18.06.2020

EPİLOG

resim
Çevirmen: Alper

– 1 –

“Evet, işte Yuuki’nin ve küçük Tina’nın payı.” Dükkanı ziyaret eden Alfredo, böyle söyleyerek birkaç gümüş parayı uzattı.

“Bizim payımız mı?” dedi Yuuki gözlerini kırpıştırarak. “Ne için pay?”

“Geçen gün çıkan Cisimsiz Ejder hırgürü için. İnsanları tehlike hakkında uyarmışsın, onları çıkışa doğru yönlendirmişsin, değil mi? Kilise, olayın çözülmesinde emeği geçen herkese ödül dağıtıyor. Gerçi ben hiçbir işe yaramadım o sırada, ama ekip lideri olarak bir başvuruda bulundum. Bu para gösterdiğin çabanın karşılığı olamaz belki, ama…”

“Yine de lezzeli bir şeyler yemeye yeter, değil mi?”

“Ooo, çok iyi. Yemek dediğin lezzetli olmalı! Tina hemen yemeğe gitmek istiyor!”

 

Anlaşılan iki kız da hemen eski, neşeli hallerine geri dönmüşlerdi.

“Hastane ve tedavi masrafları benim belimi bükmeye yetiyor da artıyor bile…” diye homurdandı Yuuki.

 “Eh, öyleyse ben de hizmetlerinize minnettarlığımı göstermek için sizi topluca yemeğe götüreyim. Ben ısmarlıyorum.” diye, acı bir gülüşle cevap verdi Alfredo. “İkiniz benim yüzümden Labirent’e girdiniz. Eğer sizden yardım istemeseydim…”

“Hayır, Usta. Eğer o sözü söylemesi gereken biri varsa o da benim.”

“Bu olay ne senin suçundu, amca; ne de senin suçundu Franca. Plan benim planımdı, kendi ektiğimi biçtim. Neyse, beni bir süreliğine araştırıcılık olayına bulaştırmayın. Epey yordu o iş beni.”

 

Yuuki yalan söylemiyordu. Fiziksel olarak yorulmuştu, tabii ki; ama psikolojik olarak daha da fazla yorulmuştu. Bu tek seferlik araştırma görevinde harcadığı Kutsal Emanetlerin toplam fiyatını hesapladıkça yüzü kireç gibi oluyordu. Üstelik, eline kazanç diye birkaç gümüş paradan başka bir şey geçmemişti. Ömründe bu kadar zarar ettiğini hatırlamıyordu. Boris hayatta olsaydı onu özür bahane dinlemeden öldürürdü herhalde.

 

Bu arada, Franca’nın babasından yadigar birinci sınıf Kutsal İnci de kullanılmıştı. Gerçi kullanan Franca’nın ta kendisiydi ve o inciyi kullanarak tüm ekibin hayatını kurtarmıştı. Ama incinin kaybolmasını Franca’ya nasıl izah edeceğini düşündükçe Yuuki’nin başına ağrılar giriyordu.

 

Olayın üzerinden on gün geçmişti. Alfredo, Labirent’ten yer yüzüne her şey olup bittikten sonra çıkmış, neler yaşandığını işitince de apışıp kalmıştı. Yuuki ve Franca hastanedeydiler, iyileştirici medyumların emekleri sayesinde yedi sekiz gün sonra taburcu olmuşlardı.

 

Stephan’ın, ‘Halif Birlikleri’ne ait özel bir hastaneye yatırıldığını duymuşlardı. Franca taburcu olur olmaz onu görmeye gitmişti, ama ‘Henüz tedavisi sürüyor’ deyip kızı kapıdan geri çevirmişlerdi.

 

Olay günü, Kilise ve Halif Birlikleri yaşananları haber alıp en iyi savaşçılardan kurulu bir kurtarma ekibi yollamıştı. Ekipler, derin katmanlardan gelen Cisimsiz Mahlukların çoğunun bilinmeyen bir nedenle ölmüş olduğunu bildirmişti. Birbirlerini öldürmüş olabilecekleri tahmin ediliyordu.

 

Sonuçta, o günkü olaylar on kişinin canına malolmuştu. Bu acı verici bir trajediydi, ama sığ katmanlara çok sayıda güçlü Cisimsiz Mahluğun gelmesi çok daha korkunç bir faciaya da yol açabilirdi. Olay herşeye rağmen hafif atlatılmıştı.

 

Kilise, Yuuki ve arkadaşlarını aşağı katmanlardaki ışınlanma aygıtı hakkında sorguya çekmişti. Gene de, yaratıkların nasıl ve neden sığ katmanlara geldiği tam olarak açıklanamamıştı. Alfredo ve Franca başından beri hiçbir şey bilmiyorlardı, Yuuki ve Tina da altmış dördüncü katmandaki ışınlayıcının neden durup dururken çalıştığını anlayamamışlardı. Tabii, Tina’nın gerçek kimliği ve sahip olduğu güçler hakkında Kilise’ye tek söz bile etmemişlerdi.

 

Üçüncü Katmandaki ışınlanma cihazı neden ortadan kaybolmuştu? Yuuki nedeni biliyordu ama hiç kimseye söylememişti tabii.

 

Sonuçta, Beş Kutsal Kilise olayı ‘Nedeni Belirsiz Vaka’ ilan etti. Labirent’te, sebebi bilinmeyen pek çok şey yaşanıyordu zaten. Oralarda gezinen araştırmacılar, Labirent’te mantık aramaktan uzun süre önce vazgeçmişlerdi.

 

“Eh, bir artık müsaade isteyelim.” dedi Alfredo ayağa kalkarak.

“Olur. Eee… şey…”

“Ne oldu? Bir şeyler mi satın alacaksın?” diye sordu Yuuki, önemli bir şey söyleyecek gibi duran Franca’ya.

“Yoo, hayır, ama…” Franca alnını kırıştırarak bir Yuuki’ye, bir Tina’ya bakıyordu. Sanki bu ikisi yanyana dururken, Franca’nın hafızasına kazınmış birilerinin görüntüsüne çok benziyorlardı…

“Ah, şey… ikinize de teşekkür ederim. Çok mutlu ettiniz beni.” Franca neden bahsettiğini söylemedi, Yuuki de soracak fırsat bulamadı. “Haydi bakalım, Bay Yuuki, Tina… sonra görüşürüz!”

Medyum kız ağzı kulaklarında gülümseyerek dükkandan çıktı.

 

“Franca bizim sırrımızı anladı mı dersin?” diye sordu Tina ciddi bir çehreyle.

“Hiç kanıt bırakmadık. Anladıysa bile, biz neden bahsettiğini bilmiyormuş gibi yapalım, olur mu? Hem Franca, iyi sır tutan bir kızdır. Bir konuyu kurcalamasını istemiyorsan, bunu hemen hisseder ve o konuyu asla açmaz.” Yuuki Stephan’ı çok iyi tanımıyordu, ama ondan da şimdiye kadar hiç ses çıkmamıştı.

 

“Ama gizlememize gerek yok ki. Tina’nın bir tanrıça olduğunu neden gizlediğimizi hadi gene anlıyoruz, gizlemezsek başımıza bela açılacak çünkü. Ama Efendi’nin o Cisimsiz Ejder denen canavarı yendiğini gizlemenin ne faydası var?”

“Ben insanların benden kahramanlık beklemesinden, belalı işlere bulaşmaktan nefret ederim. Ben şu anki hayatımdan, bir tüccar olmaktan memnunum.”

“Fakat…” Tina tereddüt etti. Sonra derin bir of çekti ve konuyu değiştirdi. “Acaba Franca, Stephan ile barışabilecek mi?”

“Bu onlara kalmış bir şey. Bence barışırlar. İkisi de Franca’nın babasının yasını tutuyormuş ne de olsa.”

 

Stephan kız kardeşini tehlikeli araştırmacılık mesleğinden de, Berthold gibi tehlikeli adamlardan da uzak tutmak istemişti. Stephan iletişim kurmayı bilmeyen, inatçı, dediğim dedik, tavrı sinir bozucu biriydi belki ama duygusuz bir adam değildi. Yuuki’nin tahminine göre, Stephan’ın hastanede ziyaretçi kabul etmemesi de kız kardeşiyle yüzleşmekten korkması yüzündendi.

 

“Bundan sonra Stephan’ın işi çok zor. Ortada, ekibinin yokolduğu gibi bir gerçek var; ondan bunun hesabını bir şekilde soracaklardır. Soruşturmadan yüzünün akıyla da çıkabilir, tabii… ne oldu?”

“Şey, tüccarlık işinden kar / zarar hesabından bahsedip duruyorsun ama başka insanları da düşünüp endişeleniyormuşsun, Efendi. Halbuki bana faydası olmayacak bir şeye kafa yormam demiştin.”

“Kabahat mi, yahu, başkaları için endişelenmek? Hem burada başkaları için endişelenip duran birisi varsa o da sensin.”

“Elbette. Tina, dünyaya ve insanlara yardım etmek için varolan bir tanrıça. Birilerine yardımcı olabilirsek, çok mutlu oluruz. Sen de aynı fikirde değil misin, Efendi?”

 

“Korumak ve kurtarmak mı? Kimi koruyup kurtaracakmışım?” diye sormuştu Yuuki.

“İnsanları koruyacaksın. Ve dünyamızı.”

Böyle demişti o kız, apaçık belli olan bir şeyi söyler gibi.

 

“………”

“Ne oldu, Efendi? Daldın gittin…”

“Hem ona benziyorsun, hem benzemiyorsun. Görüntün, sesin, karakterin farklı.”

O kızın insanın üzerinde bıraktığı izlenim ve Tina’nınki, birbirinden bambaşkaydı.

“Hımm? Neden bahsediyorsun bakayım?”

“Bir şey yok. Nerede kalmıştık? Ah, evet. Ben son zamanlarda biraz tuhaf davranıyorsam suçlu sensin. Başkasının işine burun sokma makinası gibisin!”

“Ne diyorsun be? Tina’nın karakterinin böyle olmasında, Efendi’nin de katkısı var bir kere.”

Tina hiç düşünmeden böyle cevap verdi ve kaşlarını çattı.

“Ne demek istiyorsun be?”

“Hımmm… bunu konuşmak için en uygun zaman, şimdi. Söyleyeceğimiz çok şey var, umarız sakıncası yoktur, Efendi. Bu konuşma biraz uzayabilir çünkü.”

“Eh, müşteri akınına uğramış filan değiliz. Anlatacağın bir şey varsa, dinleyebilirim.”

 

Yuuki dükkanı kapatıp, yemek odasının masasına doğru yürüdü.

“Ee, ne konuşmak istiyordun bakalım?”

“Hımm… nereden başlasak ki? Tina pek belli etmez ama kafasında pek çok düşünce vardır.” Pek belli etmez… derken sözcükleri bastıra bastıra söylemişti, demek ki boş kafalı bir kız gibi davrandığını kendisi de biliyordu. “Düşüne düşüne, pek çok olayın birbirine bağlı olduğunu fark ettik. Hepsi de Efendi ile ilgili.”

“Benimle mi ilgili?”

“Burada yaşarken, kent halkının gözünde tanrıçaların nasıl varlıklar olduğunu anladık. Yani, insanlara gerçek yüzümüzü göstermemek gerektiğini anladık.”

“En başından beri sana tembihlediğim şey bu.”

“Fakat… neden Efendi, Tina’nın bir tanrıça olduğuna o kadar çabuk inandı?”

“Ne… ne diyorsun sen yahu? Öyle çabucak inanmadım. Kendine tanrıça diyen el kadar çocuğun sözüne inanılır mı? İnsan öyle bir durumla karşılaşınca: Ya eşek şakası yapıyordur ya da şok geçirip keçileri kaçırmıştır, diye düşünür.”

“Aklımıza takılan şeylerden biri de bu! Neden bizi dükkanına getirdin o halde?”

 

Tina’nın tavrı sorguya çeker gibi değildi, kafasına yatmayan şeyi söylüyordu sadece: “Şok geçirdiğimizi düşündüysen, bizi hastaneye, bir uzmana emanet etmen yeterliydi. Efendi’nin, bize bizzat yardım etmesi için hiçbir sebep yoktu.”

“………”

“Aklımıza takılan ikinci şey şu: Tina sana ışınlanma mucizesini ilk gösterdiğinde, Kutsal Güç toplayabilmemiz için feda ettiğin eşya, bu dükkandaki en kıymetli mallardan biriydi değil mi?”

“Ah, şu hançeri diyorsun. Üçüncü Sınıf bir Kutsal Emanetti o. Onu kaybetmek çok canımı yaktı benim.”

“Neden bize daha ucuz bir eşya vermedin o halde? Senin gibi cimri birine yakışan bir davranış değildi bu, Efendi.”

“Cimri deme bana! Hiç olmazsa ‘tutumlu’ filan de… ufak tefek bir sihirli numara gösterirsen bu senin tanrıça olduğunu ispatlamazdı. Ölümlü bir medyumun başaramayacağı bir iş göstermeni istedim. Ne kadar kuvvetli olduğunu ispatlamanı istediğim için, sana büyük bir mucize göstermeye yetecek kadar Kutsal Güç vermem lazımdı. O hançer, istediğim kanıtı görmemi sağladı.”

“Öyleyse, Efendi…” Tina, dosdoğru Yuuki’nin gözlerinin içine baktı. “Sen, bir tanrıçanın hangi mucizeyi göstermek için tam olarak ne kadar Kutsal Güce ihtiyaç duyacağını biliyordun. Öyle mi?”

“… Diyelim ki öyle.”

“Sıra geldi aklımıza takılan üçüncü şeye! En son ve en önemli nokta şu: Efendi, Tina’yı reddetmedi.” Tanrıça yavaş yavaş, tane tane konuşuyordu. “Kendine tanrıça diyen kişiye, herkes deli muamelesi yapar… demiştin, değil mi? Ama sen sadece gerçek kimliğimizi saklamamızı söyledin, bize deli muamelesi yapmadın. Deli muamelesi yapmak ne demek, Tina’ya bir kez olsun ‘Sen tanrıça değilsin’ bile demedin. Bu söz ağzından hiç çıkmadı, sana tanrıça olduğumuzu ilk söylediğimizde bile.”

 

Tina böyle söyledi ve gülümsedi. “Bu sana detay gibi gelebilir ama bize inanman bizi çok mutlu etmişti.”

Yuuki şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi, nihayet pes etmiş bir tavırla iç çekti. “Eh, bir zamanlar tanrıçaların hizmetinde çalışmıştım. Yüksek seviyeden araştırıcı olmak gibi bir niyetim yoksa da, araştırıcı olarak az çok tecrübem var. Bunu biliyorsun, Labirent’e dair bilgimin bundan öte geldiğini de biliyorsun. O yüzden ‘Beyaz Karların Cisimsiz Ejderi’ni alt edebilmem seni şaşırtmamış, sen kimsin de böyle bir canavarı yenebiliyorsun diye sormuyorsun...”

 

Vay canına, dedi Yuuki kendi kendine. Tina çok ufacık ipuçlarını nasıl da birbirine bağlamıştı! Bu kızın normaldeki avanak hallerine bakan kişi, onun böyle akıl yürütebildiğine inanamazdı.

 

“Senden… şüphelenmek demeyelim de, sende bir fevkaladelik olduğunu ne zaman anladım biliyor musun? Labirent’te baygın yattığını ama yaralı olmadığını gördüğümde.” Bir defasında Tina’nın da belirttiği gibi, Yuuki kızı Labirent’in elli üçüncü katmanında bulmuştu. O kadar derin katmanlardaki Cisimsiz Mahlukların tabiatı çok vahşiydi. Önlerine çıkan her insana saldırırlardı.  Tina, ‘Kutsal Kalkan’ tarafından korunan bir tanrıça olduğu için yara almamıştı.

 

“Işınlama mucizesi göstermen, benim için son delildi. Aslında senin tanrıça olduğundan ondan önce emin olmuştum ben, sen bana hedeflerini söylediğin zaman.”

“Hedeflerimizi mi?”

Tina gözlerini kırpıştırdı. Olayı hatırlayamamıştı galiba.

“Yenmemiz gereken düşmanlar var” dememiş miydin sen? Bu kentte, tanrıçaların şehrimizi koruyan varlıklar olduğu öğretilir. Kilisenin kutsal kitabının hiçbir yerinde  tanrıçaların ‘yenmesi gereken düşmanlar’dan falan bahsedilmez. Öyle bir sözü bir yerlerden duymuş olamazdın yani. Ve… yenilmesi gereken düşmanlar derken kastettiğin kişiler…”

 

“Diğer tanrıçalar tabii ki!” Tina tereddütsüz söylemişti bunu. “Diğer tanrıçalar da aynı şeyi söylüyordur herhalde. Bu dünyada var olmaya başladığımız anda yüreğimize kazınan bir içgüdü bu. Aramızdan yalnızca bir tanesi sağ kalacak ve o tanrıça, diğerlerinden daha yüce bir varlık olarak, Göksel Tanrıça ünvanını alacak. Ancak o tek kişi, dünyayı kurtararak insanları kurtuluşa götürecek kabiliyete kavuşacak.”

 

Şehir insanlarına sorarsanız, tanrıça diye ölümsüz, yenilmez ve merhametli koruyuculara denirdi. Gerçekler ise çok farklıydı. Onların sırtında, diğer tanrıçalardan daha fazla Kutsal Güç toparlamak gibi çok ama çok acı, çok çirkin, çok bencilce bir yükümlülük vardı. Şehri korumak için işbirliği etmeleri, bu büyük düellonun arenası zarar görmesin diye aralarında varmış oldukları bir uzlaşmaydı sadece.

 

 Eğer tanrıçaların arasında sevgi ve barış olsaydı, her birinin kendini destekleyecek bağımsız bir organizasyon kurmasına gerek kalmazdı. Tanrıçaların, onlara hizmet edecek “Halif Birliklerine” ihtiyacı yoktu. İnsanların sorgusuz sualsiz kabul ettiği mevcut düzen, tanrıçarın birbirleri ile savaşmak için yaptıkları ön hazırlıktan ibaretti.

 

Tanrıçalar, dünyayı kurtaracak gücü kazanmak için birbirlerini öldürmek zorundaydılar.

 

Tanrıçalar yaşlanıp ölmüyorlardı ama ölümsüz de değildiler. Ejderdişi Taşı silahları ile yaralanırlarsa hayatlarını kaybetmeleri işten bile değildi.

 

Silahşorlerin tek ödevi tanrıçaları korumak değildi. Onların düşmanlarını öldürmek de Silahşorlerin göreviydi.

 

Bir tanrıça öldüğü zaman, onun Kutsal Mabedinde yeni bir tanrıça ortaya çıkar, eski tanrıçanın yerini alırdı. Bu, Beş Kutsal Kilise’nin halktan sakladığı bir gerçekti.

 

“Anlayacağın, ben sizlerin kavgasının ortasına düşmek istemiyordum. Aynı zamanda, şehirde kargaşa çıkmasını, ticaretin de bundan kötü etkilenmesini istemiyordum. O yüzden seni gözümün önünde tutmaya, olur olmaz yerde konuşmanı engellemeye karar verdim.”

“Ama…” Tanrıça, gözlerini Yuuki’nin suratına dikti. “Tina’nın tüm gücü kullanılıp bitmişti, kendisini koruyacak Silahşoru da yoktu. Diğer tanrıçalar bunu öğrenseydi, herhalde canımızdan olurduk. Bir ara, Tina düşüncesizlik edip kendinden bahsetmişti de, Efendi de ona çok kızmıştı. Neden kızdığını şimdi anlıyoruz. Eğer tüm bunları düşünmeden, öylesine öfkelendiysen seni affedebiliriz gerçi.”

“………”

“Sonuçta, Tina hep Efendi’nin himayesinde, Efendi’nin elinde yetişti diyebiliriz. Bir tüccar çırağı olarak bir sürü yeri gezdik dolaştık, değil mi? Bu sayede Tina bu şehri öğrendi. Ticcarların ve araştırıcıların günlerini nasıl geçirdiklerini, insanların neler düşünüp neler hissettiğini, bu şehrin aslında binalardan değil insanlardan oluştuğunu öğrendi. Franca, Alfredo, sonra o Stephan denilen adam… Tina, o bireylere dokunarak o kadar çok şey öğrendi ki. Sonra Labirent’te işlenen cinayetleri gördük, Kutsal Emanetler için insanların birbirini, nasıl acımasızca hırpaladığına bizzat tanık olduk.”

 

Tina gülümsedi.

“Şehri korumak demek, burada yaşayan hiçbir insanın hisleri incinmesin diye çalışmak demektir. Ama eğer yaşadığımız tüm o şeyler başımızdan geçmeseydi bu gerçeği tam anlamıyla kavrayamazdık, bizim için boş söz olarak kalırdı. Her şeyi Efendi’nin bize bu dünyayı tanıtmasına borçuyuz. Tina’nın her şeye burnunu sokma huyu da, bu kenti ve insanları gönülden sevmesi de hep Efendi’nin kabahati.”

 

“Önce insani hisleri öğrenmelisin.” demişti o kız…

 

Yuuki, eski günlerin hatıralarını aklından geçirerek söze başladı:

“Beni yanlış anlamışsın. Ben o kadar da iyi bir insan değilim.” Fakat Tina’nın bir defa gördüğü şeyi hemencecik öğrendiği doğruydu. Kupkuru kumlar, dökülen suyu nasıl emerse bu kız da karşılaştığı insanların hislerini, öyle içine alıyor ve anlayıveriyordu.

Bu kadar çabuk öğrenmesine sevineyim mi, üzüleyim mi bilemedim

 

Tanrıça denilince Yuuki’nin kalbinin derinliklerini sızlatan tüm hatıralar, zorluklar ile ve acı ile doluydu. O yüzden, Tina ile bu kadar yakın bir bağ kurmak istememişti. Evdeki hesap çarşıya uymamıştı işte, Yuuki kızla fazla yakınlaşmıştı.

 

Sonunda iş bu noktaya geldi, demek ki… diye düşündü.

 

“Neyse, bana göre bir önemi yok artık bunların. Yalnızca… bu işten bir şeyler kazanmış olmamız hiç de fena bir duygu değil. Al bakalım, bu senin ücretin ve hoşça kal hediyen.”

Yuuki cebinden çıkardığı taş parçasını aldırmaz bir tavırla masanın üstüne attı.

 

“Ejderdişi taşı bu…” diye fısıldadı Tina.

“Kısa süre önce, ‘Beyaz Karların Cisimsiz Ejderi’ idi bu taş. Onu yendiğim için, artık bana ait bir eşyaya dönüştü. Taşı kullanmak için tek yol, onu bir silaha dönüştürmek değil. Taşa, Kutsal Gücü yüksek bir Kutsal Emanet gözüyle de bakılabilir. Onu kullanarak, bir Silahşor çağıracak kadar Kutsal Güç kazanabilirsin. Taşı sana veriyorum.”

“Öyleyse… sözleşmemiz sona mı erdi?”

 

Tina böyle söyleyerek Ejderdişi taşını eline aldı ama hiç de mutlu görünmüyordu.

“Daha en başından beri anlaşmamızın buraya kadar olduğu belliydi. Sen yanına bir Silahşor çağırıp, mücadele edebilecek hale geldiğin noktaya kadar. Artık bunu başardığına göre, bu hurda dükkanında çalışman için hiçbir sebep kalmadı.”

“………”

“Dürüst konuşmak gerekirse, işin buradan sonrası benim için çok tehlikeli. Başımın belaya girme ihtimali çok arttı. Birkaç gün önce yaşananlar, birisi tarafından planlanmış olaylardı çünkü.”

 

Tina ona hiç dokunmadığı halde, altmış dördüncü katmandaki ışınlanma cihazı çalışmıştı.

O aygıt, bir tanrıçanın doğduktan ve kendine Silahşor çağırdıktan hemen sonra, üst katmanlara ışınlanabilmesi için yapılmıştı. Yani, dünyadaki hiç kimse o aygıtı harekete geçirme yetkisine sahip değildi –tanrıçalar ve onların Silahşorleri hariç.

 

Aygıtı çalıştıran Tina değildi. Demek ki o sırada o katmanda ya bir başka tanrıça, ya da bir Silahşor bulunuyordu.

Bir sorun daha vardı:

Yuuki, Cisimsiz Ejder’i yendikten sonra diğer Cisimsiz Mahlukların da icabına bakmaya yeltenmişti. Ancak canavarların çoğu zaten ölmüştü –birisi tarafından kesilip biçilmişlerdi. Vücutlarındaki yara izlerine bakınca hepsinin aynı kişinin elinden çıkma olduğu belli oluyordu.

 

“Zaten beş tanrıçamız var, hepsinin de sağlığı yerinde. Sen, bilinmez bir nedenle açığa çıkmış olan altıncı tanrıçasın. Yani kurallara aykırı olarak doğmuş birisisin. O yüzden diğer tanrıçaların gözüne çarpmadan bugüne kadar gelebildin ama artık durumu fark etmeye başlamışlar. O yüzden seninle ilgimi alakamı kesiyorum. Eh, ne diyelim, sana kolay gelsin.”

“… Artık Tina’ya yardım etmeyecek misin?”

“Artık da ne demek oluyor yahu, ben sana hiç yardım etmedim ki. Bir şeyler öğrendiğini, bir şeyler kazandığını düşünüyorsan bunu sen kendi çabanla başardın.”

“Efendi, sahiden bu dükkanı işletmeye devam mı edeceksin, hiçbir şey olmamış gibi? Hem bu kadar değerli bir taşı bedavadan bize vereceksin, hem de kendine tüccar demeye inatla devam edebileceksin, öyle mi?”

“Öyle. Ben parayı severim.”

 

İşleri tıkırında giderse kesesi dolardı, işi eline yüzüne bulaştırırsa kesesi boş kalırdı. Ticaret, insana kendi emeğinin meyvesini, elle tutulur bir biçimde gösterirdi. Kazandığı para tüccarın yaşadığının ispatıydı, tüccarın yaşadığı tüm olayların bir belgesiydi.

“Zararımı ve kârımı kendi aklımla tartarak yaşamaya devam edeceğim. Benim gibi boş bir adamın, yaşamak için bu dükkanda keşfettiği yol bu.”

 

Her şeyini kaybettikten sonra Boris tarafından evlat edinildiğinde, hayatına nasıl devam edeceğini bu dükkanda öğrenmişti. Boris şöyle demişti ona: “Senin için neyin kazanç, neyin zarar olacağını önceden görebilmek dünyadaki en zor şeydir.”

 

“Bir kez daha diyeceğim. Ejderdişi taşını yemeli, kendine hemen bir Silahşor çağırmalısın. Ben de bu dükkanı işletmeyi sürdüreceğim. Yani yollarımız burada ayrılıyor.” Yuuki ironik bir tebessümle gülümsedi. “Ama eğer alışveriş yapmaya gelirsen, seni bir müşteri olarak misafir edebilirim.”

 

Tina kaşlarını çattı, bir şey söyleyecek oldu; sonra vazgeçip derin derin iç çekti.

“Doğru, sen bir tüccardın.”

Ejderdişi Taşını masanın üstüne koyup, gözlerini yumdu. Sıcak bir ışık, taşın etrafını sardı.

Kaş çatma sırası Yuuki’ye gelmişti. Kız, ne yapmayı planlıyordu?

“O yüzden, karşılığında hiçbir şey vermeden senden yardım istemek bir hataydı.”

Işık ortadan kaybolduğunda, taş tek tarafı keskin bir kılıca dönüşmüştü.

 

“Nix dedikleri kılıç bu, ‘Beyaz Karların Büyük Kılıcı’ da derler. Bu Ejderdişi taşı silahını sana emanet ediyorum. O yüzden, senden Tina’ya yardım etmeni istiyorum, Efendi… yoksa sana ‘Kar Kılıcının Kralı’ mı demeli?”

 “Senden Tina’ya yardım etmeni istiyorum, Efendi… yoksa sana ‘Kar Kılıcının Kralı’ mı demeli?”

Yuuki birden ona sayacak kadar bir süre sessiz kaldı. Sonra, yavaşça ağzını açtı:

“Bu ismi nereden… ne zaman anladın?”

“Ne kadar iyi savaştığını fark etmemizi soruyorsan, onu çok çabuk fark ettik. Senin o ismi taşıyan Silahşor olduğunu, sen Cisimsiz Ejder ile dövüştüğün zaman anladık. O canavarın zayıf noktasını önceden biliyordun, değil mi Efendi?”

“Zayıf noktasını bana sen söyledin ya, boynu dedin.”

“Sen bana Kutsal Gücünün en kuvvetli olduğu yer nerede diye sordun, biz de söyledik. Boynunun tam olarak neresinde olduğunu bile söyleyememiştik. Fakat Efendi, canavarın güç kaynağını tek hamlede bulmayı başardı. Biliyordun, çünkü onunla daha önce de savaşmıştın, yanılıyor muyuz?”

“………”

“Düşünüyoruz da, altmış dördüncü katmanda Berthold ile kaynaşmış Ejderdişi taşıyla savaştığın zaman da, taş hakkında çok şey biliyor gibiydin.”

 

İş bu dereceye geldikten sonra, aptal numarası yapmanın anlamı yoktu. Yuuki derince göğüs geçirdi: “Ona dostum diyemem, ama taşla çok uzun süreyi beraber geçirdik. Onu terk ettiğim için benden nefret ediyor olmalı.”

 

Ejderdişi taşlarının bilinçleri vardı.

Taşın, Berthold’la birlik olup saldırmasının bir nedeni de Yuuki’den öç almak istemesiydi. Taşa, Berthold ile beraber olduğu sürece ne yaparsa yapsın Yuuki’yi yenemeyeceğini kanıtlamış, onu savaşmaktan vazgeçirmişti.

“Öyleyse, tahmin ettiğimiz gibi…”

“Öyle. Bir zamanlar insanların ‘Kar Kılıcının Kralı’ dediği Silahşor, bendim. Ama öyle destanlara konu olacak, kahramanca bir yanı yok bunun. Doğrusu, ünlü olmamın tek nedeni bir sürü insanı ve Cisimsiz Mahluğu öldürmüş olmam. Beni öldürmek isteyen bir sürü adam var dünyada.”

“O adamlar sana saldırırsa zarar görmesinler diye mi, Franca ve Alfredo’dan gerçek kimliğini saklıyorsun?”

“Sana nedenini söylemiştim. Belalı, sıkıntılı işlere bulaşmaktan nefret ederim. Hem, bir katil suçlarını itiraf ettikten sonra, onlar gibi dürüstçe yaşayan insanlarla ahbaplık edebilir mi sanıyorsun?” O yüzden Franca’nın dünyasına yaklaşmak istemiyor, kızın duygularını fark etmemiş gibi davranıyordu. “Ayrıca… neden ben? İlla da bir Silahşor gerekiyorsa başkası da bu işi yapabilir, bana ne lüzum var?”

 

Bunun sebebini asla anlayamamıştı.

Bir çağırma büyüsü yapıldığında, çağıran tanrıçaya en uygun Silahşor, başka bir dünyadan seçilip bu dünyaya getirilirdi. Silahşor, çağırma sürecini aşınca tanrıçaya bağlanır, tıpkı tanrıça gibi bitmeyen gençliğe ve koruyucu bir Kutsal Kalkana sahip olurdu.

 

Yuuki, tüm bunları önceki sahibesinden öğrenmişti. Tina da, bunları doğuştan biliyor olmalıydı. “Silahşorlük meselesi geçmişte kaldı artık. Artık değiştim. Beni çağıran sahibemi kaybettim. Zamanı gelince yaşlanacağım ve silahlar beni yaralayabilirler. Senin için Silahşor rolü oynayamam ben. Denersem, sana ayak bağı olurum sadece.”

 

Tina bir süre sessiz kaldı. Sonra, uzaklara bakar gibi dalgın bir yüz ifadesiyle, şöyle dedi:

“Tina altıncı kişi, öyle değil mi?”

“………”

“Bize Kutsal Mabed’de yer yok. Öyleyse biz de şehirde yaşarız. Belki de bize ‘Kentimizde Oturan Tanrıça’ diyecekler. O yüzden, şehirlilerin yanımızda olmasını isteriz. Tina, Efendi’den bu kent hakkında daha çok şey öğrenmek istiyor.” Tina, ciddi bakışlarını Yuuki’ye çevirdi. “Mesele, bize ayak bağı olup olmaman değil. Önemli olan Tina’nın kararı. Eğer canımızı emanet edeceksek, onu hiç tanımadığımız biri yerine güvenebildiğimiz birine emanet etmek daha iyi. Tina, Yuuki Takamigahara’yı yanında istiyor.”

 

Sesinde kararlılık vardı. “Yemin edebiliriz –Tina, bundan sonra başka Düellocu filan çağırmayacak. Efendi’nin hep yanımızda olması bize yeter. O yüzden… lütfedip, Tina’yla aynı yolda yürümez misin?”

Böyle söyledi ve sustu. Sanki, söylenmesi gereken her şey söylenip bitmişçesine.

 

“………”

Yuuki hemen cevap veremedi. Önceki sahibesini ilk gördüğü zamanı hatırlıyordu.

… “Çünkü sen benim Silahşorumsun, canım. Bana lazımsın.

O kız, böyle söylemişti.

 

O zamana dek, kendisi öldürmek için yapılmış bir makine gibiydi. Neredeyse hiç duygusu, düşüncesi yoktu. O yüzden, birisinin ona ihtiyaç duyabileceği fikri, ona çok yeni, çok tuhaf bir kavram gibi gelmişti.

Ya şimdi?

Tina, onun yardımını istiyordu. Bu, dosdoğru konuşmak gerekirse, Tina’ya ihtiyaç duyduğu şeyleri vermiş, onun güvenini kazanmış olması yüzündendi. Ancak…

“… Ah, demek öyle. Demek ben de değişmişim…” Başkasına güvenip onlara bir şeyler verecek kadar değişmişti. Vaktiyle sahibesinden öğrendiği şeyleri, Tina’ya öğretecek kadar.

Öyleyse… bu sefer, her şey farklı bir sonla bitebilir miydi acaba?

 

Onu ilk gördüğüm gün, o kız “Dünyayı koruyalım” diyerek elimi tutmuştu.

Ve onu son gördüğüm gün, “Dünyayı koru” diyerek öldü.

 

Yuuki, yarı bilinçsiz bir halde, kılıcı eline aldı. Kabzası tanıdıktı, bu dokunuşu hatırlıyordu.

“Efendi, bunun anlamı…”

“…eh, biraz deneyelim bakalım. Ücret olarak, bu yeterli. Sonuçta bir Ejderdişi taşı silahı.”

 

Tina, ohhh diye nefes verip, masanın üstüne yığıldı.

“Ne oldu şimdi?”

“Rahatladık. Şükürler olsun, bir de reddederse ne yapacağız diye düşünüyorduk…”

 

Yüzündeki ifade, yaşında göre biraz fazla akıllıca bir kız çocuğunun ifadesiydi. Tipine bakan, onun az evvel mantık yürüterek Yuuki’nin sırrını açığa çıkarmış bir tanrıça olduğunu hayal bile edemezdi.

 

“Madem fark etmiştin, neden pazarlık etmeye daha çabuk başlamadın?”

“Onun sırası sonra geldi.” Tina hiç düşünmeden cevap vermişti. “Efendi’nin Tina’yı er geç kapı dışarı etmeyi deneyeceğini biliyorduk. Ancak, Tina ne olursa olsun Efendi’yi yanında tutmak istiyordu. Ne yaparsak Efendi’nin kalbini çelebiliriz diye, kafa patlatıp durduk. İşe yarar bir şey hatırlamak için dönüp beraber geçirdiğimiz günlere baktık. Senin kim olduğunu bu sayede anladık.”

“Yani sonuca, sebepten önce ulaşmış oldun.”

 

Tina’nın Yuuki’yi istemesi, onun bir Silahşor olduğunu bilmesinden ötürü değildi. Yuuki’yi yanında istediği için kafa yormuş, bu sayede onun Silahşor olduğunu çözmüştü.

“Hayatında bir kez olsun bir şeyi ciddi ciddi düşünmüşsün…”

Kız surat buruşturdu. Yuuki, anladım seni dercesine, ağzının kenarıyla gülümsedi.

 

Geçmişte, başka tanrıçalar da görmüştü. Her birinin görüntüsü ve karakteri birbirinden farklıydı ama hepsi de insanlarca tapınılan, insanları yönetmek için gereken özelliklere sahip varlıklardı. Liderlik ve güç, Tina’nın da içinde, bir yerlerde vardı herhalde.

 

Yuuki, Tina’nın onu istediği gibi yönlendirmiş olduğunu fark etti –ama hiç de fena bir duygu değildi bu. Göreve yeniden başlamak geçmişi silmesini sağlamayacaktı. Günahlarının bedelini ödemesine de yetmeyecekti.

Yine de… artık gözünün önünde, yepyeni ihtimaller uzanıyordu. İçi önünde uzanan bu yolda yürümek, o yolu sonuna kadar görmek isteğiyle dolmuştu.

 

O kız… kendisini affedecek miydi acaba?

 

 

-2-

 

Dağın sırtlarına inşa edilmiş bir Kutsal Mabed.

Bu tapınağın içinde, taştan bir ışınlanma abidesi kullanılarak gidilen bir yer, dış dünyadan tümüyle yalıtılmış bir alan vardı: Bir tanrıçaya ait bir oda.

 

Çok sade, yalın bir odaydı.

İçinde sadece bir taht vardı; ve onun sahibi, tahtına kurulmuş Silahşorunun görevden dönmesini bekliyordu.

 

Nihayet… odanın köşesindeki taş anıt hafif bir ışıkla parladı, ortaya genç bir adam çıktı.

“Dönmüş bulunuyorum, tanrıça hazretleri. Bildiğiniz olaydan arta kalan problemlerin hepsini, kısa sürede hallettiğimi bildirmek için huzurunuza çıktım.”

 

Bronz tenli bir gençti bu. Stephan’ın ekibine eşlik ettiği sırada taşıdığı koca kılıç, şimdi yanında değildi.

“Bay Jahar!” Tanrıça, benzi mosmor kesilerek yerinden kalktı, adama yaklaştı. “O –olayı  şehirden bile duymuşlar! Ne korkunç şey bu…”

“Fazla telaş ediyorsun, Kaiya’cığım.” Jahar resmi tavrını bir kenara bıraktı, samimi bir hareketle küçük kızı, saçlarını karıştırarak sevdi.

 

Kızın, on yaşından bir, en çok iki sene yukarıda denecek bir dış görüntüsü vardı. Yuuki buraya gelseydi, onu Talim Okulu’ndan başlangıç seviye kursu öğrencisi olarak; Tina buraya gelseydi, kent meydanında beraber kukla tiyatrosu seyrettiği arkadaş olarak, tanırlardı herhalde.

 

“Fakat… siz böyle yapınca… bir sürü insan, ölüp…”

“…diyorsun da, tüm bunlar o Berthold denen herif yüzünden başımıza geldi.” Jahar’ın utanıp sıkılır bir hali yoktu, sadece omuz silkti. “Ayrıca ben, onların arasında Kaiya’nın casusu olarak girmiştim, yani rakiplerimizin gücünü törpülemek için ele geçen fırsatı kullanmak fena olmadı. Stephan hariç, o ekibin tüm üyeleri öldüler. Üçüncü katmana Cisimsiz Mahluklar getirmenin sorumluluğu da ‘Göklerin Halif Birliği’ne kalmış oldu. Bunun cezasını tüm ekipten çıkartırlardı aslında, ama adamlara tanrıçaları yardım etti.”

 

Berthold tarafından öldürülmüş gibi yapıp kendini gizlemiş, altmış dördüncü katmandaki ışınlanma cihazını ayarlayıp ‘Beyaz Karların Cisimsiz Ejderi’nin yanısıra bir sürü Cisimsiz Mahluğu üçüncü katmana göndermişti. Tüm olay Jahar’ın başının altından çıkmıştı.

 

“Tacında Ay Parlayan Tanrıça”, zayıf yüzü bembeyaz halde, suskundu.

“Hepsi bu değil.” dedi Jahar. “O küçük hanımın, gerçekten de ‘öyle bir varlık’ olduğu ispatlandı. Cisimsiz Ejderle karşılaşıp hayatta kaldığına göre…”

“Ama… onu şu kukla tiyatrosu yapılırken öğrenmemiş miydik zaten?”

 

Jahar, Büyük Katedral’in önündeki meydanda, Tina adlı küçük kıza doğru kılıç sallamıştı. Kızın, bir tanrıçanın güçlerine sahip olup olmadığı belli olsun diye.

Kaiya, kızın ‘Birkaç gün önce doğdum ben’ dediğini duymuştu; Jahar, kızın ‘Tanrıçayız’ diye beyanda bulunduğunu görmüştü. Belki de sıradan bir deliydi; ama Jahar, tanrıçaların ara sıra kılık değiştirip kentte dolaştıklarını biliyordu.

“Ah, öyle ya. Kafasının derisini biraz kesecek şekilde nişan alıp sallamıştım kılıcı, ama nedense kesememiştim. Tanrıça olduğu neredeyse kesindi yani.”

“Öyleyse, Labirent’te böyle bir faciaya yol açmanızın gereği yoktu…”

“Bak şimdi… artık tanrıça olduğu kanıtlandığına göre, o kızın bizim düşmanımız olduğunu anlıyorsun, değil mi?”

 

Jahar’ın neşeli ses tonunun içine, çok zalimce bir tını karışmıştı. Bunu hisseden Kaiya çenesini kapattı. 

“Yetenekleri, savaş kabiliyeti, düşünüş tarzı, davranışları. Düşmanı yenmek için, bunları bilmen şarttır. Geçen gün, ‘Gökler’ tayfasını haklamak ve o küçük hanımı sınamak için iyi bir fırsat bulduk. Kaiya’cığım, yoksa sen hala savaşmak istemiyorum, öldürmek istemiyorum diye saf saf düşünüyor musun?”

 

Böyle söyleyerek elini salladı. Avucunda, kırmızı parıltılar saçan kocaman bir kılıç –Kızıl Alevin Kılıcı İgnis beliriverdi. Jahar’ın Labirent’te kullandığı koskoca kılıçtan bir kat daha büyüktü.

 

Jahar, kılıcı zemine sapladı. Kaiya: “Hiii!” diye, ürkmüş bir ses çıkardı.

“Beni çağıran sahibeme karşı saygısızlık gibi olacak ama… bu tavırların sinirime dokunuyor. Ben senin için bu kadar gayretle çalışırken!”

“Özür… dilerim…”

 

Her bir tanrıça için onun sağ kolu olmaya elverişli birisi, Gökteki Yüce Tanrı’nın iradesi doğrultusunda, Silahşor olarak çağırılırdı. Fakat, bu adam çağırıldığı ilk günden beri o kadar kaba, ağzı o kadar bozuk biriydi ki Kaiya ona bir türlü ısınamamıştı.

 

“Sen ve ben kader arkadaşıyız. Ya kazanır ve hayatta kalırız, ya yenilir ve ölürüz. Bu ikisinden biri olacak. Benim ne bu savaşı ne de hayatımı kaybetmeye niyetim var, o yüzden Kaiya’nın kararsız halleri canımı sıkıyor.”

“A –anlıyorum. Ama, durum böyle ise, o kişi altıncı bir tanrıça oluyor, öyle değil mi? Şimdi, hiçbir tanrıça eksik olmadığı halde. Böyle bir şey mümkün mü?”

“Mümkünmüş ki Labirent’in o kadar derin bir yerinde tek taraflı bir ışınlanma cihazı varmış, değil mi? Farz edelim ki, Kutsal Mabed dışında bir yerlerde de tanrıçalar doğabiliyor.”

“Ama, ama… ya bir yanlışlık varsa? Belki de savaşmamıza gerek yoktur, belki de onunla arkadaşlık kurabilirsek…”

 

“Görüyorum ki, anlamamakta ısrar ediyorsun…” Sesindeki hiddet o kadar koyulaşmıştı ki, Kaiya olduğu yerde titremeye başladı. “O kızı saymazsak, tanrıçaların en genci, en yenisi sensin. Deneyimsizsin. Sana bağlı olan ‘Halif Birliği’nin bir tek üyesi bile yok. Üstelik, daha neredeyse hiç Kutsal Güç toplayamadın. Şu an, en zayıf sensin.”

 

Bu gerçeklere Kaiya itiraz edemedi. Jahar devam etti: “O yüzden sen ve ben, kente ayağımızla gidip bizzat bilgi toplamak zorunda kalıyoruz. Ama bir zayıf anını yakalar da bir düşmanı yenersek, güçleniriz. İster altıncı tanrıça olsun, ister yedinci. Eğer onun rakibimiz olması gibi bir ihtimal varsa, gebertmeliyiz. Ve onun sahip olduklarını çalmalıyız. Başkaca yolu yok bunun!”

 

Kaiya, cevap vermeden başını eğdi.

“Pekala, raporuma devam ediyorum. Elime geçen bilgiye göre, o küçük hanıma bir yardımcı eşlik ediyor. Ve o refakatçisi, ‘Beyaz Karların Cisimsiz Ejderi’ni yenmiş. Silahşor değil herhalde ama çok tehlikeli birisi. O yüzden, icabına bir an önce bakmak istiyorum. Adı, Yuuki Takamigahara.”

“Ne? Yuuki öğretmen mi?” Kaiya gözlerini kırpıştırdı. Talim Okulu’nda, bazı sözlü derslere ve uygulamalı derslere giren yardımcı öğretmendi o! Biraz değişik bir gençti. Doğru ya! Şimdi düşününce, bir defasında onu Tina’nın yanında gördüğünü hatırlıyordu…

 

Jahar, neşeyle gülerek lafı sürdürdü: 

“Çok ilginç bir adam, doğrusu. Eski bir Silahşor.” Sözcüklerin üstüne basa basa devam etti: “Eskiden sahibesi olan tanrıça ölmüş… bu adam, tanrıçasını kendi elleriyle öldürmüş.”

 

BİRİNCİ  KİTABIN  SONU