ye karşı böyle duygular hissetmemiz için hiçbir mantıklı neden yok. Yoksa… hasta filan mı olduk biz?”

“Ah… yanlış diyemem, bazıları o duyguyu bir tür hastalık sayarlar.”

“Demek öyle, tam düşündüğümüz gibi!”

“Devası yok üstelik, zamanla giderek daha da ağırlaşır.”

“Vah! Öyle mi? O halde, ne yapmak gerek?”

 

Franca, küçük kızın telaşlı haline daha fazla dayanamayıp kıkır kıkır güldü. Ağlamak üzere olan Tina, gözlerini şaşkınca kırpıştırdı:

“Yoksa bizimle dalga mı geçiyordun?” Yanaklarını şişirip surat astı. “Yaptığını beğeniyor musun? Halbuki Tina çok ciddiydi!”

Franca, gülmesini bastırarak: “Özür dilerim. Ama çok şirindin, dayanamadım.” diye af diledi. “Ama seninle dalga geçmiyordum, yalan da söylemedim. Bu çok ünlü bir hastalıktır ve nasıl iyileştirmenin bir yolu varsa bile ben bilmiyorum. Ne yazık ki bu hastalıkla yaşamak zorundasın. Ah, aslında tedavi edilmesi gereken bir hastalık da sayılmaz bu.”

 

Tina’nın (belki de) yakalandığı hastalık, insana hem acı hem de sevinç veren bir hastalıktı.

 

“Hımm… yani, hastalığı kendi haline bırakmaktan başka çare yok mu diyorsun?”

“Eh, öyle de denebilir.”

“Üff…” Tina, üzgün bir suratla başını yana eğdi.

Ne kadar sevimli bir kız… Franca’nın, dünyada bir tek nezaketsiz ağabeyden başka kimsesi yoktu ama; bir de kız kardeşi olsa, o kardeş acaba böyle bir kız mı olurdu?

 

“Hey Tina, yemek hazır!” Yuuki, mutfağın oradan başını çıkarıp seslendi. “Franca, sen burada mıydın?”

“Biraz uğramıştım.”

“Tam zamanında geldin, yemek ye de öyle git. Geçen gün getirdiğin sebzeleri haşladım. Ünlü bir aşçının görüşünü almak isterim doğrusu.”

“Ü –ünlü denecek kadar becerikli değilim ben. Ama, sizinle seve seve yemek yerim.” diye gülümsedi Franca. “Ah, aklıma gelmişken… Talim Okulundakiler, size bir mesaj iletmemi istedi. Şu malum çocukları Labirent’e götürme işinin tarihi belli olmuş…”

 

* * *

 

“Üç araştırıcı, dört geçici araştırıcı. Lütfen onaylayın.”

 

Yuuki, Labirent’in girişini koruyan Kilise şövalyelerinden birine bir belge uzattı.

Labirent’in pek çok girişi vardı ve her biri, Beş Kutsal Kilise’nin kontrolü altındaydı. Girişlerin etrafına demir kapılar ve sağlam duvarlar dikilmişti, elbette izin belgesi olmayan hiç kimse içeri giremezdi.

 

Yuuki, Franca, Alfredo resmi olarak araştırıcıydılar. Öğrenciler Kaiya, Edgar, Selim geçici araştırıcı izin belgesi ile, gerçek araştırıcıların gözetimi altında Labirent’e girebileceklerdi. Tina, sözde çocuklara rehberlik etmek için gelen büyüklerden biriydi ama bir araştırıcı değildi, o yüzden ona da geçici izin belgesi çıkartmışlardı.

 

Demir kapının içinde, dört tarafı duvarlarla sarılı, onlarca metre yarıçapında bir meydan vardı. Bunun tam ortasında da, yer altına inen kocaman basamaklar görünüyordu.

 

“Tamam, haydi hizaya geçin bakayım.” Yuuki el çırpınca, çocuklar merdivenin yanında sıra oldular. “Labirent’e girmeden önce sizi son kez uyarıyorum.” dedi Yuuki. “Labirent’te araştırma yapmak demek, hayatınızı tehlikeye atmak demektir. Bunu asla aklınızdan çıkarmamalısınız. Sadece sizin değil, tüm ekibinizin hayatı söz konusudur. Yani, bir kişinin yapacağı hata herkesi tehlikeye düşürür.”

 

Aşağısının ne kadar tehlikeli olduğunu er geç kendi gözleriyle görüp öğreneceklerdi ama, o zaman belki de iş işten geçmiş olacaktı. Öğrenciler: “Bu öğretmen de vaaz verip duruyor” diye düşünecekti, ama bu uyarıların zamanında yapılması lazımdı.

 

“Şimdilik sizleri biz koruyoruz, ama yine de size geçen gün öğrettiğim kurallara mutlaka uyacaksınız. Yanlış bir iş yaparsanız, hiç gözünüzün yaşına bakmam çok pis azarlarım sizi ona göre!”

 

Bugüne kadar güvenli olan bölgeler bugün de güvenli olacak diye bir garanti yoktu. Labirent’in sığ katmanlarında bile beklenmedik kazalar olabilirdi. O bir yana, Bab-ı Ali denen bu Labirent’in neresinde ne tür acayipliklerin yaşanacağı hiç belli olmazdı.

 

Çocuklar, yüzlerinde tuhaf bir bakışla dinliyorlardı.

“Bu arada, bir şey daha. Biliyorsunuzdur, araştırıcılık mesleğinin üç kolu vardır. Cisimsiz Mahluklarla yüz yüze dövüşen Savaşçılar, arkada durup onlara sihirle yardım eden Medyumlar, sakince durumu inceleyip bilgi veren Destek Elemanları. Sizler daha bunların hiçbiri değilsiniz. Biraz daha büyüyünce uzmanlık alanlarına ayrılacak, ona göre ders göreceksiniz. Gene de daha şimdiden neyi istediğinize karar verseniz fena olmaz. Bugün burada sadece misafirsiniz, ama ‘onların yerinde ben olsam nasıl karar verir, nasıl hareket ederdim’ diye düşünerek seyretmenizi istiyorum. Haydi, gidiyoruz!”

 

Yuuki’nin komutuyla, sıraya geçmiş çocuklar yürümeye başladı.

 

“Gelmeyi hiç istemiyor gibiydin ama bakıyorum işe kendini kaptırmışsın.” dedi Alfredo, her zamanki yavaş, sakin konuşmasıyla. Aralarında çocuklarla en iyi geçinen kişi Yuuki olduğu için, komutan rolünü onun oynamasına karar verilmişti. “Bu bana uymaz” diye reddetmeyi denemişti ama komutayı almamak için somut bir mazeret de gösterememişti. Yani grup önderliği işi, Yuuki’nin başına kalmıştı.

 

“Aldığım paranın hakkını verecek kadar çalışmak gibi bir prensinim var. Talim Okulu’nun verdiği işler genelde iyi oluyor. Unutmayasın diye söylüyorum, ben tüccarım. Araştırıcı olarak çalışmak da araştırıcılığa hevesli bebelere ders vermek de, yapmak istediğim işler değiller.”

“Oldu oldu, anladım seni.”

“Sahiden anladın mı acaba?” Alfredo’nun ona, sanki güler gibi attığı bakış Yuuki’nin pek hoşuna gitmemişti.

“Şey… acaba size gereksiz bir işe sokup, zahmet mi vermiş oldum?” diye söze karıştı Franca.

 

Kızın pişmanlık dolu yüz ifadesi, Yuuki’yi biraz telaşlandırdı. “Ha- hayır, öyle bir şey yok. Bana bu işten bahsettiğin için sana teşekkür borçluyum. Paraya ihtiyacımız vardı, imdadımıza yetişmiş oldun.”

“Hı–hı, hakikaten kurtarıcımız oldun. Para kazanmak bir yana, Efendi çocuklarla ilgilenirken epeyce mutlu gibi görünmüyor mu?”

“Bana da öyle geldi.” Franca da Tina’ya hak vermişti.

“Öyle mi görünüyorum?”

“Öyle görünüyorsunuz; ve ben Bay Yuuki’nin bu yönünü, çok se, sev… seviyorum.”

“Eksik olma. Eh, bu işi sevmiyorum diyemem doğrusu. Ama benim asıl işim ticaret, araştırıcılık değil.”

“Ticaret…”

“Tuhaf mı?”

“Hayır, tuhaf değil!” Franca başını hızla iki yana salladı. “Bana, geçmişte bir tüccar olarak iyilik etmemiş miydiniz?”

 

Geçmişte, Franca çok yüksek faizle borç veren bazı kötü niyetli tüccarların tuzağına düşmüş, kızın şehrin ahlaksız bir semtinde satılmasına ramak kalmıştı. Onu Yuuki kurtarmıştı.

“Sadece, şey…”

“Ne oldu?”

“Acaba araştırıcılıktan uzak durmanız, sadece dükkanı kalkındırmaya çalışmanız, acaba geçmişte yaşanmış…” Franca, cümleyi yarıda kesti. “Yo, önemli bir şey değil. Ben biraz çocukların durumuna bakıp geleyim.”

 

Franca hızlı adımlarla uzaklaştı. Ne garip kız bu bizimki, diye düşündü Yuuki.

 

* * *

 

Duvarlarda, Kutsal Güç sayesinde sürekli yanan fenerler vardı. Zemine, yürümek kolay olsun diye taş döşemişlerdi. Bu yerlerin haritası çok ucuza satılıyordu; ve etrafta Kilise şövalyeleri belli saatlerde devriye geziyordu.

 

“Bab-ı Ali”nin ilk üç katmanı, araştırıcılar için işte bu kadar zararsız, düzenli bir çevreydi. Eğitim gezisine getirdikleri üç öğrenci bile, Labirent’in bu kısımlarını daha önce gezip görmüştü.

 

Öyle de olsa, küçük kızın yüz ifadesi hiç de rahat değildi:

“Dikkat edilecek şeyler, unutulmaması gereken şeyler…” Kaiya, kendi kendine mırıl mırıl konuşuyordu.

 

Bu defa, Kaiya’nın işi “Altıncı Tanrıça”yı… Tina’yı göz hapsinde tutmaktı.

 

Ekiptekiler, Jahar’ın yüzünü tanıyorlardı, Jahar onların karşısına çıkarsa bu işte bir terslik olduğunu hemen anlarlardı. Kaçınılmaz olarak, bu işi Kaiya’nın yapması gerekmişti. Ama, ne olursa olsun “Tacında Ay Parlayan Tanrıça” olduğunun anlaşılmaması lazımdı. Bunun için, mutlaka yapması gereken iki şey vardı:

 

BİR: Kaiya, yaralanamazdı. Bu özelliğini asla unutmaması gerekiyordu.

Eğer başına bir şey gelirse ama hiç yara almazsa, herkes: “Bu hiç de doğal değil” derdi. Tina da Yuuki de, Kaiya’yı sadece tanrıçalarda ve onların Silahşor’lerinde bulunan bir gücün, yani Kutsal Kalkan’ın koruduğunu anlardı. Bu gezide Kaiya ve diğer çocuklar savaşmayacaklardı ama Kaiya, yine de tehlikeli bir canavarla karşılaşmamak için dikkat etmeliydi.

 

İKİ: Boş bulunup da mucize gösterme gücünü kullanmamalıydı.

İnsanların sihirle gösterdiği kerametler ve tanrıçaların gösterdiği mucizeler, birbirine benzerdi ama aynı şey değildi. Kutsal Güç toplamakta diğer tanrıçalara kıyasla çok geride kalmış olsa da, Kaiya’nın içinde bir miktar güç vardı. İçinde bu güç oldukça mucize göstermesi mümkündü, ama… yeteneğini kullanırsa, Tina bunu hissederdi. Tanrıçalar, birbirlerinin mucizelerini derhal algılardı.

 

Kim olduğunu anlayacak olurlarsa, ışınlanarak kaçmasını söylemişlerdi; ama bu, şu anki planın başarısızlığa uğraması demekti. Öyle bir şey olursa “Yıldızları Parıldatan Tanrıça” da, Jahar da onu affetmezdi.

 

“No –normal değil mi?” Kaiya’nın arkasında Selim konuşmuştu. Edgar: “Ne oldu, korktun mu?” diye dalga geçmişti galiba; Selim de kendini savunuyordu. “Daha kısa bir süre önce bir felaket yaşandı burada. Aynı şeyin tekrar olmayacağını nereden biliyorsun?”

 

Selim’in dediği gibi, birkaç gün önce üçüncü katmanda bir kaza olmuştu. Buralarda olmaması gereken, derin katmanlara ait Cisimsiz Mahluklardan pek çoğu ansızın belirip insanlara saldırıvermişti. Tehlike çoktan ortadan kaldırılmıştı ama, bölgede tamirat çalışması halen sürüyordu; bazı duvarlar yıkıktı, yola döşeli taşların bir kısmı yerinden çıkmıştı.

 

Aslında Edgar da ürkmüştü ama cesur görünmeye çalışıyordu. “Hah. Be… ben bi-bir keresinde kocaman bir Cisimsiz Mahlukla karşılaştım. Yine de hiç mi hiç yaralanmadım, yani sorun yok!”

 

Kaiya gibi Talim Okulu öğrencilerine o olayın ayrıntıları öğretilmemişti. Ama insanların o olayı açıklamak için bulabildiği en mantıklı teori, Labirent’teki aygıtlardan birinin –bir ışınlama cihazının, yanlışlıkla çalışmış olmasıydı.

 

Tabii, Kaiya bunun insan eliyle, kasten yapılmış bir şey olduğunu biliyordu. Suçlu, onun can yoldaşı olan Silahşor’ü, yani Jahar’dı. Bunu, düşmanın gücünü törpülemek için yapmıştı.

 

Jahar, o ışınlanma aygıtını Kaiya’ya danışmadan, kendi kafasına göre çalıştırmıştı ama Kaiya, “ben tamamen suçsuzum” diyecek durumda değildi doğrusu. Ölen insanları düşündükçe, sanki kalbine bıçak sokuluyormuş gibi bir vicdan azabı duyuyordu.

 

“Oh. Kaiya, sen titriyorsun. Sen de mi korktun yoksa?”

“Hı? A, ah evet, biraz korkutucu.” Kaiya yalan söylemiyordu. Geçmişte olanlar da, şimdiden sonra olacak olaylar da, onu çok korkutuyordu. Onun yüzünden ve Jahar yüzünden yaralanan insanlar. Ölen insanlar.

Ve gelecekte, onu bekleyen kader.

Kaiya o kadar çok korkutucu şeyle yüzleşiyordu ki. Dehşete kapılmamak elinde değildi.

 

“Amaan, sen de amma ödlek çıktın be.”

“Sen de fazla rahatsın. Dikkat etmezsen başına kötü bir şey gelebilir.” dedi Selim. Edgar, alay eder gibi bir hımlama çıkardı. “Salak. Ben, öyle bir sakarlık yapar mıyım hiç? Siz fazla tırsaksınız, o kadar.”

 

Selim, iç çekti. Galiba uyarıda bulunmaktan vazgeçmişti.

“………”

Kaiya, hiçbir şey söylemeden iki oğlanı süzdü. Onların incinmesini istemiyordu. Yapabilse, onları bu işin dışında tutardı. Ama Kaiya, Yuuki ve Tina ile aynı ekibe katılmışlardı bir kez. Artık kaderleri belli olmuştu, kaçınılmaz sona doğru gidiyorlardı.

Ahh… diye, içinden feryat etti. Eğer kendisi, “Tacında Ay Parlayan Tanrıça” değil de sıradan bir insan olsaydı, normal bir araştırıcı adayı olsaydı her şey ne kadar güzel olurdu.

 

Labirent’ten ve canavarlardan korkmak, gene de bilinmeyen o dünyayı görmek için safça bir merak duymak, araştırıcılığa giden yolu adım adım yürümek… böyle bir hayatı yaşamayı çok isterdi.

 

Elbette, Kaiya içinden ne dilerse dilesin gerçekler değişmezdi.

Gerçeklerden söz açılmışken… Kaiya, bakışlarını biraz ileride yürüyen Tina’ya çevirdi. Yaşça kendinden biraz daha büyük gibi görünen, çok dışa dönük ve neşeli bir kızdı bu “Altıncı Tanrıça”.

 

Acaba o, kendi durumu hakkında, taşıdığı görev hakkında ne düşünüyordu? Normal insanlardan çok farklı olduğu için üzülmüyor, endişelenmiyor muydu? Kaiya gibi, sanki üstündeki ağırlık onu ezecekmiş gibi hissetmiyor muydu, kaçıp kurtulmak istemiyor muydu?

 

Ona bu soruları sorabilmek, onunla sohbet edebilmek isterdim.

 

Elbette bu, sadece bir istekti. Onunla gerçekten konuşacak değildi. Kaderde, savaştan sonra birinden birinin, belki de ikisinin birden, bu dünyadan yok olması yazılıydı. Eğer Kaiya, gerçekte kim olduğunu belli edecek olursa bu, onun hayatta kalma şansını epeyce düşürürdü.

 

Tina, yenilmesi gereken bir düşmandı. Eğlence olsun diye dertleşecek bir arkadaş değildi. Kesinlikle.

 

“Hımm, ne oldu Kaiya?” Tina, sanki üstündeki bakışı hissetmiş gibi dönüp sordu. “Yüzün biraz solgun. Yoruldun mu?”

“Hayır, bir sorun yok. Özür dilerim.”

“Eğer yorulduysan çekinmeden söyle. Efendi’ye, seni dinlendirmesini söyleriz. Daha önümüzde uzun bir yol var. Hem de insanın sinirini bozacak kadar uzun.”

“A, anladım.” Kaiya, konuşmaya devam etmekten kendini alamadı: “Sinir bozucu diyorsunuz ama sanki eğleniyor… gibisiniz.”

“Hımm?” Tina göz kırpıştırdı. “Eğleniyor gibi mi görünüyorum?”

“Evet. Sanki yürümeye çok alışkın değilsiniz, gene de yürürken yüzünüz ışık saçıyor adeta… halbuki aslında bir araştırıcı değilsiniz, değil mi abla?”

“Doğru, biz dükkanda çalışıyoruz.” Tina hızla başını salladı ve devam etti. “Yine de bir sürü insanla bir yerlere gitmek, başlı başına eğlenceli, değil mi? Hatta gidilen yer Labirent’in içi olsa bile. Tina, esasında insanları çok seviyor çünkü. Zaten, Tina doğduğundan beri insanları ve şehri korumak… tüh, bunu kimseye söyleme diye Efendi bize tembih etmişti.” Tina, Yuuki’ye doğru baktı, ağzından kaçan sözün onun kulağına gitmediğine emin oldu.

 

Kaiya bir an, Tina’nın sözü mahsus tanrıçaların görevlerine getirdiğini, maskesinin düştüğünü sanıp tedirgin olmuştu. Sonra, Tina’nın sakin yüzüne baktı ve onun hiçbir art niyet taşımadığını anladı.

(İyi de… Ona “Efendi” diyor bu kız) Ne kadar tuhaf bir hitap şekliydi bu. Jahar’ın dediğine göre Yuuki, Tina’nın Silahşoru değildi, ama Yuuki’nin kızı tıpkı bir Silahşor gibi koruduğu da açıktı. Tina, ondan “Efendi” diye bahsediyordu. Aralarında nasıl bir ilişki vardı bunların böyle?

 

Anlaşılan, aralarındaki şey her neyse kendisiyle Jahar arasındaki ortaklıktan çok farklıydı. Ne de olsa Tina, Yuuki ile konuşurken de Yuuki hakkında konuşurken de çok mutlu görünüyordu.

(Ona imreniyorum, galiba…) diye içinden geçirdi Kaiya.

 

“Pekala, burada duralım.” Yuuki böyle seslenince, kafile durakladı. Önlerinde, dördüncü katmana inen merdiven vardı. “Buraya kadar sadece yürüyüş yaptık. Fakat buradan sonrası…”

“Tehlikeli olacak, değil mi?”

“Aynen öyle, Edgar.”

Övgü alan Edgar’ın yüzüne, zafer kazanmış bir ifade yerleşti.

 

“Bab-ı Ali”nin dördüncü katmanına indiklerinde, Labirent onlara bambaşka bir yüzünü gösterecekti. Bu, Talim Okulunda ilk öğrendikleri şeydi, Labirent hakkında herkesin bildiği bir gerçekti.

 

Buradan sonra Labirent giderek daha karmaşık bir yer olacak, karanlığın ve korkunun dünyası olacaktı. Aşağıda büyük ve saldırgan Cisimsiz Mahluklar vardı, bir fırsat bulsak da insan yesek diye pusuya yatmış bekliyorlardı. Aşağıdakiler, insan görünce geri çekilecek, kaçacak türden korkak canlılar değillerdi.

 

“O yüzden, gözünüzü dört açacak, pür dikkat olacaksınız. Bugünkü hedefimiz altıncı ila yedinci katmanlar. Şakası yok bu işin: Tehlikenin ve ölümün olduğu topraklara gidiyoruz!”

 


Edgar da Selim de, korkuyla yutkundular.

 

“Eğer birisi yaralanacak olursa; veya ben tehlike var diyecek olursam derhal geri döneceğiz. Bir tehlike fark ederseniz bunu hemen, yüksek sesle söyleyeceksiniz. Oldu mu? Haydi bakalım, amca.”

“Tamam, tamam. Pekala, asker gibi hizaya geçin bakalım. Size okuldayken dediğim gibi, sırayı hiç bozmadan yürüyeceksiniz ve gözünüzü dört açacaksınız. Bunu aklınızdan çıkarmayın.”

 

Alfredo böyle söyledi ve sıra başına geçip merdivene doğru yürüdü.

 

“Ka… karanlık, değil mi?” Dördüncü katmana indiklerinde, Selim ürkek bir sesle böyle dedi. Buradan sonra, duvarlarda fener yoktu. Yolu aydınlatan tek şey, duvarlarda yetişen ve ışıkyosunu denen bir bitkinin yaydığı zayıf ışıktı. Yanlarında bir ışık kaynağı taşımaları gerekecekti.

 

“Alın bakalım. Düşürmeyin, olur mu?” Franca, Kaiya’nın eline bir fener tutuşturdu; fener, içine ışıktaşı konmuş küp şeklinde cam bir kutudan ibaretti. “Üçünüze bir tane fener. Birinizin kolu yorulunca, feneri diğeriniz alsın.”

 

Edgar hemen: “Ben taşıyacağım,” diye seslendi. O yüzden, Kaiya feneri Edgar’a emanet etmeye karar verdi. Kaiya feneri tutmaya çok da istekli değildi, ama fenerin ışığı Edgar’ın hevesli yüzünü aydınlattığında kıskanmadan edemedi.

 

Tek sıra halinde, yavaşça ilerlediler. Yuuki’nin verdiği eğitimde öğrendikleri şekilde sıralanmışlardı. Alfredo, kılıcını elinde tutarak, en başta gidip yolun güvenli olduğundan emin oluyordu. Yuuki, en arkadan geliyordu, böylece tüm öğrenciler gözünün önünde olacaktı. Tina ve Franca, ellerinde fenerle yolu aydınlatıyorlardı; öğrencilere eşlik edip onlara yardımcı olacaklardı.

 

“Bi- biraz karanlık ama, çok da kötü bir yer değilmiş.” dedi Edgar yüksek sesle, kendini cesaretlendirmek istercesine.

“Daha yola çıkalı on adım bile olmadı…” diye hatırlattı Selim kibarca.

“Ama yukarıda ne yapıyorsak burada da onu yapacağız, değil mi? Yürüyeceğiz, merdivenlere gelince bir kat daha aşağı ineceğiz, o kadar. Ben böyle şeylere…”

“Tamam, biraz durun bakalım.” diye, sıra başından bir ses geldi. Bir an sonra, keskin bir kılıcın havayı yırtarken çıkardığı ıslık duyuldu. Edgar’ın bir metre yanına bir tür hayvan, vücudundan kanlar saçarak düştü. Yaratık, Edgar’ın üzerine atılmayı denemişti ama Alfredo, tek kılıç darbesiyle haklamıştı onu.

 

“Edgar, bu yaratığın geldiğini fark etmemiştin, değil mi?” diye seslendi Yuuki, sıranın en arkasından. “Gevezeliğin iki zararı vardır. Birincisi, insan konuştukça dikkatsizleşir. İkincisi, insan konuşurken dinleyemez, etrafındaki sesleri işitmez. O yüzden Labirent’te insan alçak sesle konuşur ve lafı uzatmaz. Bunu sakın unutma.”

 

Edgar’ın yanında yürüyen Franca, üzgün bir gülümsemeyle öğüt verdi: “Bu civardaki Cisimsiz Mahluklar küçükler, çok tehlikeli sayılmazlar. Deminki, fareden biraz daha büyük, ama etle beslenen bir canlıydı. Seni ısırsa da çok büyük bir yara almazdın. Ah, ama bazen bir insanın parmağını kopardıkları olur.”

“Ko… kopar…?” Edgar küçük dilini yutmuş gibi birden sustu.

“Hı-hı, bizim evde de fare var. Herhalde, Efendi temizliği gelişigüzel yaptığı için. İnsanlara akıl öğretir ama kendisi her işi elinin ucuyla yapar.”

“Evet, hakikaten de öyle birisi değil mi?” diye, Tina’nın dediklerini onayladı Alfredo.

“Gerçekten de öyle birisi misiniz, Bay Yuuki?” dedi Franka.

“Arkadaşım, beni öğrencilerin önünde küçük düşürmeseniz olmaz mı? Kırk yılın başı uslu uslu söz dinlemeye, benden çekinmeye başlamışlardı; berbat ettiniz yani…” Yuuki iç çekti. Kaiya, elinde olmadan gülümsedi. Hiç de çekinilecek bir öğretmen değildi o, Talim Okulu’nun resmi öğretmenleri –öğretmenlerin çoğu Beş Kutsal Kilise’nin rahipleriydi– gibi sert birisi değildi. Arkadaş olunması kolay bir insandı, çocuklar onu çok severlerdi.

 

Yüzünde hep, “bu veletlerle uğraşmak yine bana düştü” diyen bir ifade olurdu ama  çocuklara asla kötü davranmazdı. Onun gibi bir öğretmen daha yoktu doğrusu.

 

Kaiya’nın yüzündeki gülümseme siliniverdi. İçindeki neşe uzun sürmemişti. Bu yere neden geldiğini unutmamalıydı. Evet, Yuuki’yi pek çok çocuk severdi. Fakat bugün, burada yaşanacak olaylardan sonra Yuuki, bir daha asla Talim Okulu’nda ders vermeyecekti.

 

(Bunu… yapmak istemiyorum…) Bu düşünce, kalbinden belki kırk defa geçmişti bugün.

 

Tina… ortadan kalkmak zorundaydı, başka yol yoktu. Bu, Kaiya’nın hiç mi hiç hoşuna gitmiyordu ama gerçekler karşısında boyun eğmekten başka çaresi yoktu. Tina yaşamaya devam ederse, eninde sonunda kendisi ölecekti. Ne kadar arkadaş olsalar da, Tina’ya karşı ne kadar sevgi duysa da, Kaiya gerçeklerden kaçamazdı.

 

Kaiya ölmek istemiyordu. Kendinden ne kadar nefret ederse etsin, kendinden ne kadar iğrenirse iğrensin, hayatta kalmak için “düşman”ı yenmek zorundaydı.

 

Fakat… Edgar ve Selim vardı, Alfredo ve Franca vardı. Kaiya, bu işin sonunda diğer insanların da zarar görmesini istemiyordu.

 

Öldürülmesi emredilen Yuuki bile, gerçek bir Silahşor sayılmazdı. Eskiden Silahşordu, ama şimdi Tina’ya bir koruma gibi hizmet ediyordu sadece. Kaiya’ya göre, Yuuki’nin Tina’nın kaderini paylaşmasına gerek yoktu.

 

Ama… Jahar, böyle ufak detaylara aldırış edecek birisi değildi. O, amacına ulaşmaktan başka bir şey düşünmezdi. Görevi bir kişiyi öldürmek olsa ve görevi yerine getirmek için, sadece hedefini değil onunla beraber yüz kişiyi daha öldürmesi gerekse; bir an bile tereddüt etmezdi.

 

(Bay Jahar ne yapmayı planlıyor acaba?) diye düşündü. Kaiya, ekibi gözlemlemekle yetinecek; uygun zamanda Jahar’ı ‘ışınlama’ ile buraya getirecekti. Jahar da Tina ile Yuuki’yi ortadan kaldıracaktı. Bu, Kaiya’nın fikri bile sorulmadan, önceden kararlaştırılmıştı. Ama sadece “ortadan kaldırmak” demek yetmiyordu; bunu başarmak için Jahar detaylı bir plan yapmış olmalıydı. Elbette planını Kaiya’ya anlatmamıştı, “zamanı gelince sana haber veririm” demekle yetinmişti.

 

Tanrıçalar ve Silahşorleri, eğer isterlerse birbirleriyle uzaktan bile, telepatik olarak konuşabilirlerdi. Şimdilik Kaiya’nın görevi, istendiği zaman bilgi göndermekten ibaretti. Demek ki Jahar, Kaiya’nın yeteneklerine ve iradesine zerre kadar güvenmiyordu.

 

(Silahşorunun bile güvenmediği bir tanrıçayım, demek ki…) İçiden, kendisiyle alay etti. İçinden ağlamak geliyordu.

 

Jahar, Yuuki’nin karşısına çıkıp ona açıkça meydan okumayacaktı tabii. Herhalde bir kargaşa çıkaracak, böylece saldırma fırsatı bulacaktı. Kaiya, öyle tahmin ediyordu, ama… başka bir şey bilmiyordu.

 

En azından, etraftaki diğer araştırmacı ekiplerine bir zarar gelmese bari… diye düşündü.

 

Labirent’e girdiklerinden beri, Jahar onunla iletişim kurmamıştı. Kaiya, Jahar’la görüşmeyi iple çekiyor filan değildi tabii; ama bu sessizlik onu korkutmaya başlamıştı.

 

Acaba ona bir mesaj göndersem mi, diye düşündü; ama bu düşünceyi aklından hemen sildi. “Neden kafana göre iş yapıyorsun?” diye azarlanmaktan korkuyordu. Ayrıca gelebilecek cevaptan da korkuyordu. Ya Jahar, “Birazdan saldırıya geçiyorum!” diyecek olursa… En iyisi hiç ilişmemekti, belki kendi haline bırakılırsa Jahar plandan vazgeçerdi.

 

Kaiya bunları düşünürken…

“Hey, Kaiya’cığım. Oralarda durum nedir?”

“Ah!” Kafasının içinde birdenbire bu ses yankılanmıştı. Kaiya ürkmüştü, zınk diye durdu. Hemen ardında yürüyen Edgar, duramayıp burnunu Kaiya’nın kafasının ardına tosladı; ve sinirli bir ses çıkardı.

“Ö –özür dilerim!” Kaiya af dileyip, Jahar’a bir düşünceyle cevap gönderdi:

“Bay Jahar? Bö –böyle birdenbire konuşmayın lütfen.”

“Sana sadece kalbimin sesini duyurabiliyorum, konuşmadan önce nasıl işaret gönderebilirim ki? Neyse, boş verelim bunu. Şu anda neredesiniz? Dördüncü katmanda mı?”

“Döndüncü katmanın ortalarındayız sanırım.” Kaiya, bakışları ve yüz ifadesi değişmesin diye çabalıyordu. Ekipteki diğer tanrıçanın bu telepatik konuşmayı işitmesinden korkmasına gerek yoktu. Ama tuhaf davranışlar sergilerse, birisinin sesini duyduğunu belli etmeye başlarsa, ekip üyelerinin dikkatini çekerdi.

“Anlaşıldı. O halde, başlıyorum…” dedi Jahar sakince. Fakat “başlıyorum” dediği şey, öldürmek ve yok etmek için yaptığı planları uygulamaya koymaktı.

 

“Şey… Bay Jahar…” Kaiya, itiraz etmeye başlamıştı ama sözün gerisini nasıl getireceğini kendisi de bilmiyordu. Belki kararsızlık içine düşmüştü, belki de bu planı iptal etmek istiyordu…

 

“Sana basitçe anlatacağım. Şimdi Labirent’in bir kısmını kesip ayıracağım. Sakın Tina’nın yanından ayrılma, Kaiya’cığım. Bu kadar.” Jahar, tanrıçanın cevabını beklemeden telepatik iletişimi kesti.

 

(Kesip ayırmak mı? Ne demek istedi acaba…) diye düşündü Kaiya. Sonra, bir anda tüyleri diken diken oldu.

 Tina, keskin bir çığlık atmıştı: “Efendi! Bir şeyler oluyor!”

“Sana zor geliyor biliyorum, Tina; ama daha anlaşılır cümleler kurmalısın…”

 

Yuuki, aldırış etmez gibi konuşmuştu ama yüzünde çok ciddi bir ifade vardı. Tina’nın sezgilerine güveniyordu.

 

“Tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Ama, çok büyük bir Kutsal Güç…”

 

Tina bu cümleyi bitiremeden, etraflarındaki manzara bulanıklaştı. Kaiya’ya sanki dünya fırıl fırıl dönüyormuş gibi geldi, dengesini kaybetti. Midesi o kadar bulanıyordu ki öleceğini zannetti. Başına öyle bir ağrı girmişti ki, sanki birisi çekiçle kafasına vuruyordu.

 

Kaiya zayıf bir çığlık atarak yere çöktü.

 

* * *

 

“Herkes iyi mi?” Her şey normale döndüğünde, Yuuki feneri havaya kaldırıp böyle dedi.

 

Sarsıntı… mı demeli? Yuuki’ye Labirent’in tümü sertçe sallanıyor gibi gelmişti. Bu sarsıntı çok kısa sürmüştü ama çok sıra dışı bir olayın yaşandığı kesindi.

 

Çocukların üçü de iyi gibiydi. Ama… oğlanlar sadece afallamıştı, buna karşın Kaiya yere çömelmiş, elleriyle toprağı sıkı sıkı kavramıştı.

“Şey… Kaiya…” Edgar, endişeli bir ifadeyle Kaiya’ya seslendi. Hemen:

“İyiyim…” diye cevap verdi kız. “Sadece gözüm karardı… o kadar.”

“Kaiya’yı duvara götürün de sırtını yaslayıp otursun. Edgar, Selim, ikiniz arkadaşınıza yardım edin.”

 

Yuuki, çocuklara bu komutu verdikten sonra ileriye doğru baktı. “Üüü… kendimizi kötü hissediyoruz…” Tina yere oturmuştu. Alfredo ve Franca, kendilerini savaşa hazırlamış etrafı dikkatli bakışlarla süzüyorlardı. Fakat Franca’nın yüzü, acıyla katılaşmıştı.

“Franca…”

“Ben iyiyim.” Kız, canının yandığını belli etmemek için elinden geleni yaparak böyle dedi. “Şey, galiba bir şey, Labirent’e çok şiddetli bir Kutsal Güç yaydı. Başım ağrıdı ve kulaklarım çınladı çünkü…”

“… Kutsal Güce karşı hassas olmanın, böyle olumsuz etkileri de oluyormuş demek ki.” dedi Alfredo. O hiçbir rahatsızlık hissetmemişti.

 

Kendisinde ve Alfredo’da, Edgar ve Selim’de hemen hiç etkisi olmamıştı deminki olayın. Demek ki Franca haklıydı.

 

Franca, Tina ve Kaiya’nın dinlenip kendilerine gelmelerini beklerken, Yuuki etrafı kolaçan etti. Bir keresinde, bir kattan diğerine ışınlanmışlardı… ama bu seferki, öyle bir olay değildi galiba. Gözünün önündeki koridor değişmemişti; ayağının altındaki taş döşeli yol, duvarda büyüyen bitkiler, demin yürüdükleri dördüncü kattakilerin aynısıydı.

 

Fakat… kendini yabancı bir yere gelmiş gibi hissediyordu.

 

Bu hissin kaynağını, düşünmeye bile gerek kalmadan anladı. Aynı anda, Alfredo şöyle dedi:

“…Manzara biraz değişti ha, ne dersin?”

“Öyle.” diye başını salladı Yuuki.

 

Yakın çevreye bakılırsa kesinlikle dördüncü katmandaydılar. Lakin… beş metre ileriye bakınca, iş değişiyordu. Orada, duvarın yapısı da, bitkilerin türü de, zemini kaplayan taşların şekli de başkaydı.

 

Yuuki, bunu fark edince ileriyi daha dikkatlice incelemeye başlamıştı. Kendilerinin bulunduğu beş metrelik alanla, koridorun ilerisi arasında hiçbir çatlak veya ek yeri görünmüyordu. Duvarlar da, zemin de kusursuzca birbirine bağlanmıştı; bir çizgiye gelince duvarların ve zeminin biçimi değişiyordu sadece. Bir beş metre daha gidince, Labirent’in şekli yine değişiyordu.

 

Az önce düz bir koridorda yürüyorlardı. Şimdi ise, on metre kadar ileride sert bir dönemeç vardı. Dönemecin ilerisinde ne olduğu, buradan bakınca görülmüyordu.

 

“Sanki birisi eşek şakası olsun diye Labirent’in bir parçasını kesip koparmış da, onu Labirent’in bir başka yerine yapıştırmış gibi… diyebiliriz herhalde. Böyle bir olayla daha önce hiç karşılaşmış mıydınız?” Yuuki böyle sorunca, Alfredo da Franca da başlarını sağa sola salladılar.

 

Her neyse, burada şaşkın şaşkın durmanın bir yararı yoktu. Vaziyeti görmüşlerdi; sırada düşünmek ve anlamak vardı. Başlarına tam olarak ne gelmişti acaba?

 

“Franca. Bu gördüğümüz şeyler, senin Medyum meslektaşlarından birinin bize gösterdiği bir hayaldir belki; ne dersin? Olabilir mi?”

“Bilmem ki. İnsana serap gösteren bazı kerametler var. Ama…” Kızın baş ağrısı ve kulak çınlaması geçmiş gibiydi. Yavaşça ayağa kalktı. Elini duvardaki sarmaşıklara uzattı, bir tanesini tutup sarstı. Bitkiden çıkan hışırtılı ses, Yuuki’nin kulağına kadar geldi.

“Evet, dokunduğum zaman onu hissedebiliyorum. Sadece gözü değil, beş duyuyu birden kandırabilecek bir serap yaratmak, imkansızdır bence.”

 

Yani bu, insan Medyumlarca yapılabilecek bir iş değildi. Eğer öyleyse, geriye düşünülebilecek bir tek ihtimal kalıyordu…

 

“Ö -Öğretmenim… bize ne olacak şimdi?”

“A.- acaba yolumuzu mu kaybettik?”

 

Selim ve Edgar, kafalarını kaldırmış ürkek ürkek Yuuki’nin yüzüne bakıyorlardı. “Talim okulunda öğrenmediniz mi?” dedi Yuuki. “Labirent’te başınıza ne gelirse gelsin şaşırmayın, derler. Doğrusu, çok nadir rastlanan bir vaka ile karşılaştık. Mutlu olmanız gerek, bu sizin için çok değerli bir deneyim olacak.” Çocuklar korkuya kapılmasın diye, dalga geçercesine güldü.

 

Önce bu olayı değerlendirip, tehlikede olup olmadıklarını anlamaları lazımdı. Ama bunu yaparken, yanlarındaki çocukları korkutmanın bir anlamı yoktu. Yuuki’nin işi, çocukları korumaktı.

 

Neyse ki çocuklar paniğe kapılmamışlardı. Ne olduğunu çözememişlerdi, o kadar şaşkındılar ki korkmaya fırsat bulamamışlardı. Şimdilik sakindiler.

 

Yuuki, Tina’yı bir köşeye çekip alçak sesle sordu:

“Ne olduğunu anlayabildin mi bakalım?”

“Labirent alt-üst oldu. Kendimizi çok kötü hissediyoruz.” dedi Tina asıl suratla. Daha kendine gelememişti anlaşılan.

“Labirent’in alt-üst olduğunu görüyorum zaten, gözüm var. Neden böyle oldu, diye soruyorum.”

“Offff…” Tina, inleyerek kaşlarını çattı. “Umm… büyük miktarda Kutsal Gücün hareket ettiğini hissettik. Ama… bu olay, tanrıçaların bir mucizesi değil.”

“Nereden biliyorsun?”

“Böyle bir şey yapmak, bir tanrıçaya çok güç kaybettirir de ondan. Doğrudan doğruya Labirent’in bir parçasının yerini değiştirmek, uzay-zamanın iki parçasını yerinden söküp, birbiri ile değiştirmek. Böyle bir şey, sıradan bir ışınlama işiyle kıyaslanamayacak kadar çok Kutsal Güç tüketir. Mesela… Efendi, senin gibi yüz kişi, tüm hayatları boyunca kazandıkları tüm parayla Kutsal Emanet alsalar bile o kadar güç toplayamazlar.”

“Çok anlaşılır şekilde anlattın, sağ ol.”

 

Verdiği örnek biraz kalp kırıcı olmuştu ama, Tina’nın söyledikleri inandırıcıydı. Eğer gördükleri şey, bir insanın da bir tanrıçanın da işi değilse, ne olmuştu o halde?

 

Labirent’tekiki sihirli mekanizmalardan biri harekete mi geçmişti acaba? Ya da, bir tür Kutsal Emanet mi kullanılmıştı? Doğru, uzay-zamanı eğme gücüne sahip eşyalara çok nadir de olsa rastlanıyordu. Yuuki, böyle bir eşyaya nerede rastlanabileceğini bilmiyordu tabii.

 

Birisi, bu durumu kasten açığa çıkarmış olabilirdi, eğer öyleyse bu ciddi bir problemdi. Ama…

Neler döndüğünü kesin bilmemize yetecek kadar ipucu yok, diye düşündü Yuuki. Derin bir soluk aldı.

“Şimdilik sebep aramayı bir yana bırakalım. Labirenti eski haline getirebilir misin?”

 

Küçük tanrıça, öfkeli bir tavırla tersledi: “Tina yapamaz bunu. Yapabilmemiz mümkün mü sence?”

“Değil tabii. Özür dilerim.”

 

Tina henüz çok az Kutsal Güç biriktirebilmişti. Bu haliyle, büyük bir mucize gösteremezdi. Yuuki biraz düşündükten sonra, konuya başka açıdan bakmaya karar verdi. “Halen dördüncü katmanda olduğumuzu var sayalım. Bak aklıma ne geldi Tina, birinci ve ikinci katmanlardaki; ve Labirent’in girişindeki fenerleri hissedebiliyor musun?”

“Hımm, bir deneyelim bakalım.” Tina gözlerini hafifçe yumdu.

 

Labirent’in ilk üç katmanında kullanılan fenerlerde, ışıktaşı denen Kutsal Emanetler kullanılıyordu. Son derece sık rastlanan ucuz bir Kutsal Emanet türüydü bu; ama sonuçta Kutsal Emanettiler. Yani içlerinde Kutsal Güç vardı. Ve tanrıçalar, Kutsal Gücü hissedebilme yeteneğine sahiptiler.

 

“Hı-hı, hissedebiliyorum. Üstümüzde, belli aralıklarla dizilmiş zayıf Kutsal Güç kaynakları var. Herhalde, fenerlerdir bunlar.”

“Demek öyle. Neyse, buna da şükür.”

“Neden bu kadar sevindin ki?” Tina gözlerini iri iri açıp başını yana eğdi. “Bir şey mi anladın, Efendi?”

“Yok bir şey. Aklıma kötü bir ihtimal gelmişti de, onun doğru olmadığını anladım sadece.”

 

Demek ki Labirent’in girişinden uzaklaşmamışlardı. Yani ekibin yeri hiç değişmemişti. Ekibin çevresindeki koridor, kopartılıp Labirent’in bir başka yerine taşınmamıştı. Onun yerine, Labirent’in bir kısmının yapısı baştan aşağı değiştirilmişti. Yani, eğer Tina’ya yeteri kadar Kutsal Güç verebilseydi, ışınlanarak buradan kaçmaları mümkün olabilirdi.

 

Eh, o kadar Kutsal Güç bulmanın bir yolu var mı, o ayrı bir meseleydi. En azından anlaşılmaz, açıklanamaz bir durum içinde değildiler artık. Yuuki, bunun için minnet duyuyordu.

 

Yuuki, ekibin diğer üyelerine döndü. Çocuklar artık sakinleşmişlerdi. Kaiya da kendini epeyce toparlamış gibi görünüyordu. Franca, acı bir gülümsemeyle:

“Nedense sizinle beraberken, pek çok tuhaf olay yaşıyorum.”

“Eh, öyle. Geçen sefer Labirent’te beraber indiğimizde de benzer bir şeyler yaşamıştık.”

 

Yuuki hafifçe omuz silkti. Geçen ay, üçüncü katmanda pek çok Cisimsiz Mahluk, ayrıca bir de Cisimsiz Ejder belirivermişti. Yuuki, o olaya bulaşan diğer insanları hatırladı; şu an burada olmayan kişileri…

“Aa, aklıma gelmişken… Franca, o günden sonra ağabeyini görebildin mi? Artık yaraları düzelmiştir herhalde.”

“Ooo, Stefan’dan mı bahsediyorsunuz? Sahi, ne oldu o adama?”

“Halif Birliği’nin kışlasında, güya göz altında tutuluyor. Bence kendi isteğiyle kışlada saklanıyor, göz altında tutulduğu da yalan. Benimle görüştürmelerini sağlayamadım.” dedi Franca, suratında üzgün bir ifadeyle. Bu üzgün hali bile bir gelişme sayılırdı: Eskiden, ağabeyinden bahsederken hep yüzü kararırdı. Demek ki yarı-kardeşiyle arasındaki kavgayı, kendi içinde bitirmişti artık.

 

“Eh, acele etmeyeceğim. Ona söylemek istediğim pek çok şey var.” Franca sakince gülümsedi.

Yuuki başını ‘evet’ anlamında salladı. Artık Franca için endişelenmeme gerek yok, diye düşünüyordu.

“Haydi bakalım, senin ağabeyinle konuşabilmen için önce bir şeyler edip yer yüzüne dönmeliyiz. Ne yapalım?”

“Hımmm…” Alfredo kafasını kaşıdı. “Öncelikle, güvenli bir yer ve su bulmamız gerek. Yiyecek ihtiyacını da, en kötü ihtimalle Cisimsiz Mahluk’ların etini ve Labirent’te büyüyen bitkileri yiyerek karşılarız.”

“Ben de aynı fikirdeyim,” dedi Yuuki. “Halen dördüncü katmanda olduğumuzu var sayalım. Yakınlarda birkaç tane su kaynağı olması lazım, ama bu eşek şakasını yapanlar onları da değiştirmiş olabilirler. O zaman, çaresiz kalırız.”

Alfredo İçini çekti. “Şimdilik, etrafı araştırarak başlayalım. Çocukları koruya koruya, yavaşça ilerleyelim.”

“Olur.” diye onayladı Yuuki. Zaten, yapabilecekleri tek şey de buydu.

 

Mola bitmişti. Ekip, tekrar yola koyuldu. “Bab-ı Ali”nin dördüncü katmanında, yavaşça ilerlediler. Labirent çok değişmişti. Bu bölge hakkında bildikleri şeyler geçerli değildi artık, odaların ve koridorların biçimi değişmişti; herhalde üst kata çıkan merdivenlerin bile yeri değişmişti.

 

Yürürken, tıpkı kendileri gibi şaşkın, yolunu kaybetmiş başka ekiplere rastladılar. Onlarla bilgi alışverişi yaptıktan sonra, kapana kısıldıklarını öğrendiler. Herkes bir an önce Labirent’ten çıkmak istiyordu ama üst kata giden merdivenleri hiç kimse bulamamıştı.

 

Yine de, diğer ekiplerle konuşmanın bir faydası oldu. Ekiplerden biri bir yer altı pınarı bulmuştu, su kaynağının yerini tarif ettiler.

“Hımm. Labirent’in şekli bozulsa da suyun akışı durmamış. Nasıl bir numara acaba?” Tina, suyun kenarına gitmiş meraklı gözlerle suya bakıyordu. Bu yer de diğer yerlerle aynı durumdaydı. Kaynağın yanında durup beş metre ileriye bakınca, Labirent’in duvarlarının yapısı değiştiğini görüyordunuz. Ama su, yatağında durmadan ve taşmadan akmaya devam ediyordu. Bir noktada, su ansızın beliriveriyor, beş metre akıyor ve ansızın gözden kayboluyordu.

 

“Suya düşme, Tina.”

“Niye düşelim, aptal mıyız bi… Aaay!” Daha lafını bitirmeden ayağı kaydı, yanında duran Franca aceleyle uzanıp onu tutmak zorunda kaldı.

 

En azından, içme suyu problemi çözülmüştü.

“Burada yemek molası verelim mi?” dedi Alfredo. İyi fikirdi, hem karınlarını doyurmuş hem mataralarına su doldurmuş olurlardı. Yuuki, gözcülük etmeye gönüllü oldu; ekipten biraz uzaklaştı. Gözlerini çevrede dolaştırarak kurutulmuş ekmeğini kemirmeye başladı. Aklını meşgul etmezse dikkati dağılabilirdi, o yüzden bundan sonra ne yapacağını düşünmeye başladı.

 

Sadece araştırma açısından düşünürse, en verimli yol Yuuki’nin diğerlerine: “Siz burada bekleyin” deyip tek başına keşfe çıkmasıydı. Ama bunu yaparsa başka problemler çıkacaktı.

 

Mesela, tek başına giderse ekibi tekrar bulabileceğinden emin değildi. Eğer Labirent’in şekli bir kez daha değişecek olursa, Yuuki bile yolunu şaşırabilirdi.

 

Hem, içi de rahat etmezdi. Çünkü kendisi yokken ekibin başına bir şeyler de gelebilirdi. Alfredo’nun ve Franca’nın yeteneklerine güvenmiyor değildi. Ama onlar, iyi birer savaşçı olsalar bile sonuçta insandılar. İnsandan daha güçlü tehlikeler de vardı.

 

Kısa süre önce yaşanan o olayı… destanlara konu olmuş o yaratıklardan, yani Cisimsiz Ejderlerden birinin çıkıp gelmesini hatırlayınca, tedbiri elden bırakmaması gerektiğini anlıyordu.

 

“Bir Silahşor olsaydım…” diye fısıldadı Yuuki. Bir Silahşor olarak, daha esnek hareket edebilirdi.

 

Tanrıçalar ve Silahşorları arasında bir bağ vardı. Bu bağ sayesinde, ayrılsalar bile birbirlerinin nerede olduğunu sezer, hatta birbirlerine mesaj gönderebilirlerdi.

 

Bir zamanlar, sahibesi olan tanrıçayı tehlikeden defalarca kurtarmıştı; tanrıça da onun hayatını defalarca kurtarmıştı.

 

Şimdi, Yuuki’nin bir sahibesi yoktu, bir Kutsal Kalkanı yoktu, sonsuz bir hayatı yoktu. Silahşorların özelliklerinden birine bile sahip olmayan eski bir Silahşordan… sıradan bir insandan ibaretti.

 

“Ya Efendi’nin Silahşor olmasına karar verilirse?” dedi Tina alçak sesle. Çaktırmadan Yuuki’nin yanına gelmişti. Anlaşılan, az önce mırıldandığı zaman söylediği şeyi duymuştu.


“Bir tanrıça, çağırma mucizesini kullandığı zaman gelen kişi, o tanrıçanın bir parçası olur. Kimin Silahşor olacağına Göksel Tanrı karar verir… çağıran tanrıça için en uygun kişi kimse, o seçilir. Tina, gerçekten Efendi’ye ihtiyaç duyuyorsa; çağırmanın sonucunda Tina’nın Silahşoru Efendi olacaktır.”

“İmkansız.”

“Nedenmiş o?” Tina, kalbi kırılmış gibi kaş çattı. “Belki şaka yaptığımızı sanıyorsun ama Tina ciddi…”

“Özür dilerim. Seninle bir ilgisi yok bunun…” Yuuki şefkatle gülümsedi ve elini, Tina’nın başına koydu. “Sorun bende. Şu anki halimle, Silahşor olmak için gereken özellikler bende yok. Yani imkansız.”

“Öyle mi dersin? Nedenmiş? Eskiden, bir başka tanrıçanın Silahşoru olduğun için mi?” diye üsteledi Tina. Yüzünde çok ciddi bir tavır vardı.

“Ondan değil.” Yuuki, söze devam etmeden önce derin bir nefes aldı. “Aslında, Silahşor dediğin…”

Birden sustu.

“Efendi?” dedi Tina şaşkın bir sesle. Yuuki cevap vermedi. Bir an gözlerini kısıp ileriye baktı, sonra ardına dönüp bağırdı:

“Amca, Franca, Cisimsiz Mahluk var! Büyük bir tane!”

 

İkisi de, deneyimli araştırıcılardan bekleneceği gibi, bir anda tepki verdiler. Alfredo ayağa fırlayıp koştu; hemen ardından da Franca geliyordu.

 

“Bebeler şuraya toplansın! Çabuk, çabuk!” Yuuki ve Tina, çocukların önüne geçip onları korumaya hazırlandılar.

 

Karanlığın içinden çıkıp gelen, tırtıla benzer bir canlıydı.

Ama boyunun uzunluğu iki metreden hayli fazlaydı. Gövdesinin yanlarından böcek ayağı gibi on tane bacak çıkmıştı, bunlar gelişigüzel kımıldıyordu. İnsanın içini bulandıran, iğrenç bir görüntüsü vardı. Bu kadar çok ayağı olduğu için, elbette ki çok hızlı hareket ediyordu.

 

“Hiii!” Yuuki’nin arkasında, Selim ince sesle bir çığlık attı; ve öğürür gibi bir ses çıkardı.

“Ah, şu şey amma da korkunç görünüyor, değil mi? Zehirli bir canlıya benziyor, o yüzden onu yaklaşmadan öldürmeye çalışacaklar.” Yuuki, çok sakin bir sesle, normal ders anlatır gibi konuşuyordu. Sesinin tonuyla onlara şunu öğretiyordu: Telaşlanmak yasak. Telaşlanmak gereksiz.

 

Gerçekten de, Franca böyle bir canavarı tek başına bile yakıp kül edebilirdi. Ama…

Bu normalde çok daha aşağıdaki katmanlarda yaşayan bir Cisimsiz Mahluk. Labirent’in farklı bölgelerinden parçalar buraya gelince, canavarın yuvası da buraya taşınmış olmalı… diye düşündü Yuuki. İçinden şansına tükürmek geliyordu.

 

Belki de, düşündüğünden daha büyük bir tehlike içindeydiler.

İçinde, sizi daha büyük belalar bekliyor diyen, kötü bir his vardı.

 

* * *

 

Solitus şehrinin biraz dışında, ufak bir tepe.

Üç siluet, tepenin zirvesinde durmuş “Bab-ı Ali”nin giriş kapısını seyrediyorlardı.

 

“Böylece, planımızın birinci aşaması tamamlanmış oldu.”

“Yıldızları Parlatan Tanrıça” Elfride, havaya kaldırmış olduğu sağ kolunu yavaşça indirdi.

Elinde tahtadan bir küp tutuyordu. Ufak bir küptü bu, iki avucuyla sarabileceği kadardı.

 

“Gerçekten çalıştı mı? Şu, ‘Hiçliğin Sır Kutusu’ mudur nedir?” Jahar, gözlerini kuşkuyla kıstı. “Ben sizin gibi değilim tanrıça hazretleri, Kutsal Güçte bir değişiklik olduğu zaman bunu anlamam.”

“Endişen varsa, o küçük prensesine sor da gör. Labirent’in ikinci katmanından aşağısı bundan etkilenecek. Dördüncü katmandan yedinciye kadar olan bölge tamamen mühürlendi –artık oraya kimse girip çıkamaz.” dedi Elfride, yüz ifadesini hiç değiştirmeden.

 

Kutsal Emanetin adı: “Hiçliğin Sır Kutusu”. “Yıldızları Parlatan Tanrıça”nın gizli deposundan gelme, çok eski bir eserdi bu. Belli bir bölge içindeki uzay-zamanı hareket ettirip, oradaki her şeyi başka bir yere gönderebilen bir cihazdı bu. Öyle bir aygıttı ki, istenirse yere attığınız şeylerin tavandan kafanıza düşmesini sağlar; veya bir odanın iki kapısını birbirine bağlardı: Odaya girmek için kapıdan geçtiğiniz an kendinizi diğer kapının dışında bulur, odaya giremeden odadan çıkmış olurdunuz.

 

Normalde, çalışması için kutuya Kutsal İnci koymak gerekiyordu. Ama bu kez tanrıça, aygıta enerji vermek için kendi içindeki muazzam Kutsal Gücü kullanmıştı. Kutu çok büyük ölçekte çalışmış; Labirent’in bir kısmının yapısını geçici olarak değiştirmişti.

 

Nedense kutunun bir tür otomatik güvenlik kilidi vardı, onunla her istediğinizi yapamıyordunuz. Elfride, kutunun Labirent’e benzer koridorlar yaratarak eğlenmek için icat edilmiş bir tür oyuncak olabileceğini düşünüyordu.

 

Kutunun bu kaprisi yüzünden, Tina’yı ve arkadaşlarını hapsetmek için aygıtı defalarca çalıştırması, Labirent’te irili ufaklı pek çok değişiklik yapması gerekmişti. “Eh, bir önemi yok. Bu cihazı defalarca kullanmak bile, bana fazla bir külfet getirmiyor.” diye böbürlendi tanrıça. Bizzat mucize gerçekleştirmek yerine, bir Kutsal Emanetin etkisini çoğaltmak için fazla bir Kutsal Güç harcamak gerekmiyordu.

 

Tina’yı ortadan kaldırmak için olsun, Yuuki’yle savaşmak için olsun, Jahar’ın bir Ejderdişi silahı ile saldırıya geçmesi gerekecekti. Bunu yaparken insanların onu görmesi işine gelmezdi, ayrıca Yuuki’nin veya Tina’nın kaçıp kurtulmasına da izin veremezdi.

 

O yüzden, Yuuki’nin ekibini Labirent’te tek başlarına bırakmak, mümkünse Yuuki ve Tina’yı ve ekipteki herkesi diğerlerinden ayırmak istemişti. Bu bir kez başarıldı mı, Jahar oraya ışınlanıp işi bitirecekti.

 

“Şu anda, Altıncı tanrıçanın azıcık Kutsal Gücü var. Yine de, sen beceriksizlik yapar de işini hemen bitiremezsen, onun Kutsal Güç toplamanın bir yolunu bulamayacağını garanti edemem. “Ay” tanrıçası ile bağlantı kur ve ona durumu bildir. Sonra da koşullar olgunlaşır olgunlaşmaz, ikisini de hemen ve kesinlikle öldüreceksin. Gerekirse, yoluna çıkan insanları yok edebilirsin; çok abartmadığın sürece. Sana izin veriyorum. Anladın, değil mi?”

“Bana böyle emir verir gibi konuşmaya hakkın olduğunu sanmıyorum, Yıldızların tanrıçası. Ben, Ay’ın Silahşoruyum; senin değil.”

O ana kadar sessiz kalmış olan Kai, lafa karıştı: “Gereğinden fazla patronluk taslamak, Elfride hazretlerinin normal halidir. Bunu, bir köpeğin sevimli iniltisi veya küçük bir kuşun ötüşü gibi düşün; böylece sinirin bozulmamış olur.”

 

Bu dokundurmaya bozulan “Yıldız” tanrıçası, son derece ters bir bakışla “Yıldız Silahşoru”nu süzdü; ama Kai buna hiç aldırmadan gülümsemeye devam etti.

“Sizin aranız epey kötü anlaşılan…” dedi Jahar usanmış bir tavırla. “Neyse, tavsiyelerin için teşekkür ediyorum. Görevi eksiksizce yerine getirmeye kararlıyım. Ama, senin aklından neler geçiyor doğrusu çok merak ediyorum, Elfie’ciğim…”

“Elfie’ciğim mi?”

Jahar, Elfride’nin yüzündeki afallamış anlatımı görmezden geldi: “Öldür öldür deyip durman, pek de barışçıl bir huy sayılmaz. Evet, tanrıçaların hayatı bu mücadeleye bağlı, biliyorum; bizim Kaiya’yı kullanman da taktik icabı, onu da anladık. Ama konuşmanı ve davranışlarını, bir tanrıçaya pek yakıştıramadım doğrusu.”

“………”

“Tanrıçalar, daha tatlı… yani, daha sıcakkanlı olmalıdır, değil mi? Ben Kaiya’cığımı bu işi yapmaya ikna edene kadar akla karayı seçtim, biliyor musun? Bizimki, böyle ölmeli kalmalı işlerden pek bir nefret ediyor da…”

 

Tanrıçaların birbirleriyle savaş halinde oldukları doğruydu ama, onların ayrıca dünyayı ve insanları koruyucu varlıklar oldukları da doğruydu. Merhamet duygusu, bir tanrıçanın ayrılmaz parçası olmalıydı.

 

“Yani, senin ‘yoluna çıkanları yok et, izin veriyorum’ demen tanrıçadan umulacak bir hareket değil. Eğer o lafı söyleyecek birisi varsa, o da biz Silahşorlarız. Neden bir tanrıça, ‘onları mutlaka öldür’ demek için bu kadar acele ediyor?”

“…Ölüm hakkında konuşan kişi bir Silahşor olunca, insan hak vermeden edemiyor…” Elfride usulca iç çekip ekledi: “O, ‘Altıncı Tanrıça’ dediğiniz kız… çok tehlikeli.”

“Ne?” Jahar kaşlarını çattı. Silahşorlar için tehlikeli denebilirdi, ama bir tanrıça için bu sözcüğü kullanmak saçmaydı. Dünyada hiç kimseyi incitemeyecek yegane varlıklardı tanrıçalar.

“Ayrıntıları duymak istiyorsun galiba?”

“Elbette istiyorum.”

 

‘Yıldızları Parlatan Tanrıça’ biraz düşündükten sonra başını salladı. “Pekala, nasıl istersen. Senin tanrıçan da o ‘Altıncı Tanrıça’nın yanında. Yani artık istesen de istemesen de bu işe batmış durumdasın. Bak şimdi… eğer bu görevi berbat edecek olursan, sen de, tanrıçan da, biz de… hepimiz ölürüz.”

“………” Jahar, ne karşılık vereceğini bilemiyordu. Gülmek istedi ama yapamadı: Çok, ama çok güçlü büyük bir güce sahip tanrıça Elfride’nin gözlerinde, çok ama çok ciddi bir korku vardı çünkü.

 

“Sana her şeyi anlatacağım.” dedi Elfride. “Altıncı Tanrıça hakkında… gerçek adı, ‘Kıyametin Yılanı’ olan o tanrıça hakkında…”