18.06.2020

BÖLÜM 5 - SADECE KORUMAK İÇİN

resim
Çevirmen: Alper

 

 Kısa bir süre sonra, tekrar net görebilmeye başladı: “Ne…”

 

Yuuki iki, üç adım öteye sendeledi ama hemen kendini toparladı. Elini yaslayıp destek aldığı duvarda, içinde birer ışıktaşı parlayan fenerler asılıydı. Hiç kuşku yok, burası üçüncü katmandı. Koridorun şekline bakınca, yukarı katmana çıkan merdivenlere ve malum taş abideye yakın bir yerde bulunduğunu anladı.

 

Tam önünde, afallamış bir yüzle ona bakan bir oğlan çocuğu duruyordu. “Aa… Aaa? Yuuki öğretmenim. Nereden çıktınız siz şimdi?”

“Kaçıl oradan!” Yuuki atılıp çocuğu yakaladı, ikisi beraber yere kapaklandılar. Bir an sonra, hemen üstlerinden devasa bir yılanın kafası geçti. Bir an gecikmiş olsaydı, yılan tek lokmada oğlanın yarısını yutardı herhalde.

Oğlan çocuğu, koridorun ilerisine doğru bakarak şaşkın bir çığlık attı: “Bu… bu da ne ya?” Büyük bir ağaç kadar geniş gövdesinden çok sayıda kafa çıkan bir yılan, salına salına ilerliyordu. Elbette, bugüne kadar üçüncü katmanda böylesi bir Cisimsiz Mahluk görülmüş değildi.

 

Yuuki, gözlerini canavardan bir an bile ayırmadan, Başlangıç Kademe öğrencisi ile konuştu: “Senin ne işin var burada, Edgar?”

“Şey… bugün, Labirent gezisi yapıldı da. Ben de, üçüncü katmana inen merdivenleri görünce, biraz araştırma yapayım dedim de, tek başıma…”

“Arkadaşların yukarıdaki katmandalar mı?”

“E, evet.”

“Öyleyse hemen ikinci katmana dönmeni, herkesi yanına alıp Labirent’ten çıkmanı istiyorum. Girişteki şövalyelere de canavar gördüğünü söyleyeceksin. Haydi, koş bakalım!”

 

Edgar koşarak uzaklaştı. “Evet… ben ne yapacağım şimdi?” diye fısıldadı Yuuki, karşısındaki çok başlı yılana bakarak.

 

Buradaki kargaşadan, çok geçmeden yukarıdaki insanların haberi olacaktı. Halif Birlikleri, hatta belki de Silahşorler bile, buraya gelecekti. Durumu kontrol altına almak mümkündü. Mesele, yardım gelene kadar kaç kişinin öleceğiydi. Kar / zarar hesabına göre en mantıklı şey, üstüne vazife olmayan işlere kalkışmadan buradan kaçmaktı. Fakat Yuuki tereddüt etti.

 

 “Şurada duran kişi –bizim Efendi’ymiş bu!” diye seslendi birisi.

Yuuki ardına dönüp baktığında, ağzından: “Yuh!” diye bir nida kaçtı. Tina, peşine dellenmiş Cisimsiz Mahluklar takılmış halde, kollarını sallaya sallaya koşuyordu. Tam üç canavar geliyordu kızın ardından: Şekilleri, büyük birer boğaya benzese de…

(“Aaay!” diye, çığlık atarak sıçradı Tina.)

…benzese de, hiçbir boğa bunlar gibi ağzından ateş üflemezdi. Bunlar, derin katmanlardan gelme Cisimsiz Mahluklardı.

 

Kovaladıkları av tökezleyip düşeyazınca, yaratıklardan biri boynuzuyla tos vurup onu havaya fırlattı. Yuuki, yere düşmek üzere olan küçük tanrıçayı havada yakaladı.

“Ooo! Bravo, Efendi!”

“Kaçsan bile bunlardan hızlı koşamazsın, biliyorsun değil mi?”

“Bir araştırma ekibi saldırı altındaydı da, Tina da canavarları üstüne çekti. Tina’yı bir Kutsal Kalkan koruyor çünkü, yem rolü oynamak için çok uygunuz biz!”

Doğruydu bu. Kız, az önceki sert boynuz darbesine rağmen sıyrık bile almamıştı.

“………”

Yem, ha? Bu kız, böyle yapmak dünyadaki en doğal şeymiş gibi, başkalarını kurtarmayı deniyordu. Hiç tereddüt etmiyordu. Kazanç beklemiyor, kayba uğramaktan korkmuyordu.

Öf, be! Birden kendimi çok boktan hissetmeye başladım

 

“Böyle bir durumda, bir tanrıça olarak bir şeyler yapmamız gerek… ne oldu?”

Yuuki, Tina’yı kucağında taşır vaziyette koştuğu yönü değiştirmişti. Avlarını Yuuki’ye kaptıran alev kusan boğalar da, öfkeyle böğürerek peşlerinden geliyordu.

“E –Efendi, o tarafta da Cisimsiz Mahluk var!” Kollarının arasındaki Tina’nın attığı çığlığı duymazdan gelip, daha da hızlı koşmaya başladı. Çok başlı yılan, bu insanların neden koşa koşa kendisine doğru geldiğini anlamasa da, Yuuki ve Tina’yı kapmak için kafalarından biriyle hamle yaptı. Zehirli dişlerle dolu açık bir ağız hızla Yuuki’nin gözüne doğru yaklaştı, ve bu ağız kapanmak üzereyken… Yuuki kenara sıçradı. Yandaki duvara ayağını bastı, koridora çöreklenmiş yılanın yanındaki daracık boşluktan kaçıverdi.

 

Alev kusan boğalar da, boyunlarını hızla uzatan yılan da, Yuuki’nin bu manevrasına ayak uydurmayı başaramadı.

Önce korkunç bir çarpışma sesi duyuldu. Ardından da, Cisimsiz Mahluklar arasında başlayan ölümüne kavganın gürültüleri. Bu sesleri iyice geride bırakana dek, güvenli bir yere ulaşana dek, Yuuki koşmayı sürdürdü.

 

“Çok çeviktin doğrusu! Çok etkileyiciydin, Efendi!”

“… Eh, sağol. Her neyse, gidip bu kattaki ışınlama aygıtına bir bakalım.” Cisimsiz Mahlukların yeterince uzakta kaldığından emin olduktan sonra, adımlarını yavaşlattı.

 

Cisimsiz Mahlukların çoğunda sadece insanlara saldırmak gibi bir içgüdü yoktu, akılları da yoktu. Çok sayıda kuvvetli Cisimsiz Mahluk bir araya toplanınca, aralarında kavga çıkması ve birbirlerini yemeleri doğaldı.

 

Yuuki ve Tina, ikinci katmana çıkan merdivenlerin başına gelmişlerdi. Daha şimdiden, civardaki insanlar güçlü Cisimsiz Mahluklar ile karşılaşıyor olmalıydı. Yukarıya dönmek isteyen araştırıcılar merdivenlerin önüne yığılmış, bir izdihamdır başlamıştı. Edgar ve arkadaşları sağ sağlim kaçmışlar mıydı acaba?

 

“Bizler de Cisimsiz Mahluklar da, ışınlandığımızda bu katın her bucağına rastgele dağılmışız galiba, ne dersin?” diye sordu Yuuki, omuzunda taşıdığı Tina’ya.

“Dağılmak, değil de… ışınlanan varlıkların gittikleri yerde iç içe geçmemeleri için, aygıt onları farklı yerlere gönderiyor.” diye cevap verdi Tina. “Aygıt kimi nereye yollayacağına dikkat etmese, birileri bir duvarın içine ışınlanabilirdi. Kimi hangi yere göndereceğini neye göre hesaplıyor, bilmiyoruz.”

“Nasıl hesaplarsa hesaplasın, ışınladığı canlılar o kadar kalabalıktı ki neticede, buraya rastgele dağıtılmış gibi olduk.” O halde Stephan ve Franca da bu katmanın bir yerindeydiler. 

 

Merdiveni geçip, nihayet ışınlama aygıtına geldiler. Taş anıtın üstüne geniş bir kumaş örtülmüştü. Muhtemelen, insanlar dokunmasın diyeydi bu. Etrafta ne bir Cisimsiz Mahluk, ne de bir nöbetçi vardı. Yuuki’nin omuzundan inen Tina kumaşı kaldırdı, ötesine berisine dokunarak taşı incelemeye başladı.

 

“Durum ne? Sadece Cisimsiz Mahlukları altmış dördüncü katmana yollayabilir misin?”

“I–ıh. İmkansız. Aygıt çalışıyor, içinde de Kutsal Güç var. Ama bu aygıt sadece alıcı istasyon. Buradan aşağıya ışınlamak gibi bir özelliği yok.”

“Tek yönlü bir yol gibi, desene. Demek ki, şu yaratıkları insan eliyle imha etmekten başka çare yok.”

“Ondan önce, hayatta kalan insanları bu kattan kaçırmak gerek. Ayrıca, Franca ve ağabeyi için de endişeliyiz.”

“Öyle.” Derin bir nefes aldı. “Bir plan belirlemek lazım. Pekala, Tina. Öncelikle, bu anıtı yemeni istiyorum.”

“Hı?” Tina, sanki bu sözün manasını kavrayamamış gibi göz kırpıştırdı.

“Kutsal Gücü kalmamış bir tanrıça hiçbir işe yaramaz. Madem bunun içinde Kutsal Güç var, bu taş anıt da bir Kutsal Emanet sayılır. Yani onu, bir adak niyetine alabilirsin. Değil mi?”

“Ah, demek öyle. Doğru ya, öyle! Çok akıllısın, Efendi!”

 

Tanrıça elini üzerine koyar koymaz, koskoca taş anıt ışık zerrelerine dönüşüp kayboldu. “Hımm… deminki o kocaman ışınlamadan sonra gücü epeyce tükenmiş ama, gene de kalan enerjisi ile epeyce iş yapılabilir. Hı–hı, kendimizi çok güçlü hissediyoruz! Şimdi ne yapalım, Efendi?”

Yuuki, az önce anıta örtülü duran kumaşı alıp ikiye yırtarken cevap verdi:

“Bu katmanda bulunan tüm Kutsal Güç kaynaklarını bulabilir misin?”

“Bu mümkün, ama… bulup da ne yapacağız ki? Pek çok araştırıcı yanında Kutsal Emanet taşır, sonra duvarlardaki ışıktaşlarında da Kutsal Güç var. Her yerden bir sürü güç kaynağı hissedeceğiz sadece. Ah, yoksa bu karambolden faydalanıp satacak eşya toplamayı mı…”

“Yok be! Gerçi fena fikir değil ama… sen sadece en kuvvetli Kutsal Güç kaynağının yerini bulsan, yeter. Bu katta müthiş miktarda Kutsal Güçle donanmış iki kaynak olmalı şu anda.”

“Hımmm…” Tina gözlerini yarı kapatarak, konsantre oldu. “Kesinlikle öyle. Doğru ya, bunlardan biri Stephan’ın ejderdişi taşı silahı. Diğeri ise…”

“Beyaz Karların Cisimsiz Ejderi. Ne de olsa o, kılık değiştirmiş bir ejderdişi taşı aslında.”

 

Yuuki, kumaşın bir yarısını Tina’ya verdi. Kumaş, kızın tüm vücudunu örtebilecek kadar genişti.

“Öncelikle Franca’yı arayacağız. Fakat, Beyaz Karların Cisimsiz Ejderi’nin icabına da bizim bakmamız gerekecek, çünkü öyle bir canlıyı Halif Birlikleri bile öldüremez. O canavarın buradan yukarıya gitmesine izin veremeyiz.”

 

İçi, uzun zaman önceden kalma duygularla dolmuştu. Artık unuttuğunu sandığı hislerle.

Kalbini tamamen temizlemeliydi. Franca’yı, çocukları, güçsüz olan herkesi… korumak için.

“Bağışla beni…” diye fısıldadı Yuuki. Ona normal birisi gibi yaşamayı öğreten, onu özgür bırakmış olan ‘o kıza’ doğru…

bu seferlik, sadece bu seferlik, bir zamanlar olduğum kişiye dönüşmek zorundayım.

 

* * *

 

Berthold dişlerini sıka sıka, duvara tutunarak yürüyordu.

 

Cisimsiz Ejder üzerine bastığında, ezilerek ölmemişti belki ama sağ bacağının tüm kemikleri parçalanmıştı. Ejderdişi taşının geçici olarak iyileştirdiği sağ kolu, taş kendini terk ettiğinde tekrar kaybolmuştu. Üstelik silahı da yoktu.

 

“Ne boktan iş! Çok acıyor, çok acıyor, çok acıyor, hepiniz geberin geberin geberin…” Lanet okuya okuya kendini hareket etmeye zorladı, yardım gelmesini bekleyecek durumda değildi. Etrafta tehlikeli Cisimsiz Mahluklar kol geziyordu.

 

Daha biraz önce, altmış dördüncü katmandaydı. Bundan kesinlikle emindi. Fakat burası çok daha yukarıdaki bir katmandı. Manzarası çok tanıdıktı, burası yüksek ihtimalle üçüncü katmandı. Neden bilmiyordu ama Cisimsiz Mahluklarla beraber buraya fırlatılmıştı.

 

Böyle bir yerde ölecek adam mıyım ben? diye düşündü Berthold. Tekrar para kazanmak, lezzetli şeyler yemek, iyi cins şarap içmek, güzel kadınları kucaklamak istiyordu. O, kentin en yetenekli araştırıcılarındandı. Hayatı, böyle bir yerde noktalanmamalıydı.

 

Köşeyi döndüğü an, dıvarda sürünen bir kırkayakla göz göze geldi. Elbette, derin katmanlardan gelme bir Cisimsiz Mahluktu bu. Gövdesinin uzunluğu üç metreyi aşıyordu.

“Hiii!” Berthold aceleyle geri çekilmeyi denediğinde, yere kıç üstü oturuverdi. Dev kırkayak kendine av bulduğunu anlamıştı. Koskoca gövdesini yerden kaldırdı, Berthold’un üzerine geldi. Berthold panik içinde mücadele etse de çok sayıda ayak tarafından yere bastırıldı.

“Hiii –aaaaaaaaaaaaaah!” Yaklaşan zehirli dişlere karşı bu çığlığı attığında… etrafında, çok sert ve çok soğuk bir rüzgarın estiğini hissetti. Devasa kırkayağın bedeni bir anda katılaştı, hareket edemez oldu. Bacakları gevşedi.

 

“Hemen çıkın oradan!” Bir kızın sesiydi bu. Aslında bu cümlenin söylenmesine gerek yoktu, Berthold zaten telaş içinde sürünerek yaratığın altından çıkmaya çalışıyordu. O kendini kurtarır kurtarmaz, Cisimsiz Mahluk’un gövdesinden alevler yükseldi, canavar yanıp küle dönüşüverdi.

“Yaranız nasıl?” Kurtarıcı meleği, koşarak birkaç adım yaklaştı… ve gözlerini iri iri açarak duraksadı.

“Hayatımı kurtardın. Sen, bir medyumsun değil mi? Yapabilirsen, tedavi edici bir kerametle…” Daha cümlesini bitirmeden, duvardaki ışıktaşı fenerlerinden biri kızın yüzünü aydınlattı ve Berthold, kiminle konuştuğunu fark etti. O kızdı bu. Kalbinin daraldığını hissetti. Kendisi hem silahsızdı, hem yere düşmüş kalkamayacak haldeydi. Kızla arasında on adım vardı. Kız isterse onu küle çevirebilir, kafasını çekip koparabilir, sağlam kalmış ayağını kesip Berthold’u kaderine terk edebilirdi –bu mesafeden kerametle her istediğini yapabilirdi.

“Şe, şey… senin adın Franca’ydı, değil mi?”

“………”

“Biraz sakinleşip bu konuyu konuşalım. Be, ben yaralıyım sonuçta…”

“Kes sesini.”

“Ben, ben çok pişmanım. Sa, sahiden… o olay bir anlık öfkeyle olmuştu. Beni mahkemeye çıkarmak istiyordun, değil mi? Sö, söz veriyorum. Buradan çıkınca gidip teslim olup…”

“Kes sesini dedim sana!”

 

Berthold sustu. Franca bir süre, onu merhametsiz gözlerle süzdükten sonra, yeri göğü inleten bir haykırışla:

“Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaah!”

Ağıt yakar gibi, içindeki duyguların tümünü kusup kurtulmak ister gibi bağırdı.

Ve tekrar sordu:

“Yaran nasıl?”

“Ne?”

“Yerini soruyorum. Nereden yaralısın?”

“Kolumu görüyorsun. Bir de sağ bacağım sakat.”

 

Franca bir Kutsal İnci çıkartıp geniş adımlarla yaklaştı. Berthold bir an korkuya kapıldı, ama Franca profesyonelce hareketler yaparak bir iyileştirme kerametine başlamıştı sadece.

“Yaraların kanamasını durdurup, ağrısını kestim. Sadece ilk yardım, ama hareket edebilecek durumdasınız. Lütfen merdivene doğru gidin.”

“Ah. Şey, biraz destek olabilir misin? Bacağımı hiç hissetmiyorum, kendime pek güvenim yok. Silahsızım, karşıma bir Cisimsiz Mahluk çıkarsa direnemem, ölür giderim. O zaman beni iyileştirmiş olmanın da bir anlamı kalmaz, değil mi?”

“………”

“Beni merdivene kadar taşı yeter. Lütfen.”

 

Abartılı bir tavırla, ellerini yalvarırcasına birleştirdi. Arsızlık ettiğinin kendisi de farkındaydı. Ama, bu koşullar altında tek başına hareket etmek çok tehlikeliydi. Yardım dilemekten başka çaresi yoktu.

 

Franca uzun süre sessiz kaldı, nihayet hafifçe iç çekti.

“…Anlıyorum. Lütfen bana tutunun.”

“HA? Haa, kusura bakma.”

Kızın cevabı öyle umulmadıktı ki Berthold neredeyse düş kırıklığına uğramıştı. Kolunu kızın omuzuna doladı. Yoksa bu kız aptal falan mıydı? Aşağı katmanlarda karşılaştıkları zaman, onu öldürmeyi denediğini unutmuş muydu? Şimdi istese tek eliyle bile onun boynunu kırabilirdi. İnsan kendini bu kadar savunmasız bırakır mıydı yahu?

 

Boşver şimdi onu, sakin ol. Önce bu bölgeden çıkalım. Kızın icabına, güvenli bir yere vardıktan sonra bakarız.

 

İkisi, bir müddet hiç konuşmadan yürüdüler. Yer yer duvarlardaki lambalar zarar görmüştü, ortalık bu yüzden loşlaşmıştı. Herkes kaçmıştı herhalde, etrafta başka araştırıcı yoktu. Sonunda, bir dörtyol ağzına geldiler.

“Biraz durun.” dedi Franca. Berthold’un işittiği şeyi işitmişti. Köşeden ötede, buraya doğru bir şey geliyordu. Ayak sesleri… kesinlikle insana ait değildiler. Bir Cisimsiz Mahluktu gelen. Büyük bir Cisimsiz Mahluk hem de.

 

Kızın kerametleri bunu alt etmeye yetecek miydi ki? Berthold yan gözle kıza baktı. Hiç de yeteneksiz bir medyum değildi, ama tek saldırıda hedefi eşek cennetine gönderemezse o da, Berthold da ölürdü. Öyleyse, kızı yem gibi kullanıp tek başına kaçmak en iyi çözümdü. Gelen canavarın karnı açsa, o beslenmekle meşgulken Berthold kaçacak zamanı kazanırdı.

 

“Size zaman kazandıracağım. Tek başınıza kaçın lütfen.” dedi Franca uzun hançerini çekerek. Berthold yanlış işittiğini zannetti. Dünyada, böyle bir şey söyleyecek insan var mıydı be?

“Siz savaşacak durumda değilsiniz. O yüzden başka çaremiz yok.”

“E, emin misin?” dedi Berthold.

“Başka çaremiz var mı?” diye bağırdı Franca, ağlamaklı bir çehreyle. “Sizi bağışlamış filan değilim, ama sizi burada bırakırsam ağabeyimin yüzüne nasıl bakacağım? Lütfen gidin artık. Teslim olacağınızı söylemiştiniz. Eğer hayatta kalırsanız o sözünüzü tutarak beni mutlu edebilirsiniz.”

 

Tutar mıyım hiç? Aptal.

Berthold böyle söyleyerek alay etmeyi denedi, ama bu sözcükler ağzından çıkmadı bir türlü. Kendini bildi bileli tek başınaydı. İhanet ederek, en pis hilelere başvurarak hayatta kalmıştı. Onun karanlık dünyasında kendisinden başka hiç kimse yoktu, hayatında başka birini korumak için parmağını bile kımıldatmamıştı. Böyle yaşamanın normal olduğunu düşünmüş, davranışlarını hiç sorgulamamıştı.

 

Oysa bu Franca denen kız farklıydı. O aydınlık bir dünyada bir sürü insanla birlikte, arkadaşlarını koruyarak ve arkadaşlarınca korunarak yaşıyordu. Berthold biliyordu bunu. Kızın gördüğü dünya, onun dünyasından farklıydı.

 

Böyle düşününce, yüreğinde bir sızı duydu. Bu, belki de telafisi olmayan hataları peş peşe işleyerek yaşayagelmiş olduğunu fark edince hissettiği dehşet duygusuydu.

“Ne yapıyorsunuz? Gitsenize!”

Berthold, Franca’nın zoruyla yürümeye başladı. O sırada…

“Gyaaaaaaaaah!”

…ansızın, ölmekte olan bir canlının haykırışı yankılandı. Ve devasa bir varlığın, can havliyle debelenirken çıkardığı sesler.

 

Korkudan taş kesilmiş Berthold ve Franca’nın önüne şekilsiz bir et kütlesi çıktı, bir iki adım yürüyüp devrildi. Bir daha da kımıldamadı.

“Ağabey…”

Franca, gölgeler arasından gelen kişiyi görünce rahat bir soluk aldı. Mızrak tutar halde yaklaşan kişi, Stephan’dı.

 

Stephan, duygusuz bir bakışla ikisini süzdü. Berthold, tepeden tırnağa tüm kaslarının gerildiğini hissetti. Sonra, kendisinin bu oğlanın gözünde artık hiçbir anlam taşımadığını anladı. İçi utançla ve aşağılık duygusu ile doldu.

“Bana engel oluyorsunuz. Haydi gidin buradan.”

“Sen ne yapacaksın, ağabey?”

“Sağ kalanları güvenli bölgeye ulaştırmaya ve Cisimsiz Mahlukları öldürmeye uğraşacağım. Halif Birliği üyesi olarak görevim bu.”

“Ama tek başınasın, üstelik yaralısın da… imkansız bir şeye kalkışıyorsun! Ben de seninle geleceğim!”

 “Bana sadece engel olursun.” Stephan’ın cevabı sert ve kesindi. “Artık hiç Kutsal İncin kalmamıştır herhalde. Kesen boş gibi duruyor.”

 

Berthold şaşırarak Franca’ya baktı. Kızın beline asılı keten bezinden kese… yamyassı duruyor, acizce sallanıyordu.

“Son incini beni iyileştirmek için mi kullandın yoksa?” Üstelik, yanında hiç Kutsal İnci olmadan bir canavarı durdurmaya da kalkışmıştı. Ne için? Babasının katili kurtulsun, cezasın kalsın diye mi?

Franca, sessizce başını öne doğru salladı.

Dehşetli bir budalalıktı bu. Berthold gibi bir insan kimseye minnet duymazdı. Böyle bir adama kahramanlık yaparak hiçbir şey kazanamazdı, bu kız bunu göremiyor muydu?

Bu zavallı uzun yaşamaz. Katiyen… diye düşündü Berthold.

 

“Eğer yapabilirsen, şu bizim Hurdacı’yı bulup onunla beraber git. O, beceriksiz biri olabilir ama seni korumak için elinden geleni yapacaktır.”

“Ama, ağabey…” Franca itiraz etmeye başlamıştı, ama Stephan gözlerini iri iri açarak bağırdı:

“Çekil! Arkanda!”

“Ne?” Franca ağzını açtığı an kaskatı kesildi. Berthold ise kızdan daha çabuk hareket etti. Vücudunu kullanarak savaşmak üzere eğitilmiş birisiyle, o türden deneyimi olmayan kişi arasındaki farktı bu.

 

Ben ölmek istemiyorum. Bu düşünce, şimşek gibi Berthold’un zihninden geçti. Başka zaman olsa: ‘Ne olursa olsun, kimi feda etmem gerekirse gereksin, ölmeyeceğim’ diye düşünürdü.

Berthold, tüm kuvvetini sağlam kalmış sol koluna vererek Franca’yı kenara ittirdi. Ve şöyle düşündü: Ah, anlıyorum. Hiç de fena bir duygu değilmiş, doğrusu

 

Ve o son anda, dünya gözüne biraz daha aydınlık bir yer gibi göründü.

 

* * *

 

“Of, of of…” Birdenbire, büyük bir güçle kenara fırlatılmış olan Franca yere yuvarlanmıştı. Bir an sonra, kulağının dibinden rüzgar gibi bir esinti geçmiş, su dolu bir torbanın yırtılışı gibi bir de ses duyulmuştu. Bu sesle beraber, Berthold da ortadan kaybolmuştu.

 

Hayır –kaybolmuş değildi. Devasa bir kuyruğun tek darbesiyle havaya fırlatılmıştı. Adamın gövdesi koridor boyunca alçak bir eğri çizerek uçtu, ıslak bir ses çıkararak çakıldığı zeminden üç defa sekti ve hareketsiz kaldı.

 

Kolunu Franca’nın omuzundan ayırmış, bir an kaçacak gibi yapmıştı –sonra da onu ittirmişti. Yoksa, olacak şey değil ya, kızı korumak için kendini mi feda etmişti? Öyle ya da böyle, derhal ve acı çekmeden ölmüş olmalıydı.

 

“Göksel iradenin defterine onun ismi yazılsın…” Franca, yarı doğrulmuş halde, farkına bile varmadan dua etti. O sırada öfkeli bir ses bağırdı.

“At şu şaşkınlığı üzerinden! Ayağa kalk ve uzaklaş!”

“Ha? Oh…”

Devasa pençeler, havada ıslık çalarak Franca’nın üstüne doğru geldi. Fakat fırlatılan bir mızrak bu pençelerle havada çarpıştı, onların yönünü değiştirip Franca’nın başına dokunmalarını önledi.

“Bana geri gel, Amunis.” Duvara saplanmış olan mızrak kayboldu ve Stephan’ın avucunda tekrar meydana çıktı.

 

Stephan’ın ve Franca’nın önünde, büyük bir ejderha duruyordu.

On metreye yaklaşan boyuna, etrafa yaydığı azamete bakınca bu yaratığın, diğer Cisimsiz Mahluklardan çok farklı olduğu anlaşılıyordu. Gövdesi bembeyaz pullarla kaplı koca canavar, avlarının direnmeye hazırlandığını anlamıştı. Gövdesini öfkeyle salladı, ağır ağır yaklaşmaya başladı.

 

Stephan, sessizce mızrağını kaldırıp savaşmaya hazırlandı.

 

* * *

 

Yıllardır, onun içini karanlık düşüncelerle dolduran intikam duygusu, Berthold ile beraber ölmüştü. Gözünün önündeki ejderha –Beyaz Karların Cisimsiz Ejderi– tarafından öldürülmüştü.

 

Aşağı katmanlardayken bu yaratığı dikkatlice inceleyecek fırsatı bulamamıştı, ama karşısında durup bakınca bile insanın içi ürküntüyle doluyordu.

“Zaman kazanmayı deneyeceğim. Kaç buradan.” dedi Stephan kardeşini ardına alarak. Franca itiraz etmeye kalkışınca ekledi: “Sen kurtulamazsan, kendimi boş yere feda etmiş olacağım.”

Bu sefer kız cevap vermedi. Bir an sonra Stephan, onun koşarak uzaklaştığını hissetti. Evet. En doğrusu bu ... Kalbi birdenbire, şaşılacak kadar hafiflemişti.

 

Berthold’dan nefret etmişti. Fakat ayakta kalmasını sağlayan duygu, nefret değildi. Muhtemelen… kendine karşı duyduğu öfkeydi. Koruması gereken kişiyi koruyamadığı için kendine kızmıştı. Kendi güçsüzlüğünden tiksinmişti. Bu duygulardan kurtulmak için, savaş yeteneğini keskinleştirmeye çabalayıp durmuştu.

 

O yüzden şu anda, eski yanlışlarını düzeltme fırsatını bahşeden tanrıçaya şükrediyordu.

 

Stephan öne çıktı, yırtıcı bir nara atarak Amunis mızrağıyla hamle yaptı. Yaratığın ayak bileklerini hedefliyordu. Hiç değilse hareket etmesini önleyebilse…

Mızrağın ucu ışıldayarak yaratığın pullarına çarptı –ancak onları parçalayamadı. Metalik bir çınlama ile, mızrak geri püskürtüldü.

“Kutsal Kalkanı var…”

Stephan, bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Taş, Berthold ile birlik olup karşılarına çıktığında onu birazcık yaralayabilmişlerdi; ama şu an, derisinde en ufak iz bile bırakamamıştı. Ya kendi kuvveti yetmiyordu, ya da Amunis mızrağının gücü yetersizdi.

 

Ejderha, tepeden Stephan’a baktı. Gözlerinde, hayvanlarınkinden çok üstün bir zekanın kıvılcımı ile alaycı pırıltılar vardı.

“Kendine eğlenceli bir oyuncak bulduğunu mu sanıyorsun, aşağılık canavar?” Stephan, içine derince bir soluk çekti ve mızrağı ile tekrar savaş pozisyonu aldı. Bir an sonra, ejderhanın indirdiği darbeyle havaya savruldu. Canavar, ön ayaklarından biriyle ona vurmuştu. Saldırı öyle hızlı gelmişti ki Stephan bunu görememişti bile.

 

Acıyla inildeyerek de olsa, bir şekilde ayağa kalkmayı başardı. Cisimsiz Ejder ağzını kocaman açmıştı. Gırtlağının içinde, bir araya toplanıp yoğunlaşan beyaz parıltılar vardı.

 

“Demek buraya kadarmış…” diye fısıldadı Stephan.

 

Franca koşuyordu.

“Yalvarırım, Bay Yuuki –yardım edin!”

Zihninde, hiçbir şey yapmaz istemez gibi görünmesine rağmen, herkesten daha fazla güvenilir  olan Yuuki’nin çehresini görüyordu.

Ancak fazla uzağa gidemedi. Sırtına inen bir darbe onu havaya savurdu. Bembeyaz bir sis perdesi, görüş alanını örttü; Franca’nın etrafında buz gibi bir fırtına esiyordu. Bu rüzgar onu defalarca kaldırıp duvarlara vurdu ve nihayet dindi.

 

Franca, boğulurcasına öksürerek başını kaldırdı. Kulakları uğul uğul uğulduyordu. Bilinci, ayıklıkla baygınlık arasında gidip geliyordu.

 

Yine de, hareket edebiliyordu. Kalan tüm kuvvetini toplayarak, iki ayağı üstüne basıp kalkmayı başarabildi. Etrafı örten beyaz sisler yavaş yavaş dağılıyordu.

 

Duvarlar yer yer yıkılmış, Labirent’in şekli değişmişti.

Ejderhanın nefesi –insanların yapabildiği saldırı amaçlı kerametleri kat be kat aşan gücü vardı, Cisimsiz Ejderin soluğunun.

“Olamaz… ağabey…”

Nefes, kendisine doğrudan isabet etmemişti ama gücü yine de korkunçtu. Saldırının tüm gücüne maruz kalan Stephan, artık…

Franca’nın dizlerinin bağı çözüldü, kız olduğu yere çöküp kaldı.

 

“Hı –hımm. Şu kertenkele haline bakmadan, zavallı saldırınla bir tanrıçayı yenebileceğini mi sanıyorsun?”

“Kabadayılık taslama be. Onu kılpayı durdurabildin, görmedik mi sanıyorsun?”

 

Halen salınan beyaz sislerin arasında, Cisimsiz Ejder ile Franca’nın arasında bir yerlerde, kimliği belirsiz iki gölge duruyordu. Cüppe gibi bir şeye, birer kat kumaşa sarınmışlardı; yüzleri ve bedenleri net görülmüyordu. Yetişkin bir insana ve bir çocuğa benziyorlardı.

 

İki gölgeden daha uzun olanı, omuzunda birisini taşıyordu –ağabeyi miydi bu?

 

“Ne olursa olsun, bu arkadaşı kurtardık değil mi? İyi iş çıkardık değil mi? Biraz aferin olsun de bari.”

“Diyeceğim –bu iş bittikten sonra.”

 

Bu ikisi, bir sihirli bariyer oluşturup ejderin nefesini durdurmuş muydular yoksa? İmkansızdı bu. En olgun medyum bile böyle bir kuvvetin karşısında tutunamazdı. İnsanın becerisini aşan bir şeydi bu.

 

Dur biraz –az önce, gölgelerden ufak olanı ne demişti? Tanrıça… öyleyse, bunlar…

“Tanrıça hazretleri ve onun Silahşoru mu?”

 

Çocukluğunda…

Sık sık hastalanan annesi yatağında oturur, Franca’ya ve bazen ziyarete gelen Stephan’a hikaye okurdu.

Ağabeyi, Silahşorlerin kahramanlık öykülerini dinlemeyi çok severdi. Bu öyküler ilk başta Franca’nın ilgisini çekmemişti. Ancak, yüzünü çok sık göremediği ağabeyi ile birkaç eğlenceli dakikayı paylaşabilmek için, sabredip hikayeyi onunla beraber dinlerdi.

Gel zaman git zaman, Franca da harikulade maceralarla dolu o hikayeleri sevmeye başlamıştı. Labirent’te araştırıcılar tehlikeye düşünce onları kurtarmak için ortaya çıkan… o efsanevi yiğitlerin hikayelerini.

 

Ah, artık her şey yolune girecek.

Bilincini kaybetmeden önce Franca’nın son düşüncesi bu oldu.

 

* * *

 

İki kardeşin göğüsleri yavaşça inip kalkıyordu. Sağdılar, sadece bayılmışlardı. Yuuki rahat bir nefes aldı. Kılpayı da olsa zamanında yetişebilmişlerdi.

 

“Bu işi çabuk halletmelisin, Efendi! Kutsal Gücümüz fazla değil. Bu yaratığın saldırılarını yalnızca birkaç defa durdurabiliriz.”

 

Tina, bu Cisimsiz Ejderi bağlayıp hareketsiz bırakmaya veya onu başka bir yere ışınlamaya yetecek kadar çok Kutsal Güç kazanamamıştı. Bu nedenle Yuuki, kızın tüm gücünü savunmaya harcamasına karar vermişti. Düşmanın hücumlarını durduracak türde sihirli bariyerleri, birkaç defa oluşturmak… Tina’nın gücü ancak bu kadarına yetecekti.

 

“Pratik bir yol olabilir. Mesela…” Yuuki koridorun ilerisinde duran, beyaz renkli devasa gövdeyi süzdü. “Bu şeyin Kutsal Gücünü hissedebiliyor musun?”

“Tabii ki. Bu kadar yakında olunca, davul gibi gümbür gümbür hissediliyor.”

“Vücudunda en fazla Kutsal Güç bulunan yer neresi?”

“Boynunda, sanırım. Neden soruyorsun ki?”

“Gücünün kaynağı neresiyse, en zayıf noktası da orasıdır da ondan. Haydi, başlayalım.”

 

Yuuki, düşmana doğru dönerek konuştu: “Hey! Senin bu katmanda olay çıkarman kurallara aykırı, bilmiyor musun? Beyaz Karların Cisimsiz Ejderi! Hatanı anlayıp uslu uslu yeniliversen nasıl olur?”

Ejderin cevabı, çok düşmanca bir haykırış oldu.

“Böyle söyleyeceğini tahmin etmiştim. Eh, son zamanlarda biraz formdan düştüm ama, hazır burada böyle güzel bir silah varken şunu ödünç alayım bari…” Yuuki böyle mırıldanarak mızrağı elinde çevirdi. Stephan’ın ünlü silahı ‘Türkuaz Suyun Mızrağı’, nam–diğer Amunis mızrağı idi bu.

 

“Başlayalım mı…” diye, ufak bir gülümseme ile elindeki silaha sordu. “Bana kızma sakın. Şimdi bana biraz yardım etmelisin. İkinci Basamak benim için yeterli. Eğer ben şu beyaz tipi yere seremezsem, senin sahibin de ölür, biliyorsun ya? Halbuki yaşarsa günün birinde mükemmel bir savaşçı olacak… ve senin için, mükemmel bir sahip.”

 

Mızrak, sanki üstünden elektrik akımı geçmiş gibi bir an titredi… ve biçimini değiştirmeye başladı.

 

Tam o sırada, Cisimsiz Ejder hırsla ileriye doğru atıldı ve ön ayaklarını salladı. Keskin pençeleri savuşturmak için Yuuki mızrakla hamle yaptı. Ortalığa kanlar saçıldı ve ejderha acı bir çığlık attı. Parmaklarından biri kopup düşmüştü.

 

“Bundan sonra, Kutsal Kalkan seni korumaya yetmeyecek. Kendi yeteneklerimize güvenip savaşmalıyız.”

 

Yuuki’nin elindeki mızrak, geçirdiği dönüşümü tamamlamıştı. Az önce sade ve gösterişsiz olan mızrak şimdi deminki haline hiç benzemeyen, kıvrımlı bir silaha dönüşmüştü.

 

Ejderdişi taşı silahlarının bazısı kılıçtı, bazısı mızrak, bazısı balta; ama bir ortak özellikleri vardı. Her biri ‘Basamak’ adı verilen üç şekilden birine dönüşebiliyordu. Birinci Basamak, insan elinden çıkma silahlar gibi görünen ama onlardan çok daha öldürücü olan bir silahtı. İkinci Basamakta, silah kendini Kutsal Güç ile kaplar ve düşmanın Kutsal Kalkanlarını delebilmeye başlardı. Elbette, bu biçimi alan silahın öldürücülüğü de artardı.

 

Beyaz Karların Cisimsiz Ejderi, dişlerini göstere göstere Yuuki’yi süzüyordu. Artık oyun oynamıyordu, tüm gücüyle savaşmaya hazırlanıyordu.

“Nihayet müsabaka başladı desene…”

Cisimsiz Ejderin silahları tırnakları, dişleri, kuyruğu ve soluğuydu. Koridorun bu kısmı, onun o koca gövdesiyle bile kolayca hareket edebileceği kadar genişti. Üstelik zemine döşenmiş taşlar yerinden çıkmış, ufalanan duvarlardan kaya parçaları dökülmüştü. Bunlar, Yuuki’nin ayağına dolanıyor ve ona engel oluyordu. Saha avantajı, ejderhadaydı.

 

Öyleyse, burada yararsız bir savaşa girmektense bu yaratığı Tina’dan ve diğerlerinden uzaklaştırmak gerekecekti.

“Gel bakalım buraya…”

Yuuki, ejderhanın yanından dolanıp onun arka ayaklarına defalarca saldırdı. Cisimsiz Ejder ne zaman öfke çığlığı atıp pençeleri ile karşı saldırıda bulunmayı denese, Yuuki birkaç adım geri çekiliyordu. Amacı, bunu tekrarlaya tekrarlaya, hayvan güder gibi ejderha gütmekti.

 

Geri çekildikçe koridorun sonuna yaklaşıyor, her adımda biraz daha büyük tehlike içine giriyordu. Fakat bu taktiğin bir meyvesi vardı: Ejderi yaralılardan epeyce uzaklaştırmıştı.

 

Bu kadarı yeterlidir sanırım… Geriye, taktik değiştirip saldırıya geçmek kalıyordu.

 

Bir adım ilerledi, Cisimsiz Ejder’in gözlerinin içine baktı. Hamle yaptı –ejderhanın bembeyaz pulları kanla koyu kırmızıya boyandı, boğazından bir acı inlemesi yükseldi. Deminki taktikle savaşıyor olsa, Yuuki şimdi geri çekilirdi. Onun yerine, canavara bir adım daha yaklaştı.

 

Saldırıma karşılık verdiği an, tekrar saldıracağım!

 

Devasa pençeler havada kavis çizerek üzerine üzerine geldi. Yuuki soluğunu tuttu, mızrağı savunma pozisyonuna getirdi. Ejder, apansızca ön pençelerini yere sapladı; gövdesinin alt kısmını müthiş bir hızla hareket ettirdi. Koca kuyruğunı, tüm gücüyle Yuuki’ye doğru savurdu.

 

“…! ”

Yuuki, düşmanın da kendisi gibi düşündüğünü anladı –o da sahte bir hamle yapmış, asıl büyük saldırısı için fırsat kollamıştı. Ejder onu şaşırtmıştı, Yuuki tepki vermekte gecikmişti. Bu saldırıdan kurtulabilecek miydi ki?

 

Bir anda, Cisimsiz Ejderin kuyruğu görünmez bir duvara toslamış gibi başka yöne doğru sekti. Canavar, beklemediği bu çarpışmanın etkisiyle sendeledi. Yuuki, bu fırsattan istifade ayağıyla zemini var gücüyle ittirdi; sıçrayıp ejderhanın diğer tarafına geçti.

 

“İyi misin?” diye bağırdı Tina. Baygın yatan iki kardeşi bırakıp Yuuki’ye yaklaşmış, hal hatırını soruyordu. Düşünmeden: “Aptal! Gelme buraya!” diye azarladı Yuuki.

 

Kutsal Güce sahip Cisimsiz Ejder, diğer Cisimsiz Mahluklardan çok farklı çizgide bir varlıktı. Onun saldırıları bir tanrıçaya bile ulaşırdı. Kutsal Kalkanının etkisi olmadan, Tina’nın kırılgan bir kız çocuğundan hiç farkı yoktu.

 

“Aptal da ne demek oluyor! Biraz olsun minnet duyamaz misin? Salak Efendi!” diye, yanaklarını öfkeyle şişirerek bağırdı tanrıça.

“Minnettarım zaten! Hayatımı kurtardın. Şimdi defolup gider misin?”

Cisimsiz Ejder, koca çenesiyle ısırmaya çalışarak yaklaştı. Yuuki geriye sıçradı, dişlerden kıl payı kaçabildi.

“Lütfen gelme buraya! Bu sefer… sadece bu sefer, bırak da seni ben koruyayım!”

Farkına bile varmadan, sözcükler ağzından çıkıvermişti. Bunlar, Yuuki’nin bilinmesini istemediği düşünceleriydi.

“……….” Yuuki’nin sesindeki duyguları hisseden Tina ağzını kapattı… kısa bir süre için.

“Reddediyoruz. Bizi aptal yerine koyma. Buraya bak, Efendi! Tina senin onu korumanı istemiyor. Seninle beraber savaşmak istiyor!”

 

Kanca gibi pençeler tekrar üzerine geldi. Yuuki bunları mızrağın ucuyla, zorla kendinden uzağa ittirdi. Savaşa savaşa, Tina’nın yanına kadar geri çekildi.

“Savunma bariyerinin kalan enerjisi, bir… hayır, iki darbeye daha direnecek kadar. Eğer Efendi, onu uzaktan korumamızı isterse bunu yaparız; ama neden diye sorarsak ‘Çünkü tehlikeli’ diye bir cevap duymaya dayanamayız. Söyle bakalım Efendi: Bu kavgayı kazanmamız için Tina ne yapmalı?”

Tina böyle söyledi ve burnundan bir hıhlama çıkararak Yuuki’nin gözlerinin içine baktı. Kızın sevimli yüzündeki ifade Yuuki’nin gönlünü çeldi.

“…… hakikaten salaksın sen.”

Gerçek düşünceleri anlaşılmasın diye böyle söyledi ve: “Ne dedin!” diye kabarıveren kızı sakinleştirip durumu analiz etti. Çökmüş bir duvar… oradaki molozlara basıp tırmanırsa…

 

Pekala, bu işi bitirelim.

“Tina. Ben sana işaret verince savunma duvarı çekeceksin. İki defa. İlki beni korumak için. İkincisini ise, beni düşünmeden şu yaratığı burnunun bir metre önüne koyacaksın. Yapabilir misin bunu?”

“Yaparım.”

“Sana güveniyorum.” Geride bu cümleyi bırakan Yuuki koşmaya başladı. Önce uygun konuma ulaşmalıydı. Sonra saldırıyı güzelce ayarlaması, düşmanını bir çıkmaz sokağa doğru çekmesi gerekecekti. Yapacağı şey, az önce ejderhayı Franca’dan uzağa çekerken yaptıklarının aynısıydı. Yem niyetine kendisini kullanacaktı. Mahsustan duvar dibine sıkışmış gibi davranacak, düşmanı böylece istediği bölgeye doğru yönlendirecekti. Elbette, bunu yapmak için gerçekten de köşeye sıkışması, kaçamayacak hale düşmesi gerekliydi…

 

“Şimdi!”

Tina, ilk savunma bariyerini oluşturdu. Pençeler bu bariyere çarpıp geri sektiler. Canavar, avını yakaladığını sanırken durdurulmuştu; gırtlağından bir öfke çığlığı yükseldi. Yuuki derhal duvar boyunca koştu, ejderhadan uzaklaştı.

 

Cisimsiz Ejderin nasıl bir saldırıda bulunacağını az çok kestirebiliyordu. Yaratık, hedefi yakınsa pençe ve dişle, orta mesafeden kuyruğu ile, uzaktan da nefesini kullanarak öldürüyordu. Ne zaman nefes üfleyecek olsa, kafasını yere iyice yaklaştırıyordu. Çünkü aşağıdan, yere paralel gelen bir saldırının yolundan çekilmek; tepeden inme bir saldırıdan kaçmaktan daha zordu.

 

Canavar avını elden kaçırınca dellenmişti, şu an saldırmaktan başka düşüncesi yoktu. Hiç vakit kaybetmeden yeniden hücum etmeyi tasarlıyor olmalıydı.

Cisimsiz Ejder başını eğdi ve ağzını kocaman açtı. Tam planladığı gibi. Şimdi, Yuuki’nin çaprazında yıkık duvarın kalıntıları duruyordu. Oraya koşup molozlara basarak yerden iki üç adım yukarıya çıkabilir, zıplayıp yaratığın kafasının üstüne bile oturabilirdi.

“Tamamdır!”

 

Tina’ya, ikinci bariyeri açmasını işaret edecek oldu. Fakat plan bir anda bozuldu: Ejder, kafasını birden kaldırarak geriye döndü. Üfleyeceği nefes için yeni hedefler seçmişti: Koridorun ilerisinde baygın yatan iki insanı ve Tina’yı.

 

Yuuki’nin boğazından bir dehşet nidası çıktı. Yaratığın niyetini anlayarak tüm gücüyle koşmaya başladı. Fakat yetişemedi. Koridor bembeyaz bir ışığa boğuldu, bunu delice esen buz gibi bir rüzgar takip etti. Sis bulutları her yeri örttü, bu sislerin arasında bir girdaba kapılmış ağaç yaprakları gibi oradan oraya savrulan; kah duvarlara, kah zemine çarpan insan şeklinde üç gölge seçiliyordu.

 

Yuuki’nin dünyası başına yıkılacaktı neredeyse –fakat kendine hakim oldu. Arkadaşlarını görebilmişti: Demek ki Tina, bariyeri son anda açıp nefesin yönünü değiştirmiş olmalıydı. Saldırıya doğrudan hedef olsa bir insanın tek parça halinde kalması mümkün değildi, o soluk dilim dilim ederdi adamı.

 

Ama şimdi de Tina’nın Kutsal Gücü tükenmişti. Plan bozulmuştu. Ne yapacaktı?

Diğerlerini düşünürken, bir an kendi durumunu unutmuştu. Yuuki, Cisimsiz Ejder’e döndü –ve yaratığın suratıyla burun buruna geldi. Sırtında soğuk bir ürperti duydu.

“Eyvah…”

Canavarın asıl hedefi, başından beri Yuuki’ydi. Bu yaratık, hem Yuuki’nin savaşmak hem de onu yaralılardan uzağa çekmek zorunda olduğunu anlamıştı. Arkadaşlarını hedef alarak, Yuuki’nin dikkatini dağıtabileceğini de.

 

Yuuki üzerine gelen dişlerden kaçmayı başarabildi ama yaratık her iki pençesiyle üzerine geldi. Kendini geriye atarak, milim farklıyla, keskin tırnaklardan kaçabildi. Ama bu kez de kımıldayamaz hale düşmüştü. Sırtında, duvarın soğuk dokunuşunu hissediyordu.

 

Cisimsiz Ejder’in suratında, alaycı bir sırıtış varmış gibi geldi Yuuki’ye. Canavar, el uzatsan değecek mesafeden ağzını araladı. Boğazının içinde beyaz parıltılar vardı.

 

Yuuki’nin kaçması imkansızdı artık.

 

* * *

 

“Off…”

Franca, ejderhanın soluğunun etkisiyle yerde yuvarlanırken kendine gelmişti. Bir an için, Gökteki Tanrı’nın huzuruna çıkma vakti geldi diye düşünse de, gözünü açınca etrafında tanıdık Labirent koridorlarını bulmuştu. Ölmemişti, demek ki.

 

On metre kadar uzağında, tanınmayacak hale gelmiş bir ceset yatıyordu. Ağabeyi zannetti, yüreği bir an acıyla burkuldu. Sonra yanıldığını anladı: Cisimsiz Ejderin vurup havaya savurduğu zavallı Berthold’e aitti bu ceset.

 

Franca, gözünün ucuyla onu ve ağabeyini kurtaran kimliği belirsiz silüeti görüyordu. Adam olağanüstü bir çeviklikle mızrağını kullanıyordu. Olur şey değil, tek başına koskoca ejderle savaşıyordu; üstelik de canavarı pek çok yerinden yaralamıştı. Fakat şu an yenilmek üzere gibiydi. Köşeye sıkışmıştı, ejderha dişleri ve tırnaklarıyla peşpeşe saldırıyordu ona.

 

Bir keramet ile ona yardım etse… bunu düşünür düşünmez, Kutsal İncilerini kullanıp bitirdiğini hatırladı.

“Olamaz…” Yapacak hiçbir şey yok muydu? Bir yol… bir yol olsa…

 

“Şu adamın belinde var! Al ve kullan!”

Yakındaki bir moloz öbeğinin altından, küçük bir kızın kulağına tanıdık gelen sesini işitti. Şu adam, derken Berthold’u mu kastediyordu? Belinde… ne vardı?

Franca güçlükle yerden kalktı. Cesede bir defa bakması yetti. Berthold’un belindeki kese yırtılmıştı, içinden sihirli ışıktaşları ve alelade çakmaktaşları dökülmüştü. Bunların arasında, bir tane…

 

“Kutsal İnci…” Üstelik de çok kaliteliydi. Muhtemelen Birinci Sınıftı. Berthold bir kılıç ustasıydı, neden böyle bir eşya taşıyordu ki? Ama şimdi, bunu merak etmenin sırası değildi. Franca yırtık keseye doğru koşmayı denedi, yere yuvarlandı. Vücudunda hiç kuvvet kalmamıştı.

 

O sırada, gölgeler arasından ikinci bir silüet çıkıp Kutsal İnciyi aldı.

“Ağabey!”

Stephan, Kutsal İnciyi sessizce Franca’ya fırlattı. Franca, küçük küreyi kaptı ve ejderhaya doğru döndü. Onu –savaşmakta olan o adamı, kurtarmak zorundaydı.

 

Franca, incinin içindeki tüm Kutsal Gücü çıkartarak haykırdı.

“Savunma bariyeri! O insanı koru!”

 

* * *

 

Yuuki, iki bakımdan şanslıydı.

 

Berthold’a çaktırmadan yüklediği Kutsal İnci, olay yerindeydi. Ve bu inci, Tina’nın değil Franca’nın eline geçmişti. Bir medyum, Kutsal Gücü bir tanrıça kadar verimli kullanamazdı. Ama tanrıçalar, bir Kutsal Emaneti ancak parçalayıp, içindeki gücü vücutlarına çektikten sonra kullanabilirlerdi. Oysa Kutsal İnciler insanın isteklerine çabuk yanıt verirlerdi, bir medyum onların içindeki gücü derhal kullanabilirdi.

 

Yani, bu şartlar altında, Yuuki’ye zamanında yardım edebilecek tek kişi Franca’ydı. Ve yardım etti de.

 

Yuuki ile Cisimsiz Ejderin arasında, her ikisinden de tam bir metre uzakta… nefesin üflenmesinden bir an önce, sihirli bir savunma bariyeri oluştu.

Franca elindeki tüm enerjiyi kullansa da, bu kerametin gücü Cisimsiz Ejderin soluğunu tümüyle durdurmaya yetmezdi. Bariyer, ejderin saldırısını ancak bir, iki saniye önleyecek; sonra da parçalanacak ve kaybolacaktı.

 

Fakat bu bir iki saniye yeterliydi.

Kar beyazı nefes durdurulmuş, bir kasırga hortumu gibi döne döne geriye, ejderhanın suratına doğru esmişti. Elbette, bu soluğun ejderhaya öldürücü bir zarar vermesi imkansızdı.

Fakat nefesin soğukluğu, havadaki tüm nemi dondurup beyaz bir kar fırtınasına çevirmiş, ejderin görmesine engel olmuştu. Beyaz Karların Cisimsiz Ejderi bir an, sadece bir an, Yuuki’yi gözden kaybetti.

 

“Buradayım.”

Bu bir anlık zamanda Yuuki duvara ayak basmış, zıplayıp ejderhanın boynuna, oradan da başının üstüne çıkmıştı.

Ejder nefretle haykırdı. Boynunu kaldırıp sağa sola salladı.

Yuuki de bunu bekliyordu. Tekrar sıçradı.

Hedefini gözüne kestirmişti. Neredeyse beş metre uzunluğundaki boynun son kısmı, başın biraz ardındaki bir nokta.

 

“Bu savaş… BİTTİ !”

Ayaklarını yere bastı, düşmenin verdiği hızı kaslarında toplamak için bacaklarını büktü. Tüm gücüyle sıçradı… ve Amunis Mızrağını hedefinin tam ortasına soktu.

 

Mızrak ejderhanın pullu derisini, kalın mı kalın etini yırttı. Ejderdişi Taşı –Cisimsiz Ejderin tüm gücünün, kuvvetinin kaynağı– koca vücudun içinden fırladı, çınlayarak Labirent’in zeminine yuvarlandı.

 

“Sana boşuna Türkuaz Suyun Mızrağı dememişler, Amunis. Senin elementin su. Kar denilen maddeyi en iyi parçalayan şey, akan bir su değil midir?”

Böyle mırıldandı Yuuki, yere düşmüş Ejderdişi Taşını yerden alıp kaldırırken.

 

ROOOOOAAAAAHHHH !!!

 

Beyaz Karların Cisimsiz Ejderi boynunu vahşice sallayarak, korkunç bir gümbürtüyle bağırdı.

Fakat bu, can çekişen bir canlının son haykırışıydı. Ejderin canı tükendi, vücudu gevşedi, koskoca bedeni bir toz yığınına dönüşüp Labirent’in zeminine saçıldı.

 

* * *

 

Franca da Stephan da, afallamış vaziyette oturuyorlardı. Parçalanıp dağılmış Cisimsiz Ejderden arta kalanlara bakan gizemli kahraman, ağır ağır onlara doğru dönmüş, tek söz etmeden elindeki cismi onlara doğru fırlatmıştı.

 

Savaşçının tuhaf, eğri görünümlü mızrağı Stephan’ın hemen yanındaki taş duvara saplandı, biçim değiştirdi ve tekrar herkesin tanıdığı, bildiği Amunis mızrağı halini aldı.

 

“Kimsiniz siz?”

Gizemli gölge, Franca’nın bu sorusunu cevapsız bıraktı. Diğer gölgeyi, ufak tefek bir kız çocuğuna benzeyeni, yerden kaldırıp kucakladı. Ve uzaklaştı.

Uzaklardan, yardıma gelen kurtarma ekiplerinin sesleri yaklaşıyordu…