18.06.2020
BÖLÜM 4 - BEYAZ KARLARIN EJDERDİŞİ TAŞI
Çevirmen: Alper
Şafak
vaktinden önce, Labirent Yolu’nda tek başına yürüyen biri vardı.
Stephan
ve ekibi, sabah yola çıkacağız demişti. Bu saatte giderse, Labirent’e onlardan
önce girebilecekti. Franca, ağabeyiyle doğrudan pazarlık etmek, onun ekibine
katılmak niyetindeydi. Kendi kuvvetini kanıtlamak, kendini ona ispat etmek
istiyordu.
Stephan
olsun Berthold olsun, hepsi de kuvvete inanan cinsten araştırıcılardı. Herhalde
Franca’dan çekinmeleri için hiçbir neden yoktu.
“Senin
asla yüzleşmeyi başaramayacağın kadar derin bölgelerde, ben varım.” demişti
ağabeyi. Öyleyse, yüzleşme zamanıydı! Onunla aynı yerde duracak, ona eşit bir
insan olarak konuşacaktı.
Franca’nın
karşısına, birkaç gölge dikiliverdi. Franca, refleksle savunma duruşuna
geçtiğinde, gölgelerden biri tanıdık bir sesle konuştu:
“Bak,
geldi işte. Size demedim mi?”
Konuşan,
Alfredo’ydu. Onun yanındaki siluetler, Yuuki ile Tina’ya aitti.
“Hepiniz,
neden topluca…”
“Usta,
çırağını iyi tanıyormuş demek ki.” dedi Yuuki omuz silkerek.
“Ey,
Franca… sen akılsızca bir iş yapmayı mı düşünüyordun, yoksa?” Tina’nın yüzünden
hem hiddet, hem endişe okunuyordu.
“E…
şey…” Hiç beklemediği bu gelişme karşısında Franca ne diyeceğini bilememiş,
gözlerini kaçırıyordu. “Özür dilerim.”
“Ne
yapmayı planlıyordun ki? Stephan’lara: ‘Ben de sizinle geleceğim’ mi
diyecektin, yoksa peşlerinden sessizce takip etmeyi mi düşünmüştün? Alfredo
amca, bu ikisinden birini yapacağını tahmin ediyordu.”
“E…
her ikisi de doğru. Onlarla gitmeme izin vermeseler bile, peşlerinden gitmeyi
düşünmüştüm.”
Alfredo
iç çektikten sonra: “Senden sorumlu kişi olarak, gitmeni yasaklıyorum. Senin
henüz onlara eşlik edecek gücün yok.” dedi. “Babanın davasını çözmek
istiyorsun, değil mi? Zamanla, eline o olayı çözmek için pek çok fırsat
geçecek. Yok, illa da Stephan’la eşit koşullar altında konuşmak istiyorsan,
önce kendini kuvvetlendirmen yerinde olur. Sende o potansiyel var.”
“Teşekkür
ederim, usta. Fakat artık sabrım kalmadı.” Franca’nın yüzünde acı bir tebessüm
vardı. “Babam benim için çok önemliydi. Hem güçlüydü, hem iyi kalpliydi; bende
çok hatırası var. Labirent’te araştırma yapmaya gittiği için her gün
görüşemezdik onunla, ama eve dönüşünde kollarını kocaman açar beni kucaklardı.
O zamanlar çok mutluydum. O yüzden…” Yüzünün ifadesinin değişmesine engel
olamıyordu. “Bunu benden çalan insanları affedemem, hatıralarımı çiğneyip
geçmelerine dayanamam. Gerçekleri öğrendiğime göre, bir an önce…”
“Tam
tahmin ettiğim gibi, tanrıçalara başvurmuşsun.” diye söylendi Yuuki. Franca, tokat
yemiş gibi irkildi, başını kaldırıp oğlana baktı.
“Dün
öyle saldırganlaşman bana tuhaf gelmişti. Adamı çok kesin bir tavırla
suçluyordun. Aslında sen, nasıl bir sorun çıkarsa çıksın olay çıkarmayan ve
üzüntüsünü içine atan bir karaktere sahipsin.” Kızın yüz ifadesine bakılırsa,
Yuuki isabetli atışlar yapıyordu. “Stephan’a öyle diş göstermen, ancak sağlam
yerden bilgi almış olmanla açıklanabilir. Ve o bilgiyi, şu son birkaç gün
içinde edinmiş olmalısın.”
“………”
“Tanrıçalara
Kutsal Emanet adamak, temel olarak ‘Halif Birlikleri’nin işi; ama başka
insanları adak adamaktan alıkoyan bir kanun da yok. İsteyen, tapınağa bir
Kutsal Emanet koyup karşılığında bir ödül alabilir. Para isteyebilir mesela;
veya adadığı Kutsal Emanete uygun seviyede bir mucize isteyebilir. Eğer: ‘Bana
suçluyu söyleyin’ diye dileyecek olursa…”
“…onlara
söylediğim şey tam olarak şuydu: “Bana, babamın öldüğü anı gösterin.” Dünden
önceki gün, hani tiyatroya gidip de kuklaları seyredemediğimiz gün, Tina’dan
ayrıldıktan sonra…”
Franca’nın
babası, Stephan’ın mızrak eğitmeniydi. Aralarına mesafe girmiş olsa da Franca:
‘Ağabeyim, o ölüm hakkında kendi kendisiyle hesaplacak… ve bana olay hakkında
gerçekleri anlatacak…’ diye beklemişti. Sonra Stephan, Berthold’u ekibine
katmış, Franca’nın babasının vefatını ‘zayıflığından öldü’ diye geçiştirmiş ve
kızın duygularına ihanet etmişti.
Böylece
Franca, ‘Gökleri Tutan Tanrıça’nın mabedine gidip, babasından yadigar kalan
Kutsal Emanetlerden birini adamış; bir mucize dilemişti.
Doğru,
son zamanlarda sağduyulu davranmıyordu. Fakat insan, gerçekleri bir defa
gördükten sonra, görmemiş gibi yapabilir miydi? Aradığı bilgiyi bir kez
edindikten sonra, intikam almaya çalışmayacaktı da ne yapacaktı?
“Ne
gördün?”
“Görmeyi
hiç istemediğim bir sahneye şahit oldum: Önceden, ne göreceğimi düşündüysem onu
gördüm.”
“Ne
yaparsan yap, o gördüğün olayı değiştiremeyeceksin. Aldığın riske karşılık
eline hiçbir şey geçmeyecek.”
“En
azından içim rahat edecektir. Siz, insanın babasının öldürülmüş olması nasıl
bir duygudur bilir misiniz, Bay Yuuki?”
“………”
“Özür
dilerim. Lütfen geçmeme izin verin.”
Yuuki,
pes etmiş bir tavırla iç çekip yolu açtı. Burada ayrılırlarsa, herhalde
aralarındaki bağ sonsuza dek kopacaktı… Franca’nın içine öyle doğuyordu. Yuuki,
artık kızın işine daha fazla burun sokmayacaktı. Bunu düşününce Franca hem
rahatladı, hem de dayanılması çok güç bir yalnızlık hissetti. Kendini adım
atmaya zorladı ve yürümeye devam etti.
*
“Böylece
yükümlülüğümüzü yerine getirmiş olduk. Tabii ki hiç bir işe yaramadı…” diye
fısıldadı Yuuki. Delice bir işe kalkıştığını ve bu işe sırf duygularını tatmin
etmek için kalkıştığını bilen; gene de kararından geri dönmeyen bir insanı
durdurmanın yolu yoktur.
Alfredo,
ortaya: “Zamanınızı boşa harcadığım için kusura bakmayın.” diye bir laf atıp,
Franca’nın ardından gitti. Kızı ikna etmeyi bir defa daha denemek için, onun
ardından gitmeyi deneyecekti.
“Haydi
bakalım Tina, biz de geri…”
“Seni
aptaaaaaaaaal!” diye bağırdı Tina, onun baldırını tekmeleyerek.
“Ah!”
“Bir
bildiğin vardır zannettik de sessizce bekledik. Sonra da neymiş, ‘tabii ki bir
işe yaramadı’ymış! Sende insan yüreği yok, Efendi! Sürüngen gibi soğuk kanlı
biri olmuş çıkmışsın!”
“Elimden
ne gelir ki? İkna etmeyi denedim. Ama Franca durmadı. Bundan başka ne
yapabilirdim ki ben?”
“Yeter,
konuşma. Seni yanlış tanımışım!” Tina, acımasız gözlerle Yuuki’yi süzdü, pat
diye sırtını dönüp yürümeye başladı…
…Labirent’e
doğru gidiyordu.
“Nereye
gittiğini sanıyorsun?”
“Franca’ya
yetişip onu durduracağız. Durduramazsak da derin katmanlara inebilsin diye ona
yardım edeceğiz.”
“Bir
tanrıça olduğunu açık mı edeceksin?”
“Gerekirse.
Ondan bir Kutsal İnci alır bir mucize gösterir, onu tanrıça olduğumuza
inandırırız. En kötü ihtimalle Kutsal Gücümüz bitse bile onu bir kalkan gibi
koruyabiliriz. Cisimsiz Mahlukların gücü Tina’ya zarar vermeye yetmez nasılsa.”
“Bu
yaptığımız anlaşmaya aykırı. Tanrıça olduğunu kimseye söylemeyeceğine söz
vermiştin.”
“Anlaşma
mı?” Tina durdu ve Yuuki’ye döndü. “Bize ne bundan be! Kulağını aç da dinle,
Efendi! Tina bir tanrıça; ve bir tanrıça olarak kalabilmek için bu yere geldi.
Varoluş sebebimiz insanları korumaktır! Gözümüzün önündeki bir insanı bile
kurtarmayacaksak, kendimize ne yüzle tanrıça diyeceğiz? Bedeli kendimizi
yadsımaksa, varsın önümüzde bir kap yemek ve başımızın üstünde bir çatı
olmayıversin!”
Bunları
bir çırpıda söylediği için nefes nefese kalmıştı. “Bu hiç işime gelmez.” dedi
Yuuki.
“Başına
dert sarmayacağız.” Tina, kısmen sakinleşmişti. Söze devam etti: “Şimdiye kadar
yaptıkların için sağ ol. Bundan böyle seninle…”
“Mesele
o değil. Ticarette yatırım diye bir kavram vardır. Kullandığın parayı
fazlasıyla geri alman gerekir. Benim senden hiç kazancım olmadı. Borçlarını
ödememek tanrıçalara yaraşır mı?”
“Ne
istiyorsun bizden? Tina’da para filan yok ki.”
“Ben
de onu diyorum ya! Senin anlaşmayı çiğnemen benim işime gelmiyor. O yüzden,
seninle uzlaşmak mecburiyetindeyim. Anlıyorsun ya? Başka çarem yok.”
“Ha?
Ha?” Tina, birkaç kez göz kırpıştırıp başını yana eğdi. “Yani… yardım mı
edeceğini mi söylüyorsun?”
“Kazancımı
çoğaltmak için bir orta yol bulmaya çalışacağım, diyorum. Şey, Franca’yı
kurtarmak için de aklıma bir fikir geldi birden…”
“Sahiden
de bir planın vardı demek ki!” Tanrıça’nın çehresi birden aydınlanıvermişti.
“Aferin Efendi’mize! Soğukkanlı filan dediğimiz için kusura bakma.”
Aynen
öyle… diye düşündü Yuuki. Soğukkanlı filan değilim. Ben
sadece korkağım. Bir bahane bulmadan başkalarının hayatına müdahale
edemeyecek kadar korkak.
“Eee?
Eee? Plan nedir? Çabuk söyle!”
Yuuki,
heyecandan yerinde duramayan Tina’ya acı bir gülüşle baktı; ve şöyle dedi:
“Franca,
gücünü Stephan’a ispat etmeyi istiyor. Ama Stephan birinci sınıf bir savaşçı,
Franca ise sadece dördüncü seviyeden. Kıza yardıma giden Alfredo amca üçüncü
seviyeden, bense alt tarafı dokuzuncu seviyeyim. Böyle bir ekiple, o adamların
ineceği derin katmanlara gitmek zor olur… o yüzden, zayıfların hakkı olan şeyi
yapacak ve kurnazlığa başvuracağız.”
“Kurnazlık,
derken… nasıl bir kurnazlık?”
“Senin
gücünü kullanarak Franca’ya büyük bir başarı kazandıracağız, Tanrıça
hazretleri.”
Franca,
şaşkın gözlerle Yuuki’ye baktı.
*
Stephan,
adamlarının her birinin silahlarını ve ekipmanını kontrol ettikten sonra başını
öne doğru salladı: “Pekala, yola çıkıyoruz.”
Ekip,
Labirent’in içlerine doğru indi. Ön kanatta Stephan, Berthold ve Jahar; arka
kanatta iki medyum. Toplam beş kişiydiler.
Bu
araştırma seferinde birkaç farklı hedefleri vardı: Bugüne dek ulaşılmış en
derin yer olan altmış ikinci katmandan daha da aşağıdaki bölgelere inmek.
Berthold’un rastladığı insan biçimli Cisimsiz Mahluk’u kendi gözleriyle görmek,
mümkün olursa onu yenmek. Ve – en büyük hedefleri – ‘Beyaz Karların Ejderdişi
Taşı’nı bulmak, taşı alıp şehre getirmek.
Bu
hedeflere, seferden kısa süre önce bir amaç daha eklenmişti. Dün keşfedilen taş
anıtın eşi olan taş anıtı aramak.
‘Göklerin
Halifleri’nin yaptığı araştırma, Stephan’ın tahminini doğrulamıştı: Taş abide,
yüksek ihtimalle bir tür ışınlama cihazıydı. Işınlama cihazları, genellikle
birbirine bağlı çalışan birkaç istasyondan oluşur; insanlar bu istasyonların
birinden diğerine çabucak giderdi.
Bugüne
kadar keşfedilmiş tüm ışınlama cihazları, kullananları aynı katmandaki gizli
odalara, gizli koridorlara yollamıştı. Yani kısa menzilli cihazlardı bunlar.
Fakat bu yeni buldukları taşın üçüncü katmanda, ne de Labirent’in diğer sığ
katmanlarında bir eşi benzeri daha yoktu. Eğer o taş anıt sahiden katmanlar
arasında ışınlama yapmaya yarayan bir cihazsa, bu çığır açacak bir keşif olurdu
doğrusu. Araştırıcıların sığ katmanlardan alt katmanlara; veya alt katmanlardan
yukarıya, bir anda gitmesi mümkün olursa araştırıcılık çok daha verimli bir
şekilde yapılabilirdi. Bu konuyu araştırmaya öncelik vermeleri gerekecekti.
Stephan,
bir işaretiyle ekibin yürüyüşünü durdurdu. Birinci katmandan ikinci katmana
inen basamakların önünde, tanıdık bir gölge durmuş yolu kapatıyordu.
“Günaydın,
Stephan.”
“Bu
ne demek oluyor, Alfredo? Bize engel olmak mı istiyorsun?”
Adam,
belli ki onları bekliyordu. Labirent’in birkaç ayrı girişi olsa da, birinci
katmandan ikinciye giden yalnızca bir tek merdiven vardı.
“Yok
yahu. Bir ‘Halif Birliği’nin araştırıcılarına güçlük çıkaracak kadar akılsız
değilim. Bu kız seninle bir şey konuşacakmış, bir dakika onu dinlesen olmaz
mı?”
“Kes
sesini de yoldan çekil!”
Stephan,
sağ elini kaldırarak Berthold’u susturdu. Bir kız öne çıktı –Franca’ydı.
“Benim
de sizinle beraber gelmeme izin ver, lütfen.”
“Sebep?”
“Beni
ciddiye almanı sağlamak için, sana gücümü ispat etmek istiyorum.”
“Katiyen
olmaz.” Stephan, o kadar soğuk bir sesle kestirip atmıştı ki Franca’nın soluğu
kesildi.
“Halif
Birlikleri’nin görevi, tanrıçalara hizmet etmek; ve Labirent’i aşarak bu kapalı
dünyadan bir diğer dünyaya açılan yolu bulmaktır. Biz, gücümüzü bu iş için
kullanırız. Alt tarafı bağımsız bir araştırıcı olan sen, bize gelip de şahsi
amaçların için gövde gösterisi yapabileceğini mi sanıyorsun?”
“Ö…
öyleyse, ben de senin iznini filan almadan en derin katmanlara kadar…”
Birden,
sakin bir ses işitildi: “Evet, evet, kusura bakmayın… ah, tam da tartışma
üzerine gelmişiz galiba. Stephan’ın yanında duran Berthold’u yana ittirerek,
iki yeni gölge öne çıktı. Bunlar, Labirent Yolu’ndaki hurda dükkanının
sahibiyle ona çıraklık eden kızdı.
“Bay
Yuuki? Tina da gelmiş!”
“Ne
işin var burada?”
Stephan’ın
sorusuna, Yuuki alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Ah, geçen gün
incelemem istenen cisim elimizden alınıvermişti ya, hani? O olay biraz canımı
sıktı da, ben de kendi kendime; ‘bu işin peşini bırakmayalım’ dedim. Dosdoğru
söylemek gerekirse, o ışınlanma aygıtının diğer ucunu sizden önce bulacağız.”
Stephan
kaşlarını çattı. Ne diyordu şimdi bu herif?
“‘Halif
Birlikleri’ de biliyordur herhalde. O taş anıt, muhtemelen derin katmanları
üçüncü kata bağlayan bir ışınlanma cihazı. Eğer biri onu çalıştırabilirse, bu
devrim niteliğinde bir başarı olur. Tabii, o kişi büyük bir ödül de kazanır.”
“………”
“Eee,
zengin çocuğu Stephan bey? Sen demin ne demiştin? ‘Halif Birlikleri’, güçlerini
tanrıçalara hizmet etmek ve Labirent’i aşmak için kullanır mı demiştin? Eğer
böyle önemli bir görevi siz, Franca’dan önce tamamlayamazsanız bu Franca’nın
sizden daha kuvvetli olduğunu göstermez mi?”
“Öyle
bir ihtimal yok. Franca’nın aşağı katmanlara inecek kadar bile gücü yok,
seviyesi dokuzunculuktan ibaret senin gibi birinin ona yardımı da dokunmaz.”
“Ah,
demek benim seviyemi biliyormuşsunuz beyefendi.”
“Yüksek
kademe eğitim programının en kötü öğrencisi olarak ün saldığın için,
biliyorum.”
“Öyleyse
bizimle rekabet etmekten kaçmana da gerek yok demektir. Bizimle yarışmaya var
mısın?”
“Ortada
yarış filan yok. Ben araştırıcıların araştırma yapmasını kısıtlama yetkisine
sahip değilim, araştırmalarının meyvesini onlardan esirgemek gibi bir hakkım da
yok. Olur da hedefe bizden önce varırsanız, bu başarınızı kabul ederim. Hepsi
bu.”
“Bu
kadarı yeterli. Yolunuzdan alıkoyduk, kusura bakmayın.”
Yuuki
böyle söyledi ve kenara çekildi. Berthold, öfkeli bir tavırla ileri atılıp onu
omuzundan yakaladı: “Kusura bakmayın, deyip kurtulacağını mı sandın hurdacı?
Haddini bilmezlik edip istenmediğin yere geliyor, ayağımıza dolaşıyorsun. Son
zamanlarda sana iyice gıcık kapmaya başladım, artık sinirlerimi iyice yerinden
oynattın!”
“Berthold,
onu kaale alma.” Stephan, Berthold’u bu sözle durdurup yürümeye devam etti.
“Ama
patron…”
“Bu
bir emirdi.”
“………”
Berthold
damağını şaklatıp Yuuki’yi bıraktı. Ekip, aşağı kata inen basamaklara doğru
ilerledi. Stephan, gözünün ucuyla Franca’yı görüyordu, kızın ona bir şeyler
söylemek istediği belliydi. Stephan, kendini kızı düşünmemeye zorladı. Stephan
için her şey, bu araştırma seferine bağlıydı: Gereksiz şeyleri kafa yoracak
zamanı yoktu.
Basamaklardan
inerken, yanı başında yürüyen Berthold alçak sesle konuştu: “Hey, Stephan… ben
sana şükran duyuyorum. Beni ekibine ilave ettin, sayende hem kolum iyileşti hem
de alnımdaki kara lekeyi temizlemek için elime bir fırsat geçti. Doğrusu,
önceki ekibimdeki işe yaramaz heriflere kıyasla senin adamların çok iyi birer
savaşçı. Fakat…” Sesini iyice alçalttı. “Sen kim oluyorsun da bana emir
veriyorsun? Beni fazla gücendirmesen iyi edersin, çocuk. Benle güzel güzel
geçinmek zorundasın, herhalde sen de farkındasındır bunun? Ha?”
“Bu
sözlerini unutmayacağım.” diye cevap verdi Stephan.
*
Stephan
ve ekibi gözden kaybolduğunda Yuuki derin bir oh çekti. “Lafımızı söyledik.
Artık biz de yola koyulalım.”
“Yola
koyulalım, derken? Bay Yuuki, acaba neden…”
“Hangi
dağda kurt öldü de böyle bir şey yaptın yahu?”
“Bir
takım durumlar çıktı da…” Yuuki, bu fazlaca kısa cevabı verip yürümeye başladı.
“Başarı şansınızı yüksek buldum. O yüzden, ben de size takılmaya karar verdim.
Yolda anlatırım.”
“Ama…
şey, tehlikeli bir iş bu. Bay Yuuki için de, Tina için de.”
“Tek
başına şu heriflerin peşinden gitmeye kalkışan birisi bize akıl öğretmeye
kalkmasa keşke…” dedi Tina.
“Vallahi
güzel söyledin.”
“A…”
Franca cevap vermek için ağzını açsa da diyecek bir şey bulamadı. Sonra:
“Başarı şansınız yüksek derken neyi kastettin?” diye sordu.
“Ben,
o ışınlanma aygıtının öbür eşini nerede bulacağımızı biliyorum.”
Franca
da, Alfredo da gözlerini iri iri açtılar.
“Şey,
gerçekten mi? Yanlış anlama, şüphe ediyor değilim ama…”
“Boris
amcanın bıraktığı defterlerde, o aygıt hakkında bilgiler vardı. O ihtiyar
koftiden söylentilere, kulaktan dolma bilgiye değer vermezdi; yani yazdığı
şeylere güvenebiliriz. Yalnız, aygıtın yerini bulana kadar bazı karışık
işlemler yapmamız gerekecek. O işi biz hallederiz, siz de bizi koruyacaksınız.”
“A,
ama…” Franca, yardım ister gibi Alfredo’ya baktı.
“Ne
dersin, amca? Sence de, denemeye değer bir plan değil mi?”
“Hımmm…
olur, neden olmasın?”
“Usta!”
Franca, şaşkınlıkla bağırdı.
Franca,
duygularını bir yatıştırabilecek miydi, yatıştıramayacak mıydı; bütün mesele
buydu. Ellerindeki avantaj Stephan’ı alt etmeye yetsin yetmesin, kızın elinden
gelen tüm çabayı göstermesi gerekliydi.
Yuuki’nin
ve Tina’nın ‘korunacak kişiler’ olarak eşlik etmesinin, kızı serinkanlılığa
teşvik etmek gibi bir etkisi olacaktı. Böylece, fevri ve başına buyruk
hareketler yapması da önlenecekti. Herhalde, Alfredo da böyle düşünüyordu.
Yuuki, adamın isabetli karar verme yeteneğini takdir etti.
“Öyleyse
anlaştık. Yanımızda Tina olduğuna göre acele etmemize gerek yok. Anıtı bulmak
için önce bazı ipuçlarını bulmamız gerekiyor. Bunlardan birine yaklaştığımızda
haber veririm. Acele etmemize gerek yok.”
*
Bir
– iki saat öncesi…
Yuuki
ve Tina, seher vaktinde Labirent Yolu’ndaki dükkanlarına dönmüşlerdi. Tina,
gözleri ışıl ışıl parıldayarak Yuuki’yi sorguya çekiyordu:
“Eh,
Franca’ya büyük bir başarı kazandıracağız dedin ama, ne yapacağını anlatmadın,
Efendi!”
“Sence
ne yapmalıyım?”
“Ha?
Hımm… ‘Halif Birlikleri’ bizi Cisimsiz Mahluklar ile karıştırdıkları için
Tina’yı arıyorlar değil mi? Öyle ise, karşılarına cüppe giyip yüzümüzü
gizleyerek çıksak da, Franca’nın bizi yere sermesine izin versek…”
“Bu
hiç de doğal olmaz. Gövdesi hiç yara almadığı halde, neden yere yığılıverdi
demezler mi?”
“Öyleyse…
ölü taklidi yapsak?”
“Vücudunu
incelemeye kalkışırlarsa ne yapacaksın? Ayrıca, savaş becerileri olan birini
kandırmak zordur. İster keramet kullansın ister kılıç; savaşçı bir bakışta
rakibinin gücünü ölçebilir. Çok güçlü olduğunu sandıkları bir Cisimsiz Mahluk,
fazla sert olmayan bir saldırıyla devrilecek olurlarsa şüphelenirler.”
“Öyleyse…
onu Labirent’in derinliklerine indirsek? Stephan’ın ekibinden daha derinlere.
Elbette, Tina’nın yardımıyla.”
“O
dediğini yapabilsek bile, yaptığımızı nasıl ispat edeceğiz? Birinci sınıf
araştırıcılar olsak neyse, üçüncü ve dördüncü seviyeden ve dokuzuncu seviyeden
üç kişinin, ufacık bir de çocuğun Labirent’te rekor kırdığına kim inanır?”
“Ummmm…”
Tina sessizliğe gömüldü.
Dükkana
geldiklerinde, Yuuki depoya yöneldi. Bir sürü Kutsal Emanet çıkarıp,
aralarından birkaç tanesini seçti.
“Çözemedim.
Ne yapacağız?” Yanıbaşında duran tanrıça, pes etmiş bir tavırla sordu.
Yuuki,
Kutsal Emanetlerle uğraşmaya ara vermeksizin yanıtladı: “Önce, Franca’ya yardım
etmeyi neden bu kadar çok istediğini duyalım.”
“Dedik
ya. Tina bir tanrıça olduğu için. Şehirlileri, özellikle araştırıcıları korumak
istememiz doğal... yok, bir dakika…” Bir an duraksadıktan sonra söze devam
etti: “Bu sefer neden biraz farklı olabilir. Tanıdığımız bir insanın yüzünün
kararması, omuzlarının düşmesi bizi üzüyor. Onun acı çektiğini görmek
istemiyoruz. Franca… Tina’nın arkadaşı.”
“Yani
ona yardım etmek için elinden geleni yapacaksın.”
Tina
başını evet anlamında salladı.
“Öyleyse
sana planı öğreteyim. Işınlanma cihazını bulacağız.”
“Şu
üçüncü kattaki taş anıtı mı söylüyorsun? Ama o zaten…”
“Zaten
bulundu ve birileri tarafından gasp edildi. Ancak ışınlanma anıtının bir eşinin
olduğunu biliyoruz. İkincisi de bulunduğu zaman aygıtı çalıştırmak ve kullanmak
mümkün hale gelecek, yani diğer anıtı keşfetmek çok büyük bir başarı olacak.
Muhtemelen, ‘Halif Birliği’ de o anıtı arayacaktır. Halbuki sen, henüz
keşfedilmemiş olan anıtın yerini aramadan da bilebilirsin.”
“A!”
“İşte
o anıtı, Franca’ya bulduracağız. Bir de masal uyduracağız: Güya Boris amca bazı
ipuçları bırakmış da, biz de o ipuçlarını takip ediyormuşuz. Böyle bir
başarıyı, Stephan görmezden gelemez herhalde.”
“Haklısın!
Harika! Harikasın, Efendi! Ah, ama…” Kızın güzel yüzü bulutlanıverdi. Evet,
planın önünde aşılması gereken sorunlar vardı. “Tina, dünyaya geldiği odanın
hangi katmanda olduğunu bilmiyor ki…”
“Eh,
normalde araştırıcılar katları saya saya inerler; başka türlü Labirent’te arama
yapılmaz. Neyse, senin hangi katta doğduğunu öğrenmenin bir yolu var. Gözlerini
açtıktan sonra, bir araştırıcının yardım çığlığını duymuştun. O telaşlı duaya
doğru, tanrıçalara has mucizevi gücünü kullanarak, göz açıp kapayana dek
gitmiştin. Değil mi?”
“Hı–hı.”
“Daha
önce de demiştin ya: Işınlanmak için önce hangi yöne doğru gideceğini ve
mesafeyi öğrenmen gerek. Sen, dua eden o ses sayesinde hem ışınlanacağın
doğrultuyu hem de aşacağın mesafeyi ölçebilmişsin.”
“Öyle.”
“Şimdi
sorsam, o mesafe ne kadardı desem mesela, söyleyebilir misin?”
“Eeee…”
Tina parmağıyla tavana, tam yukarıya işaret etti. “Yukarıya doğru, altmış ila
yetmiş metre kadardı, diyebiliriz.”
“Labirent’te,
her bir katmanın bir alttakinden kaç metre yukarıda durduğu ölçülmüştür.
Labirent’in zemininden bir alttaki katmanın zeminine kadar, yaklaşık on beş
metrelik mesafe vardır. Buradan yola çıkarak, senin doğduğun yerin Berthold’un
ve ekibinin pusuya kurban gittiği yerden dört veya beş kat aşağıda olduğunu
çıkarabiliriz.”
“Vaay!”
dedi Tina yüksek sesle, gözlerini kocaman açarak.
“Alfredo
amcanın dediği gibi, o ekibin ‘insan biçimli, yeni cins bir Cisimsiz Mahluk’
ile yani seninle karşılaştıkları yer, altmışıncı katmanda bir yerdi. Yani senin
doğduğun oda muhtemelen altmış dördüncü veya altmış beşinci katmanda. Kesin
bilemem tabii, her katman arasındaki mesafe farklıdır; bazen az, bazen çok.”
“Harikasın,
Efendi!”
“Basit
bir hesap yaptım sadece. Ayrıca, kutlamak için fazla aceleci ediyorsun. Bir
sorunumuz daha var.”
“Öyle
ya! Gideceğimiz yeri bilsek bile…”
“Evet,
bilsek bile oraya gidemeyiz. Bir yöntem düşünmemiz gerekecek.”
Tina’nın
doğum yeri, elit araştırıcılardan oluşan ekiplerin bile yok olduğu bir
katmanda; hayır, daha da aşağılardaydı. Normal yollardan oraya erişemezlerdi.
“Baksana,
ne soracağım. Yeteri kadar Kutsal Güç toplayabilirsen, oraya ışınlanmayı
başarabilir misin?”
“Hayır.
Gidilecek yeri gösteren bir işaret yoksa, imkansız.”
Işınlanmak
için, önce gidilecek yönü ve mesafeyi bilmek gerekliydi. Daha önce Berthold’u
kurtardığı zaman adamın duası; ve dükkanda, mucize gösterebildiğini göstermek
için ışınlandığında ağaç dalına asılı bir Kutsal İnci’nin yaydığı Kutsal Güç,
Tina’ya yol işareti olmuştu.
“Dualar,
açıkça tanrıçalara yöneltilmiş sözlerdir; o yüzden o dua Tina’ya hemen
ulaşmıştı. Kutsal İnciyi, önceden görmüş ve yaydığı Kutsal Gücün tadını
hafızamıza kazımıştık. O yüzden, sen onu alıp götürdükten sonra bile Kutsal
İncinin yerini sezebildik.”
Yani,
birisi o derin katmandaki ‘Doğum Yeri’ne gidip oradan Tina’yı çağırmadıkça;
veya ‘Doğum Yeri’ne Tina’nın aşinası olduğu bir Kutsal Emanet konulmadıkça,
oraya ışınlanmak imkansızdı.
“Odadaki
ışınlanma aygıtı çalıştırılmış olsaydı, Kutsal Gücünü hissetmek mümkün olurdu.
Tina, aygıtı çalıştırmadan şehre gelmiş bulundu. O yüzden, odadaki anıtı bir
yol işareti olarak kullanamayız.”
“Ben
de öyle düşünmüştüm. Ne yapalım, başa gelen çekilir.”
“Pe,
pes mi ediyorsun, Efendi?”
“Pes
etmiyorum. Fakat, kullanmayı pek de istemediğim bir numarayı kullanmam
gerekecek. Şuna bir bak, bakalım.”
Yuuki,
depodaki eşyalar arasından ufak bir kutu çıkardı, kutuyu tutup Tina’ya
gösterdi.
“Bu,
geçen günkü Kutsal İnci deği mi? Tina’nın gücünü denemek için kullandığın?”
“Evet,
gösterdiğim iki inci arasından daha kıymetli olanı. Bu dükkandaki yegane
birinci sınıf Kutsal Emanet. Aslında bu, Franca’ya babasından miras kalan
mallardan biri.”
Babasının
borçlarını ödediği zaman rehin bıraktığı eşyalardan biriydi bu, bugüne dek
vitrine çıkmadan depoda beklemişti. Değeri çok fazla olduğu için, Franca onu
geri satın alamamıştı daha.
Yuuki,
inciyi kutudan çıkardı. Şekli tam küresel değildi, ortası biraz daha
şişkinceydi. Büyüklüğü, bir insanın baş parmağının yarısı kadardı.
“Bu,
yol işareti olarak iş görür mü?”
“Bunun
içindeki Kutsal Güç yeteri kadar fazla. Çok uzaktan bile hissedebiliriz bunu.”
“Öyleyse,
birisinin bu inciyi Doğum Odası’na götürmesini sağlayacağız. Böylece, oraya
ışınlanman mümkün olacak.”
“Olur.
Olur da… kim taşıyacak ki bunu oraya?”
Yuuki,
sırıtarak cevap verdi:
“Stephan’ın
ekibi, tabii ki.”
Stephan ve Franca, birinci katmandan aşağı
inen merdivenlerin önünde konuştukları sırada Yuuki, Berthold’un beline asılı
keseye Kutsal İnciyi bırakıvermişti. Onu tesadüfen seçmişti, en yakındaki adam
oydu; aslında inciyi kimin taşıyacağı önemli değildi.
Artık
Tina, adamların hareketlerini takip edebilecekti.
Belki
de yarı yolda, kesedeki inciyi fark edeceklerdi. Varsın fark etsinler, hiç
sorun değildi. Labirent’te yolculuk ederken hiç kullanılmamış bir Kutsal İnci
bulan kişi, nereden geldiğini anlamasa bile o Kutsal İnciyi kaldırıp atacak
kadar aptal olamazdı. Hele de böyle kaliteli bir inciyi. Ya başları sıkışınca
oynanacak bir koz olarak saklar, ya da satılmak üzere kesede tutarlardı… öyle
ya da böyle, inci onlarla beraber dolaşacaktı.
Sonrası,
heriflerin yerden bin metre aşağıya… altmış dördüncü, altmış beşinci kat
civarına dek inmelerini beklemekti. Tam ortasında koskoca bir ağacın bittiği
acayip bir oda bulurlarsa, orada durup bu ağaç neye yarıyor diye
araştıracakları kesindi. Ekibin hareket ediş tarzını Kutsal İnci sayesinde
takip ederek, yürüdükleri yerin dar bir koridor mu yoksa geniş bir oda mı
olduğunu anlamak mümkündü.
Zamanı
gelince… Tina, güçlerini kullanıp oraya zıplayıverecekti.
Üçüncü
katmandaki ışınlanma cihazı, Tina ona dokunana dek bir kaya parçasından
ibaretti; yaratıldığı andan beri hiç çalışmamıştı. Herhalde aşağıdaki cihaz da
aynıydı. Stephan’ın ekibi cihazı bulsa bile, buldukları şey alelade bir taş
anıt mı yoksa sahiden ışınlanma cihazı mı, emin olamayacaklardı.
Tina
o odada beliriverip cihazı çalıştırdığında ve üçüncü katmana ışınlandığında,
Yuuki’nin planı başarıya ulaşacaktı. Tina’nın taş anıta dokunduğu an okuduğu
bilgiye göre, ışınlanma cihazının etkili olacağı yarıçap ve taşıyacağı insan
sayısı ayarlanabiliyordu. Yani Yuuki ve tayfası, Stephan’ları aşağıda bırakıp
geri dönebilecekti.
Şu
sıralar, üçüncü katmandaki taş anıtın başında, ‘Göklerin Halifleri’ üyesi
araştırıcılar nöbet tutuyor olmalıydı. Onlar da, alt katmanda bırakacakları
Stephan ve ekibi de, ışınlanmaya şahitlik edecekti.
Gene
de… planın Yuuki’yi tedirgin eden kısımları da vardı.
Stephan
ve ekibi, Tina’nın doğduğu odayı bulmaya çalışıyorlardı; ama ya bulamazlarsa? O
vakit tüm tasarı iflas ediyordu. Adamlar, sefer için iyi hazırlanmış
gibiydiler. Ama planın bu noktası gene de sıkıntılıydı, bir terslik çıkmaması
için dua etmekten başka çare yoktu.
Tina’nın
gücü sınırlıydı. Dükkandaki malların önemli bir kısmını ‘yemişti’, gene de
fazla Kutsal Güç toplayamamıştı. Kendini uzak bir mesafeye ışınlamak için çok
Kutsal Güç kullanması gerekecekti. Üstelik, ne olur ne olmaz diye, aynı
yolculuğu iki kez yapacak kadar, yani indikten sonra tekrar yukarıya
ışınlanabilecek kadar Kutsal Güç toplamalıydı. Yanında dört kişi taşıyarak
kendi kendini ışınlamak… bu, Tina’nın gücünü aşıyordu.
Yuuki,
en iyi çözümün iki kişinin, yani Tina ile beraber kendisinin ışınlanması
olduğuna karar vermişti. Mümkün olsa, Franca’yı da götürüp onun cihazı bizzat
keşfetmesini sağlamak isterdi. Ama şart değildi bu: Nasıl olsa bir araştırma seferinden
alınan netice, bireyler adına değil tüm ekip adına kayıtlara geçiyordu.
Eğer
Yuuki ve Tina ortadan kaybolacak olursa, Alfredo ne yapardı? Mutlaka, derhal
yeryüzüne çıkıp acil yardım çağrısında bulunurdu. Onu ve çağıracağı kurtarma
ekibini üçüncü katmanda karşılayıp: “Labirent’te bulduğumuz bir aygıt bizi
altmış küsürüncü katmana yolladı, biz de oradaki ışınlanma cihazını bulup
onunla geri döndük.” diye açıklama yapabilirlerdi.
Planı,
Franca ve Alfredo’dan gizlice yürütecekti. Eğer planı onlara anlatırsa,
Tina’nın sahip olduğu güçlere ve onun gerçek kimliğine de değinmek zorunda
kalacaktı. Yuuki, kızın sırları meydana çıksın istemiyordu.
*
“Geri
çekilin lütfen!” dedi Franca keskin bir sesle. Bir an sonra, Cisimsiz Mahluk
–tavşanı andıran ancak kılıç gibi dişleri olan bir yaratık– alevler içinde
yanıp gözden kayboluverdi.
Alfredo’nun
ileri kanatta kılıç savurarak gelen düşmanları oyaladığı, Franca’nın da bu
sayede sihirli son darbeyi indirdiği basit bir savaş stratejisini
kullanıyorlardı. İkisinin saldırıları birbirini hiçbir duraklama olmadan takip
ediyordu. Tüm hareketleri uyumluydu.
Birisiyle
güç birliği edip savaşma deneyimi olmayan Yuuki, doğrusu çok etkilenmişti. O ve
Tina, kavgaya hiç katılmadan, koruma altında yürüyorlardı. Peşlerinden gelen
var mı diye gözcülük etmekten başka faydaları yoktu.
Şu
an, Labirent’in on beşinci katmanındaydılar.
Onuncu
katmanı geçtikten sonra, rastgeldikleri araştırıcıların sayısı çok azalmıştı.
Önlerine çıkan Cisimsiz Mahluklar ise, aksine, gitgide daha tehlikeli
oluyorlardı… ama, bu yerler boylarının ölçüsünü aşacak kadar da kötü değildi.
Saldıran
birkaç Cisimsiz Mahluk’u çabucak geri püskürttükten sonra, Labirent içlerine
ilerlemeyi sürdürdüler. Yuuki, yanında yürüyen kıza sessizce fısıldadı:
“Ne
yaparsan yap, sakın ileriye çıkayım deme.”
“Şimdi
çok Kutsal Gücümüz var, işe yarayabiliriz. Tanrıçalığın kuralları gereği, asla
saldıramayız ama düşmanı hareketsiz hale getirebiliriz.” dedi Tina hevessizce.
Solukları biraz sıklaşmıştı ama gücü henüz tükenmemişti. Üçü de adımlarını
kızın temposuna uydurup yürüyorlardı, o sayede Tina peşlerinden gelebiliyordu.
“Yardım
etmek istemen çok güzel, ama başına ne gelirse gelsin yaralanmadığın
anlaşılırsa başımız derde girer. Ayrıca, bütün Kutsal Gücünü bu yerde
tüketirsen Silahşor çağırmak senin için daha da zorlaşacak, değil mi?”
“Daha
önce de söyledik ya. Gözünün önündeki kişiyi kurtaramayana tanrıça denmez.
Franca da Alfredo da iyi insanlar, Tina onları seviyor. Günü gelip de Silahşor
çağırdığımızda, bize bağlı araştırıcılar olmalarını isteyecek kadar çok
seviyoruz onları. Ah, istersen sen de araştırıcımız olabilirsin Efendi…”
“Bana
eşantiyon muamelesi yaptın gibime geliyor. Elle tutulur bir ödül vereceksen
kabul ederim, ama onun dışında beni rahat bırakmanı rica edeceğim.”
Bu
planı başarıya ulaştırıp, Beş Kutsal Kilise’den ödül parasını almak zorundaydı.
Tina’ya yedirdiği Kutsal Emanetler epeyce pahalıydı.
Bir
süre yürüdükten sonra, Alfredo dönüp Yuuki’ye baktı:
“Gidecek
miyiz daha? İlerleyip duruyoruz, bir sıkıntı çıkmasın sonra?”
“Öyle.
En azından yirmi beşinci katman civarına dek gitmek gerekecek. Ama…” Yuuki göz
ucuyla Tina’nın haline bir göz attı. Yakında kızın dinlenmesi gerekecekti. Her
şey bir yana, varmalarını umduğu bölgeye erişip erişemeyecekleri Stephan’ın
grubuna kalmıştı; yani kendilerinin ilerlemekte acele etmesine hiç lüzum yoktu.
“Neyse, bir mola verelim.”
Bu
sözü duyar duymaz Tina yere çöktü. Üzgünce gülümseyen Alfredo’nun uzattığı
birkaç tane kurutulmuş meyveyi aldı. Mayhoş ve tatlı yiyecekler yorgunluğu
gidermeye birebirdi.
“Sen
iyi misin, Tina’cığım?” Franca, Yuuki’nin yanına gelmişti. Alfredo zaten
sapasağlam duruyordu ama Franca’da bile yorgunluk belirtisi görülmüyordu.
“Biz
kendi isteğimizle size eşlik ediyoruz. Endişe edecek bir şey yok.”
“Öyle
mi acaba?” Franca iç geçirdi. “Ben, bencil biri miyim acaba? Kendi meseleme
hepinizi sürükledim…”
“Bencil
olmasına bencilsin…” Yuuki hiç duraksamadan onaylamıştı. “Kendi kafana göre
yapmaya karar verdiğin şeyde inat etmen, bencillik değilse nedir? Eğer şimdi
pişman olacak, kararından şüphe etmeye başlayacaksan bari en başından bu işe
kalkışmasaydın.”
“Öyle…
değil mi?”
“Fakat
herkes, içinden öyle geldiği için senin ardına düştü. Bunu unutma. Tabii, ben
de içimden geldiği için yanındayım.”
Franca,
yere eğdiği yüzünü şaşkınlıkla kaldırdı. Bir süre sonra, fısıldarcasına
söylediği iki kelime işitildi: “Teşekkür ederim…”
Yuuki
içini çekti. Bu şekilde konuşmak karakterine uymuyordu galiba. Belki de
Tina’nın şahsiyetinden kendine bir şeyler bulaşmıştı.
Eh,
madem üstüne vazife olmayan işlere bir defa bulaşmıştı, bu saatten sonra geri
durmanın anlamı yoktu. Kızı konuşturmanın tam sırasıydı.
“Sonuçta
babanı kimin öldürdüğünü öğrendin. Katil Stephan mıydı?”
Yuuki’nin
sorusu, bir an Franca’nın gözlerini açmasına neden oldu. Sonra, kız ağır ağır
konuşmaya başladı:
“…Araştırıcı
olduktan bir süre sonra, meslektaşlarımla kaynaşmaya başladığımda, kulağıma bir
dedikodu gelmişti. ‘Göklerin Halif Birliği’nde, ‘Ejderdişi silahına sahip bir
adamı öldürdüm!’ diye caka satan biri var dediler. Tabii ki ardında hiç kanıt
olmayan, kulaktan kulağa yayılmış bir laftı bu.”
Yuuki,
Franca’nın babasının ‘Türkuaz Suların Mızrağı’ diye de bilinen Amunis
mızrağının eski sahibi olduğunu biliyordu. Kız devam etti:
“Babam
elli ikinci katmanda vefat etmişti. O sırada beş, altı kişilik bir ekibin
lideri olarak görev yapıyordu. Ekipte, onu en son sağ gören kişiler Berthold
ile, ağabeyim Stephan’dı. Ah, onun ağabeyim olduğunu biliyor muydunuz?”
“Alfredo
amcadan duymuştum. Babalarınız farklıymış galiba?”
“Haklısınız.
Annem, Kloze ailesinin eski bir hizmetçisiydi. Ailenin bir önceki reisinin
odalığı olmuş sanırım. Reis bey, ağabeyim doğduğunda zaten yaşlıymış, çok
geçmeden de vefat etmiş. Ağabeyimin malikanede yetiştirilmesine karar verilmiş,
ancak annemi evden kovmuşlar. O günlerde, Kloze ailesinin silah eğitmeni olan
babamın, anneme bazı iyilikleri dokunmuş. Sonra, bir sürü şey olmuş işte… ben
dünyaya gelmişim.”
“Stephan
ile, eskiden aranız iyi miydi?”
Franca
kibarca güldü, sonra da başıyla evetledi: “Babam, bazen onu gizlice bizim eve
getirir, annemle görüştürürdü. Stephan’dan benimle oyun oynamasını isterdim, o
da beni kırmazdı. Sıcakkanlı birisi değildi ama bana hep iyi davranırdı. Yani,
o günlerde öyleydi.”
O
adamın, küçük kuzkardeşine oyun arkadaşlığı ettiği bir sahneyi, Yuuki hayal
bile edemiyordu. Şimdiki hali bambaşkaydı. Yuuki adamı yalnızca, o demir
maskeden farksız soğuk suratı ile tanıyordu.
“Ağabeyim
eskiden beri öyle biriydi, beraber çok zaman geçirmezseniz iç yüzünü
göremezsiniz. Aslında o da sevinip öfkelenen, üzülüp neşelenen, güçlü duyguları
olan bir insandır.” Franca’nın gözleri bir an, eski güzel günlerin hatırasıyla
parıldasa da; yüzünün ifadesi hemen değişti.
“Babamı
öldürmekle böbürlenen adamın kim olduğu, araştırma yapmadan da belliydi.
Karnına biraz içki girince, hemen böyle laflar etmeye başlayacak birini
tanıyordum ben. Ağabeyim, bir suç işlese bile bunu elaleme ilan edecek
yaradılışta birisi olmadığına göre; geriye tek bir şüpheli kalıyordu.”
Yuuki
başını kaldırdı. Alfredo da Tina da, kulak kesilmiş dinliyor gibi
görünüyorlardı. Fakat konuşmaya dahil olmaya kalkışmadılar. Soruları sormak
görevi Yuuki’ye kalıyordu.
“…Sen
de, tanrıçanın mucize gücüne dayalı kesin kanıt edinmeyi mı istedin?”
Franca
başını yavaşça iki yana salladı: “Hayır, yanlışınız var. Ben o söylentileri
duyalı iki yıldan fazla oluyor. Şey, bilirsiniz ya, tiyatroda ve hikaye
kitaplarında hep ne söylerler? ‘İntikamdan iyi bir şey doğmaz.’ Ya da: ‘Ölen
kişi konuşabilseydi, intikam almanı yasaklardı.’ Böyle şeyler derler hep.”
Yuuki
kaşlarını çatmadan edemedi. Ucuz, içi boş ahlak dersleriydi bunlar. Yuuki’nin
yüzünü görünce Franca gülümsedi: “Bay Yuuki, siz bu tarz sözleri hiç
sevmezsiniz, değil mi? Ne hissettiğinizi ben de biraz anlıyorum artık. İnsan,
duygu denilen şeyi öyle kolayca kesip atamıyor içinden. Ama…” Cümlenin geri
kalanını güçlükle telaffuz etti: “Ben bu ahlak derslerine inanmaya çalıştım.”
“………”
“Çok
zordu. Daralıyordum, kendi hislerime engel olamadığım gibi gerçekleri de
kabullenemiyordum; buna rağmen çabalayıp durdum: Nefret etmemek için, kin
gütmemek için –ve de geçmişi değil, bugün tadabildiğim mutlulukları düşünmek
için.”
Yuuki,
hiçbir şey söylemeden kıza devam etmesini işaret etti.
“O
sırada doğru şeyi yapıyordum, sanırım. Siz bana yardım ediyordunuz Bay Yuuki,
Bay Boris de bana yardımcı oluyordu. Alfredo ustadan da eğitim görüyordum.
Biliyor muydunuz? Acılarım ve üzüntülerin geçmemişti belki, ama yine de
mutluydum.” Franca’nın, ağzının kenarıyla birazcık gülümsedi. “Yalnız
ağabeyimle aramız çok açılmıştı. Talim Okulu’nda karşılaştığımızda hava buz
kesiliyordu sanki, acaba ne yapmalıyım diye düşünüp duruyordum. Sonra, günün
birinde, sizin dükkanınızda tesadüfen ağabeyim ile karşılaştım. Yanında,
Berthold diye bir de arkadaşı vardı.”
Birden,
hikayenin tüm parçaları yerine oturdu…
diye düşündü Yuuki. Franca’nın babasını katletmekle övünen adam; ve babasının
eğitim verdiği, iyi kalpli ağabey. Beraber, güle oynaya ekip kurmuşlar. Kim
olsa, böyle bir şeyi görünce yüreği yerinden oynardı.
“Bazen,
insana öyle bir görev verirler ki onu yerine getirmek için kişisel duygularını
bir kenara bırakmak zorunda kalır. Fakat ağabeyime o adamı ekibe almasını
emretmemişler, kendisi istemiş Berthold’un katılmasını. Bunu duyunca, artık
ağabeyimin kafasından neler geçirdiğini anlayamaz oldum. Gidip sorduğumda da,
bana dedi ki: Babamın ölümü, zayıflığı yüzündenmiş. Bana gerçekleri göstermesi
için, tanrıçanın tapınağına gitmeye işte o zaman karar verdim.”
“Ne
gördün, orada?”
Franca,
ciğerlerine çok derin bir soluk çekti; aldığı soluğu bıraktı. Yuuki’nin
gözlerinin içine bakarak anlattı:
“Elli
ikinci katman. İki kola ayrılmış bir ekip. Üç kişilik bir grup ile araştırma
yapan babam. Biraz ilerledikten sonra, bir Cisimsiz Mahluk’un pususuna
düşüyorlar. Babam, yoldaşlarını korurken yaralanıyor. Yarası çok ciddi olduğu
halde, savaşıyor ve Cisimsiz Mahluk’u yere seriyor... bir an sonra, koruduğu
yoldaşlarından biri ona kılıcını saplıyor.”
Sesi
hafifçe titriyordu: “Adam, alaycı alaycı bir şeyler söyleyerek, kılıcını
defalarca, defalarca saplıyor. Ve eğlenir gibi, büyük bir mutlulukla kahkaha
atıyor. Demek ki babamdan, eskiden beri nefret ediyormuş. Ne ses, ne koku, ne
dokunma duygusu; sadece görüntüden ibaret bir manzaraydı gördüğüm… yine de, az
kalsın kusuyordum.”
“Kimdi
o adam?”
“Bay
Berthold’dü. Tıpkı düşündüğüm gibi. Şaşılacak bir şey yoktu seyrettiklerimde.”
Sesi, şimdiden serinkanlılığını geri kazanmıştı. “Fakat benim isteğim suçluyu
öğrenmek değildi, katili zaten biliyordum. Ağabeyimin o dakika ne yaptığını
bilmek istemiştim. Ağabeyim…” Franca, sanki kalbinden bir şeyi söküp atıyormuş
gibi, soğuk bir tebessümle gülümsedi: “…hiçbir şey yapmadan, seyretmekle
yetindi. Orada olduğu halde, elinde silah tuttuğu halde, durdurmak için hiçbir
davranışta bulunmadan, parmağını bile kımıldatmadan, kılıç darbeleri altında
öldürülen babamı seyrediyordu.”
* *
*
“Hooop!”
Savaş narası denemeyecek bu alaycı sesle birlikte, köpek başını andıran dört
kelle birden uçtu. Tüylerle kaplı dört adet gövde, kesik boyunlarından kan saça
saça devrildi.
“Ne
bu yahu, dişimize göre rakip de bulamadık gitti.” Jahar koskoca kılıcını
omuzuna vurdu ve burnundan, can sıkıntısından patlıyormuş gibi bir ses çıkardı.
Bu kırkıncı katmandaki Cisimsiz Mahlukları, kalabalık saldırsalar bile tek
başına haklayabilirdi. Zaten ‘Halif Birlikleri’ne seçilmesini de olağanüstü
kuvvetine borçluydu.
“Poz
verme velet.” diyerek damağını şaklattı Berthold. Ekibinin yokolmasına tanıklık
etmiş bu adamı Jahar, her gün: ‘Aciz köpek’ diye aşağılıyordu. İkisinin arası
son derece kötüydü.
Öyle
de olsa, Berthold’un yeteneği de yadsınacak gibi değildi. Konu, tahrip gücü ve
saldırıların etki alanı olunca Jahar bir adım öndeydi. Ancak Berthold’de öyle
bir kılıç kullanma kabiliyeti vardı ki, taşıdığı yatağan adamın elinde adeta
bir kabusa dönüşüyordu.
Berthold’ün
sorunu, başkalarını kullanmaktan veya feda etmekten asla çekinmemesiydi. Böyle
bir şahsiyetten lider filan olmazdı. Stephan’ın tahminine göre, ekibinin
Labirent’in derin katmanlarında yok edilmesi Berthold’ün kabahatiydi.
“Ne
yapıyoruz şimdi? Hem ilerleyip hem de şu taş anıtı mı arayacağız?” diye
seslendi Jahar.
“Hayır,
buraları araştırmayı sonraya bırakacağız. Derinlere mümkün olduğunca çabuk
ineceğiz.”
Ellinci
katman civarlarına kadar, Labirent iyi kötü araştırılmıştı. ‘Halif Birlikleri’nin
elinde, katmanların detaylı haritaları mevcuttu. Stephan her haritaya göz
gezdirmişti. Üçüncü katmanda keşfedilen ışınlanma aygıtına uyacak bir cisimden,
hiçbir yerde bahsedilmiyordu. O nedenle buralarda vakit öldürmek anlamsızdı.
Dikkatle araştıracakları yerler, haritasında eksiklikler bulunan yerlerdi…
derin yerler. Derin katmanlarda araştırma yapmak için, bedenlerini de
ekipmanlarını da gereksiz yere yıpratmaktan kaçınmaları lazımdı. Yani,
buralarda avlanmakla uğraşmayıp ilerlemeye öncelik vereceklerdi.
Hep
daha ileriye gitmek, hep en önde gitmek. Bu, Kloze hanedanının aile
prensibiydi. Bu prensibi, anne karnından çıktığı andan itibaren her oğlan
çocuğuna, kafasına vura vura belletirlerdi. Kloze’ların her evladı, kendini
vahşi bir rekabetin ortasında bulurdu. Stephan da istisna değildi: En küçük
oğul olduğu, hem de gayrımeşru olduğu halde.
Evet.
Hiçbir şeyden korkmadan tek başına çalışmak: Hep daha güçlü olmak için, hep
daha ileriye gitmek için.
“Benim
de sizinle beraber gelmeme izin ver, lütfen.” Yarı kız kardeşinin hayali,
gözünün önüne geldi.
Aptalca.
Yiğitlik denmezdi kızın yaptığına, olsa olsa cahil cesareti denebilirdi.
Hurdacı,
ışınlanma cihazı işlevi gören anıtı Stephan’dan önce bulacağını ilan etmişti,
ama… bunu başarabileceğine kendisi inanıyor muydu acaba? Öyle bir ekiple
otuzuncu katmana inmek bile zor olurdu. Endişe etmeye değmezdi.
“Öf,
gene çıktılar ortaya.” dedi Berthold tükürür gibi. Çift başlı dev bir yılana
böcek bacağı gibi sekiz ayak takılmıştı sanki, gelen Cisimsiz Mahluk’un öyle
bir görüntüsü vardı. Bu yaratık türünün nüfusu çoktu galiba, ekibin karşısına
birkaç kez sürü halinde çıkmışlardı.
Stephan’ın
sakin ve derin bir nefes alması ile Amunis mızrağının avucunda belirivermesi
bir oldu. Tanrıçaların hediyesi olan bu silahın bir ruhu vardı, Stephan onun
düşüncelerini kendi kalbinde işitebiliyordu: Beni öyle kullan ki tüm
gücüm görülsün, düşmanlarını lime lime et benimle… diyordu silah.
Stephan,
ciğerlerindeki soluğu adeta hışımla bıraktı… aynı anda, mızrağını savurarak ileri
atıldı. Göz açıp kapayıncaya dek, altı defa sapladı mızrağı. Amunis, sanki
yumuşak çamura giriyormuş gibi kolayca, Cisimsiz Mahluk’un pullarını deliverdi.
Her şey iki saniyede olup bitti: Yılana benzer yaratığın artık yılana benzer
bir yanı kalmamıştı.
Kırkıncı,
hatta ellinci kattaki Cisimsiz Mahluklar, Stephan’ın dişine dokunur düşmanlar
olmaktan çıkmışlardı. Hatta, sanki hiç kimse ona rakip olamazmış gibi bir his
vardı genç adamın içinde.
Stephan’ın
ardından, diğer ekip üyeleri de birer Cisimsiz Mahluk seçip öldürmüşlerdi.
“Pekala,
ilerliyoruz. Biraz hızlanın bakalım.”
Stephan,
yürümeye başladı ve kendi kendine fısıldadı: “Ben güçlüyüm artık.” Evet. Eski
günlerden bu yana… o günden bu yana, çok kuvvetlendiği
kesindi.
*
Labirent’in
otuz birinci katmandan otuz beşinciye kadarki kısmı, diğer katlardan farklı
yapıdaydı. Bu beş katmanın ortasına beş katı da delip geçen, silindir biçiminde
dev bir taş sütun dikiliydi. Otuz birinci kata ulaşan araştırıcılar, bu dimdik
yükselen yetmiş beş metrelik sütun boyunca aşağı inmek zorunda kalırlardı.
“Sen
iyi misin?” Tina, Franca’nın merhametli bakışlarınca adım adım takip
ediliyordu.
“İyiyiz,
iyiyiz. Daha… daha ileriye gidebiliriz. Bu… bu kadarcık uçurumdan ne olur
yani?” Tina hem zorla nefes alıp veriyor, hem de güçlü görünmeye çalışıyordu.
Buraya dinlene dinlene gelseler de, küçük kızın gücü tükenmek üzereydi.
“Hey,
bir ekiple buraya dek gelebilene ‘olgun araştırıcı’ derler. Amatörler için
biraz zorlu bir yer olması normal.”
“Eğer
kıza zor gelirse ben onu sırtıma bağlar, aşağı indiririm amca.”
“Emin
misiniz Bay Yuuki? Siz de yorulmuşsunuzdur…”
“Yok
canım, sayenizde yarasız beresiz buraya kadar geldim, kuvvetim hâla yerinde.
Şifalı ot toplamak için dağ bayır gezdiğim için alışkınım, böyle gezilerde
profesyonel bir araştırıcı bile geçemez beni. Hem zaten yürümeye elverişli yol
da var, öyle değil mi?”
Yıllar
yıllı yapılagelen araştırma seferlerinin bir neticesi olarak, taş sütunun
dibine yani otuz altıncı katmana erişmek için izlenecek en iyi rota
belirlenmişti. Hem hangi yoldan gidileceğini gösteren, hem de trabzan ödevi
gören zinciri takip ederek yürüyen kişi, rahat denebilecek bir şekilde aşağı
inebilirdi. İlk başta geçilmesi imkansız gibi görünse de basamak gibi
çıkıntıları, oturup dinlenmeye imkan veren balkon ebadında uzantıları vardı
sütunun. Olağanüstü bir akrobasi becerisi olmayan insanlar da buradan
inebilirlerdi.
“Yenilgiyi
kabullenmek de bir tür cesarettir.” dedi Alfredo.
“Hedefimize
az kaldı. İzninle biraz daha yoracağım sizi.” diye cevap verdi Yuuki. Yalan
değildi bu söylediği. Az evvel Tina’dan, Stephan tayfasının elli beşinci
katmandan aşağılara doğru taktire şayan bir hızla inmekte olduğunu öğrenmişti.
Artık an meselesiydi…
“Madem
öyle diyorsun… Tina’yı sana emanet ediyorum, Yuuki. Ara sıra, burada bile
Cisimsiz Mahluk saldırısı yaşanabiliyor. O yüzden dikkati elden bırakmamak
lazım.”
Alfredo
böyle söyledi ve beklemeksizin inmeye başladı.
“Bizi
sırtında taşımayacak mıydın, Efendi?”
“Zor
gelirse, demiştim. Bacaklarında biraz olsun kuvvet kalmıştır herhalde?”
“Hiç
de iyi kalpli değilsin. Ne yapalım, başa gelen çekilirmiş…”
Gıcık
olmuş gibi surat yapa yapa, Tina uçurumun kıyısına ayağını uzattı. Zorluk
açısından, beş kat boyundaki sütunun en üst kısmı çok da çetin sayılmazdı. En
zorlu yeri, üç kat aşağıdaki orta kısımlarıydı: Orada taş sütun neredeyse
dümdüz alçalıyor, inip çıkmak için dağcılar gibi hem elleri hem de ayakları
kullanarak tırmanmak gerekiyordu. Deneyimli bir araştırıcı bile orada kaza
geçirebilirdi.
Elbette,
Tina orayı yardımsız aşamayacaktı. Yuuki, inişin zor kısmına gelince kızı
sırtlanmayı düşünmüştü, ama…
“İ…
i… im… imkansız imkansız imkansız imkansız imkansız imkansızimkansız…!” Tina,
gözüne yaşlar dolmuş titriyordu.
“Üç
kat ne kelime, üç adımda tuş oldun. Bu kadar çabuk pes etmek…”
“Ne,
ne, nene ne yapayım… yü, yü, yükyük, yüksek…”
“Beş
katmanı birden geçiyor. Tabii ki yüksek. Tabii, dağdaki yolların aksine dimdik
iniyor aşağı, o yüzden insanın gözünü korkutuyor.”
O
bir yana… düşse de yaralanmayacağı halde kızın bu kadar korkması biraz
saçmaydı.
“A,
aş aş aş, aşağı ba –bakınca ye… ye ye yer çok u, u, uzak…”
“Bakma
o zaman, bakarsan korkarsın tabii ki. Zemini görüş alanına sokmamaya çalış.”
“Hayret,
ne dediğini anlayabiliyorsunuz!” dedi Franca beğeniyle.
Neticede
Yuuki, Alfredo’dan biraz ip aldı, Tina’yı kendi sırtına sıkıca bağladı ve aşağı
inmeye koyuldu.
“A,
aşağıya vardığımızda söyle, Efendi.”
“Tamam,
tamam. Sen yeter ki sırtımda debelenme.”
“Sorun
değil. Gözlerimizi sımsıkı yumacağız çünkü. Evet, görme duyumuzu kapatırsak
cehennem manzarası karşısında bile Tina ürkmeyecektir. Ha ha ha, bir de senin
bize saygı duymanı sağlasak her şey mükemmel olurdu, Efendi. Ha gayret Tina,
hayalinde görmeye çalış: Burası düz bir yer, burası düz bir yer, burası düz bir
yer, düz bir yer dedim sana, düz bir yer…”
‘Eh,
herkes kendini nasıl bir yöntemle oyalayacağını seçmekte özgürdür.’ diye
düşündü Yuuki. Sonra… Franca’nın imrenmiş bir yüz ifadesiyle, sırtına sımsıkı
tutunmuş Tina’ya baktığını gördü.
“Franca,
yoksa sen de yüksekten korkuyor musun?”
“Şey,
hayır. Ne yazık ki korkmuyorum.”
“Ne
yazık ki?”
“E,
şey… yoo, yani defalarca geçtim buradan. O yüzden hiç rahatsız olmam
yüksekten.”
Sahiden
de, adımlarını çok emin atıyordu. Genellikle, medyumlar çok fazla kas kuvvetine
gerek duymazlardı. Franca, fiziksel becerileri gelişmiş nadir medyumlardandı.
Az
önce, babasının ölümünü seyredişinden bahsederken sergilediği sarsıntılı ruh
halinden şimdi eser yoktu. Her zamanki, ciddi ve biraz da çekingen genç kız
haline dönmüştü.
Yine
de, Yuuki’nin onun içinden geçenleri anlamasına imkan yoktu, şüphesiz. Eğer
eline Stephan ve Berthold ile eşit şartlarda yüzleşmek için bir fırsat geçerse
Franca ne yapardı acaba? Kendi kalbini nasıl yatıştırabilirdi?
‘En
iyisi, bu işi çok derinlemesine kurcalamamak.’ dedi Yuuki kendi kendine. Daha
şimdiden, kızın özel hayatına fazla karışmış bulunuyordu. Kendine şöyle
söyledi: Unutma. Kızın sözüne, tavrına bakıp da kendini bir şey sanma.
Sen o hakka sahip değilsin.
Tam
bunları düşünürken, ardından bir el uzanıp Yuuki’nin saçını çekti.
“Ne
oldu? Daha zemine çok yolumuz var.”
“Efendi…
‘Halif Birliği’ hareket etmeyi kesti.” Tina, Yuuki’nin kulağının dibinde
fısıldıyordu. Yuuki, renk vermemek için yüzünü ifadesizleştirdi.
“Mesafeleri
ne kadar?”
“Buradan
beş yüz metre kadar aşağıdalar. Sanırım, altmış dördüncü kattalar.”
* *
*
Cisimsiz Mahlukların büyüklüğü ve saldırganlığı, Labirent’in derinliği ile doğru orantılıydı. Otuz beşinci katman civarından itibaren insandan daha iri yarı canavarlar çıkmaya başlardı; kırkıncı, ellinci katmanlarda öyle yaratıklar vardı ki bakarken kafanızı kaldırmak zorunda kalırdınız. ‘Halif Birlikleri’nin seçkin savaşçıları için bile, böylesi canlıları yok etmek çok zordu.
“Heyt!”
Mızrağın pırıldaması ile, üç gözlü bir kerkentelenin alnının ortasında koca bir
deliğin açılması bir oldu. Yaratığın koskoca gövdesi gevşedi ve yavaşça zemine
devrildi.
“Yaşa
be Stephan! Tek başına üç tanesini hakladın.” dedi Jahar, neşeyle ıslık
çalarak.
Ejderdişi
taşı silahının tahrip gücü, diğer tüm Kutsal Emanetleri gölgede bırakıyordu.
Deminki kertenkele gibi kabuğu sağlam Cisimsiz Mahlukları temizlemenin en
etkili yolu, ardına medyumların korumasını aldıktan sonra Stephan’ın tek başına
saldırmasıydı.
Jahar’ın
tam tersine Berthold’un suratı mahkeme duvarı gibiydi, adam Stephan’ın gücünün
kendi gücünden üstün olduğunu görmeyi sevmiyordu. Onun rahmetli ekibi en fazla
altmışıncı katmana kadar gelebilmişti. Rekor, altmış ikinci katmandı. Oysa
Stephan’ın ekibi, şu an altmış üçüncü katmandan aşağı inen merdivenlerin başına
varmış bulunuyordu.
Güçlü
duygular yasak. Kendini başkasıyla asla kıyaslama. Önemli olan, senin kendi
sınırlarını ne kadar zorlayabileceğindir.
Bu
kuralları Stephan’a öğreten kişi, onun mızrak eğitmeni olan adamdı.
“Ejderdişi
taşından bir iz var mı?” diye sordu Stephan Berthold’a.
“Ne
bileyim, buraya kadar gözüme bir şey çarpmadı.”
“Yegane
tanık dedik yanımıza aldık ama, neyine güveneceğiz ki biz bu adamın? Baksana,
senin gözün gerçekten bir işe yarıyor mu?” diye lafa karıştı Jahar.
“Ejderdişi
taşının adresini kesin bilmek istiyorsan, git ejdertaşına sor. Son gördüğüm
zamandan beri yeri değişti mi, değişmedi mi ben bilemem.”
“Pekala.
Hızlanın, yola devam ediyoruz.” Stephan, diğer dört kişiye bu emri vererek
merdivenlere doğru gitti.
Bir
sonraki kata vardığında Stephan zınk diye durdu, yüzünün kayıtsız ifadesi biraz
değişmişti. Arkasından gelen Berthold’un: “Nasıl bir yer, burası?” diye
fısıldadığını duydu.
Her
yer, acayip bir ışıkla aydınlanmıştı. Merdivenler, doğrudan kocaman bir odaya
iniyordu. Dar koridorların ve dönemeçlerin birbirini izlediği diğer Labirent
katmanlarından çok farklı bir manzara vardı burada, oda şaşılacak kadar
genişti.
Duvarlar
ve yer ışık saçan yosunlarla kaplıydı, öyle ki ışıktaşı kullanmadan da göz her
şeyi seçiyordu. Yerden başka otlar da bitmişti, zemini ve duvarları
kaplamışlardı. Ortada, Cisimsiz Mahluk namına hiçbir şey görülmüyordu.
“Sakın
birbirinizden ayrılmayın.” Temkini elden bırakmaksızın odanın içine doğru
ilerlediler. Odada, köklerini her yana salmış koskoca bir ağaç vardı. Yerin bu
kadar altında olduğu halde, sanki güneş ışığıyla yıkanmış gibi kalın bir gövde,
güçlü dallar geliştirmişti. Yaprakları yemyeşildi.
Gövdesinin,
yetişkin bir insanın karın hizasına gelen kısmında büyük bir kovuk vardı.
Çekine çekine içine baksalar da, kovukta hiçbir şey yoktu. Medyumlardan biri:
“Hey
Stephan, şuraya bak.” diye, parmağıyla duvarın dibine işare etti. Diklemesine
yükselen büyük bir taş vardı orada. Şekli, bir anıt olabileceğini
düşündürüyordu –üçüncü katmandaki ışınlama cihazını andıran bir cisimdi bu.
Stephan
yürüyerek yaklaştı, elini usulca taşa sürdü… soğuk, sert, alelade taştan farksız
bir his. O yukarıdaki taş anıt gibi titreşmiyordu, kaynağı belirsiz bir
sıcaklığı da yoktu.
“Kımıldamıyor
mu?” diye sordu Jahar.
“Hayır.
Herhalde aradığımız şey bu değil. Ama, bu odayı araştırmamız gerek. Şu duvarın
yanında bir kamp yeri kuracağız…” Stephan parmağıyla işaret etti. “…ve oradan
başlayarak odayı inceleyeceğiz.”
* *
*
“Malum
odaya vardılar, demek. Düşündüğümden daha çabuk oldu.” diye fısıldadı Yuuki,
bayırın duvarından aşağı dikkatle inerken. Stephan’ın odayı bulması,
kendilerinin bu kulenin dibine erişmesi ile aynı zamana rastlayacak diye tahmin
etmişti. Demek ki Stephan ve ekibi, Yuuki’nin düşündüğünden daha iyi
savaşçıydı.
“Ne
yapacağız, Efendi?”
“Şimdilik
bu uçurumdan inmekten başka bir şey düşünmeyelim. Bir kat inebilirsek, mola
verecek yer bulabiliriz. Oradan altmış dördüncü katmana sıçrayacağız. Alfredo
amcaya ile Franca’ya, bir an önce yer yüzeyine dönmelerini söylemek gerekecek…”
Tina’nın, şaşkın şaşkın baktığını fark etti. “Ne oldu?”
“Sen
buralara gelmişliğin var mıydı, Efendi? Sanki buraları biliyor gibisin de.”
“………”
“Şu
senin, dokuzuncu kademe araştırıcılığın, sadece daha yukarıdaki katmanlarda
gezmeye yarıyor sanıyordum.”
“Bu
kat hakkında anlatılanları dinledim, hepsi bu.”
“Hımm…”
Tina, bu açıklama içine sinmemiş gibi bir edayla hımlayıp, şöyle dedi: “Doğruyu
söylemek gerekirse, Labirent hakkında çok düşündüm, çünkü merak ettiğim bir
sürü şey vardı. Tina dinlenmeye bile fırsat bulamadan panik içinde koştu,
koştu, gücü tükenince de bayıldı. Efendi de gelip bizi kurtardı, değil mi?”
“Öyle.
Eee?”
“O
gün tam olarak kaç katmanı dolaştık bilmiyoruz. Ama… Efendi ile buraya
indiğimizde, gücümüz daha üçüncü katmanda tükenmişti de mola vermiştik.
Düşünüyoruz da… gücümüzün son damlasına kadar dolaşsak bile, bayılana
kadar en fazla altı, yedi kat çıkmış olabiliriz. Sonra, şu Berthold’le
karşılaştığımız yer, altmışıncı katmandı. Oradan yedi kat yukarı çıkmış olsak,
Tina’nın bayıldığı yer… bu hesaba göre, E-fen-di tek ba-şı-na kaç kat-man
in-miş ol-ma-lı?”
“Ah,
onu soruyorsan…”
Yuuki
tam cevap verecekti ki, Alfredo’nun sesi yankılandı: “Sol tarafa dikkat!
Cisimsiz Mahluk, üç tane!”
Alfredo
daha seslenmesi bitmeden, kılıcını çekip savaşmaya girişmişti bile.
Canavarlardan biri, kellesini kaybedip aşağılara düştü. Kuşa benzer mahluklardı
bunlar, kanat genişlikleri üç metre kadar vardı. Ayaklarındaki pençeler
keskindi, gagalarında çok sayıda ince diş göze çarpıyordu. Bastıkları zeminin
sağlam olmadığını bilen Alfredo derhal karar verdi:
“Hareket
etmeye fırsat yok. Düşür şunları Franca!”
“Başüstüne!”
Trabzan
işlevi gören zinciri sıkıca kavrayarak, Franca tek eline iki Kutsal İnci aldı.
Çok kısa bir süre sonra elinden iki ateş topu çıktı ve bunlar, Cisimsiz
Mahluklara doğru uçtu. İlki, yaratıklardan birinin gövdesine isabet etti.
Cisimsiz Mahluk, her tarafı alevlerle sarılı halde, düşmeye başladı. Diğer alev
topu, ikinci kuşun gövdesini ıskalayıp kanadına denk geldi. Cisimsiz Mahluk
dengesini yitirdi, savrularak Yuuki ve Tina’ya doğru uçtu.
“Eyvah
eyvah…” Yuuki hemen bayırın yüzeyini tekmeleyip, başının üstündeki bir taş
çıkıntısını yakaladı. Sırtında sallanan Tina itiraz dolu bir çığlık atsa da, Yuuki
bu çığlığı duymazdan geldi. Gövdesini yukarı çekip, taş parçasının üstüne
tünedi.
Cisimsiz
Mahluk, ayağının az aşağısına, taş duvara tosladı. Yuuki ve Tina kılpayı
kurtulmuşlardı. “Ç– çok şükür size bir şey olmadı! Özür dilerim! Hedeflediğim
yerden vuramadım.” dedi Franca.
Alfredo’nun
katı yüz ifadesi biraz gevşedi, adam tehlikenin geçtiğini düşünüyordu. Tam o
sırada, hiç beklemediği iki şey aynı anda gerçekleşti:
Bunların
ilki bir trabzan gibi yol boyunca uzanan zincirin, Cisimsiz Mahluk’un kuleye
çakıldığı sırada maruz kaldığı darbe yüzünden kırılmasıydı. İkincisi, yanan
kanadının acısıyla deliye dönmüş Cisimsiz Mahluk’un, kendini taş duvara var
gücüyle vurmasıydı.
Tüm
kule zangır zangır sarsıldı –ve Franca’nın ayağı, bastığı yerden kayıverdi.
Yuuki
refleksle elini uzattı. Bu tepkiyi, neredeyse insanüstü bir çabuklukla
vermişti. Ama buna rağmen kızı tutmayı başaramadı. Üstelik, yaptığı hamle kendi
dengesini de bozmuştu.
Buradan
düşmek demek, kaçınılmaz bir ölüm demekti.
Yuuki
anlık bir karar verdi. Kendisini boşluğa fırlattı ve sırtında taşıdığı
tanrıçaya seslendi.
“Tina!
Üçümüzü birden ışınla!”
Ve
o anda, tüm manzara bozuk bir aynadan yansır gibi çarpılıverdi.
* *
*
Anlamlı
bir hayat sürdürebilmenin, iki tane ‘olmazsa olmaz’ı vardır.
Birincisi,
sevdiğin şeylerden sonuna kadar, dibine kadar keyif almaktır. İkincisi, nefret
ettiğin şeylerin kökünü kazımaktır.
Bu
‘Göklerin Halif Birliği’ üyesi Birinci Sınıf araştırıcı ve savaşçı Berthold’ün
hayat felsefesiydi. O, en çok gövdesi biçilmiş bir insandan püsküren kanın
görüntüsünü seviyordu. Ve kendinden daha güçlü olan her insandan, ayrıca dürüst
bir hayat sürdüren herkesten nefret ediyordu. Bu yüzden birilerini öldürmek,
Berthold’un gözünde bir taşla iki kuş vurmaktı.
Hedefi,
otuz metre kadar önündeydi. Sanki şehir meydanında gezermiş gibi rahatça,
hiçbir tedirginlik belirtisi göstermeden yürüyordu. İçinde bulunduğu tehlikenin
farkında değil gibiydi. Böyle fırsat bir daha ele geçmez, diye
düşündü Berthold. Evet, şu liderlik taslayan züppeyi, Stephan Kloze’u gebertmek
için böyle güzel fırsatı bir daha bulamazdı.
Berthold
onu daha on beş yaşından beri, ‘Göklerin Halif Birliği’ne girdiği günden beri
tanıyordu. O günlerde, sadece yaşına göre becerikli bir çocuktu; araştırıcı
olarak tecrübesi çok azdı. Ne ara Birinci Sınıf araştırıcılığa yükselmiş de,
Ekip Lideri olmuştu bu velet… üstelik Berthold’e bile emir veriyordu. Bunu
affedebilir miydi? Yok, affedilebilecek bir şey değildi bu.
Böyleyken,
o meşhur ve iktidar sahibi Kloze ailesinin evladına doğrudan el uzatmak,
beraberinde büyük tehlike getirecek bir hareket olurdu. Berthold kaba saba bir
adamdı belki, ama hesap yapmayı iyi bilirdi, kendi güvenliğini unutmazdı.
Oğlana saldıracak zamanı dikkatlice seçmesi gerekliydi. Eğer öfkesi tahammül
sınırını aşarsa, belki sakinleşmek için Jahar’ı öldürürdü. Planı buydu, ama…
Bu
güzel fırsatı elden kaçırmak olmaz…
Berhold, içinden kıkır kıkır güldü.
Odanın
araştırılması, hiçbir şey keşfedilmeksizin sona ermiş ve kısa bir mola
verilmişken Stephan tek başına kamp yerinden ayrılıp bu ıssız koridora
gelmişti. Bu altmış dördüncü katmanda, nedense hiç Cisimsiz Mahluk yoktu.
Katmanın üçte ikisini şu büyük oda kaplıyordu, geri kalanı da odayı çepeçevre
kuşatan bir koridordu. Görece basit yapıda bir katmandı burası. Her yerde
kendiliğinden yetişmiş bitkiler sağolsun, gizlenecek bol bol yer vardı. Yani
Stephan’ı takip etmek hiç de zor değildi.
Peşinden
gizlice takip edecek, uygun bir anda arkadan saldırıp herifin kolunu bacağını
kesiverecekti. Belki de elini filan koparır, o kopardığı elle de ağzını tıkardı
ki sesini çıkaramasın. Böylece vücudunu acele etmeden, rahat rahat
doğrayabilirdi.
Ölümün
kıyısına gelince suratında nasıl bir ifade olacaktı acaba? O ifadeyi hayal
edince Berthold’un yüreği yerinden oynadı adeta. Artık aklında cinayet dışında
hiçbir düşünceye yer kalmamıştı.
Yalnız,
Berthold’un kafasını tek bir soru kurcalıyordu. Hiç gereği yokken, bu herif
neden kalkıp buralara gelmişti ki? Neyse, ne önemi vardı ki bunun? Ölüme doğru
yürüyen birinin kafasından neler geçtiğini bilmeye lüzum yoktu.
Kamp
yerinden yeteri kadar uzaklaşmışlardı artık. Burada epeyce gürültü çıkarsa bile
kimsecikler işitmezdi. Berthold dudaklarını yalayarak, yavaşça yatağanını
çekti. Stephan’la arasındaki mesafeyi kapatmak için adımlarını çabuklaştırdı. O
sırada…
“Ağabey,
dikkat et!” diye bağıran bir ses işitildi.
* *
*
Ayağının
uçurumdan aşağı kaydığını, hissettiği ölüm korkusunu çok net anımsıyordu. Bir
an sonra ise, sanki gördüğü manzara çarpılıyor gibi gelmişti… ve kendini burada
bulmuştu.
Ayağının
altında sağlam zemini hissediyordu. Gözünün önünde ise –kılıcını çekmiş,
peşinden Stephan’a usulca yaklaşan bir adam vardı. Bunu fark edince, hiç
düşünmeden bağırıvermişti.
Hem
Stephan’ın, hem de Berthold’un bakışları ona doğru döndü. “Sen, Franca denen
kızsın değil mi, Stephan’ın kız kardeşi…” Berthold’un kaşları şüphe dolu bir
ifadeyle çatılmıştı. “Ne zamandır oradasın bakayım? Ha?”
Herhalde
demin yaşadığı olay, ‘ışınlanma’ diye anılan fenomendi. Neden bilemiyordu ama,
bir sebepten ötürü o kayalık yamaçtan bu katmana gönderilmişti. Fakat şimdi
bunu düşünmenin sırası değildi.
“Sen,
demin bu adama arkadan saldırmaya hazırlanıyordun, değil mi?”
“Bilmem
ki, neden bahsediyorsun acaba?” Berthold, sanki konuyu anlayamamış gibi bir yüz
ifadesiyle omuz silkti.
“Lütfen
masum numarası yapma! Elinde kılıç tutuyorsun…”
“Bizim
aziz liderimiz tek başına yürümeye çıktı da, ben de onu korumak ihtiyacı
duydum. Labirent’te olduğun müddetçe, Cisimsiz Mahluklara karşı tedbiri elden
bırakmamak şarttır. E benim, Stephan gibi öyle her istediğimde elime
kendiliğinden geliveren kullanışlı bir silahım da yok…”
Franca
verecek bir cevap bulamadı, homurdanarak gözlerini ağabeyine doğru çevirdi.
“Ne
yapmaya geldin?” Stephan, kayıtsız bir yüzle sordu. Bu soru Berthold’a değil,
Franca’ya yönelikti.
“Bir
tür ışınlama cihazı beni… onu boşver, ağabey; bu adam sana kılıç çekti ve…”
“Kendisi,
beni korumak için geldiğini söylüyor.” Stephan bunu hiçbir duygu belirtisi
göstermeksizin söylemişti. Kan, Franca’nın beynine hücum etti.
“Neden
bu kişiyi savunuyorsun! O benim, benim babamı…” Duyguları içinden taşıyordu
artık, sözcükler boğazına düğümlendi. Onun bu halini gören Berthold,
dudaklarını büke büke güldü.
“Keh,
keh, keh… Hatırladım. Doğru ya, sen ayrıca o herifin kızı oluyordun.”
“Sen,
benim babamı öldürürken de böyle gülüyor muydun?”
“Bilmem
ki, neden bahsediyorsun? Şey, sana söyleyebileceğim bir tek şey var. Her zaman,
‘Yaşayan Araştırıcı’ların hakları ‘Ölü Araştırıcı’ların haklarından önce gelir.
Ben, Kutsal Emanet getirebilir ve onu birliğimizin tanrıçasına sunabilirim.
Yani ben, senin ölmüş babandan daha kıymetliyim. Sen de o değersiz adamı
unutsan nasıl olur?”
“Yaaaaah!”
Bir an için Franca, öfkeden kendini kaybetti. Refleksle bir Kutsal İnci çıkarıp
saldırı büyüsü yapmaya kalkıştı. Ancak, göstermeye yeltendiği kerameti
tamamlayamadı.
Stephan’ın
mızrağı Amunis’in ucu, kızın gırtlağının az önünde duruyordu.
“Ağa…bey…”
Franca,
gözleri faltaşı gibi açık, donakalmıştı. Ona engel olunması değildi kızı şok
eden: Ağabeyinin kendisine silah doğrultmasıydı.
Franca
kalbinin derinliklerinde, ağabeyinin gizliden gizliye iyi bir insan olduğuna,
aslında Franca’nın yanında olmak istediğine inanmıştı. Bu inanç, şimdi
paramparça olmuştu.
“Senin
ne hakkında nasıl düşündüğün umurumda değil. Sana, gücün bu Labirent’te her şey
demek olduğunu söylemiştim. İddialarını dinletecek, sözünü geçirecek güç var mı
sende?”
“………”
“Benim,
seninle konuşacağım hiçbir şey yok. Uzaklaş buradan.”
“…olmaz.”
Franca, gözüne dolan yaşları hissediyordu. Gene de öfkeli gözlerini Stephan’dan
ayırmadı. “Babama saygı duyduğunu sanıyordum ağabey! Öyleyse, neden…”
Mızrağın
keskin bıçağı, sözünü kesmek ister gibi boğazına yaklaştı. Franca istemsizce
gözlerini yumdu. Belki Stephan silahı son anda geri çekmişti, belki temas
ettirmeye zaten niyeti yoktu, sadece korkutmak istemişti. Öyle ya da böyle,
mızrağın ucu Franca’nın tenini kesmedi.
“Bu
kadarı yeterlidir herhalde, Stephan Bey?” Yuuki yanlarında duruyordu, mızrağı
sapından kavramış ve daha fazla ilerlemesini önlemişti.
* *
*
Uçurumdan
düşmelerinden sanra, Tina üçünü de buraya, altmış dördüncü katmana getirmişti.
Tabii ki o hengamede, kızcağızın bu ışınlanma işine ince ayar yapmaya fırsatı
olmamıştı. Tina’yı sırtında taşıyan Yuuki bir yerde, Franca ise biraz uzaktaki
bir başka yerde ortaya çıkmıştı. Bu yüzden, Yuuki’nin Franca’yı bulması biraz
zaman almıştı.
“Neden
bu kadar öfkelisin bakayım? Madem karşındaki insanı zayıf görüyorsun, öyleyse
ona kabadayılık taslamanın ne gereği var? Birinci sınıf araştırıcıların tek
işi, kendilerinden zayıflara zorbalık etmek midir?”
Yuuki,
Stephan’ın kendisini görmezden geleceğini sanmıştı, ama Stephan ona doğru sert
bir bakış attı: “Ya sana ne demeli, Hurdacı? İki kişinin kavgasına karışan sen
güçlü müsün ki, ağzından çıkan bu sözlerin bir anlamı olsun?”
Yuuki
kaşlarını çattı. Normalde hiç istifini bozmayan bu adamın, şimdi nedense
aksiliği üstündeydi.
“İstersen,
güçlü olup olmadığımı görmeyi deneyebilirsin.”
Yuuki’nin
bu sözünü duyunca, karşısındaki oğlanın gözünün iyice kan bürümüştü.
“Stephan
mıydın neydin, endişe etmene gerek yok.” Beklenmedik bir ses lafa karışmıştı.
Tina, pıtır pıtır yürüyerek geldi, masum bir yüzle konuşmayı sürdürdü: “Efendi
de Tina da Franca’nın yandaşı. Her zaman Franca’ya göz kulak olacağız. Bizi
korumana gerek yok.”
Sahneye,
tarifi imkansız bir sessizlik hakim olmuştu.
“…hey,
bu ne anlama… sen ne söylüyosun yahu?”
“Ya
sen Efendi, sen ne söylüyorsun?” Tina hıhlayarak gülümsedi ve Yuuki’ye baktı.
“Yoksa fark etmedin mi? İkinizin kavga etmesine hiç gerek yok. Adı Stephan
mıydı neydi, bu çocuğun neden şurada duran araştırıcı bozuntusuna neden hiçbir
şey yapmıyor; tüm ustalığına rağmen Franca’nın babasının neden o kadar kolayca
öldürüldü? Düşünürsen sen de hemen anlarsın. Yanıt, gözünüzün önünde duruyor.”
Gözümüzün
önünde mi? Yuuki alnını kırıştırarak düşünürken,
Tina iç çekti.
“Deminki
olaylar sana, sanki Stephan Franca’ya saldıracakmış gibi görünmüş olmalı
Efendi. Tina ise, tam tersine onun kız kardeşini korumaya çalıştığını
hissetti.”
“Korumak
mı? Neyden korumak?”
“Şu
adamdan tabii ki.” Tina’nın soğuk bakışları, Berthold’e yönelmişti.
“Ne…
ne diyor bu velet…”
“…Anlaşıldı.
Demek öyle…” Yuuki, nihayet Tina’nın sözlerindeki manayı çözmüştü. Franca hangi
nedenle olursa olsun şiddet kullanırsa, hatta en ufak bir tehditkar harekette
bile bulunsa, Berthold bunu bahane edip kıza saldıracaktı. Bu yüzden Stephan,
iş kavgaya varmadan evvel kızı durdurmuştu.
“Bak,
ne kolaymış değil mi?” dedi Tina. “Artık Stephan’ın bu adama neden ilişmediğini
de anlamışsındır.”
Fiziksel
yöntemlere başvurmadan bir insanı aciz bırakmak için, ona psikolojik baskı
uygulamak gerekir. Daha basitçe söylersek, rakibinizin bir zayıflığını
yakalamanız ve onu o zayıflığı ile tehdit etmeniz gerekir.
“Ah,
mesela… birine şöyle diyebilirsin: Eğer benim başıma bir şey gelise, bana sorun
çıkaracak bir hareket yaparsan, senin için en değerli kişiyi öldürürüm. Benim
tutuklanmamı veya idam edilmemi sağlasan bile, adamların o önemli kişinin icabına
bakacaktır. Belki hemen yapamazlar, belki yıllarca beklemeleri gerekir; ama
eninde sonunda onu öldürürler.”
Yuuki
böyle deyince Berthold damağını şaklattı. Aslında Berthold’un, Yuuki’nin
anlattığı gibi bir sistem kurmasına bile gerek yoktu. Karşısındakine: “Bu
heriften de ahbaplarından da her şey beklenir.” dedirtebilirse bu kadarı
yeterliydi. ‘Yüzde doksan dokuz blöf yapıyor’ diye düşünseniz bile, geriye
kalan o yüzde birlik riski göze alabilir miydiniz? Hiç kimse, dünyada en çok
değer verdiği insanın hayatı ile kumar oynayamaz.
“Hı–hı.
Şu ‘Fareler’ dediğiniz insanlar var ya? İşte bu adam, çok sayıda ‘Fare’
besliyor olmalı, yanılıyor muyum? Bu farelerden her birinin nasıl insanlar
olduğunu, neler yapabileceklerini bilmek çok zor. Hepsini bir seferde
durduracak bir yöntem yoksa ne yapacaksın? Gidip önem verdiğin o kişiye: ‘Sana
saldırabilirler...’ mi diyeceksin? Öyle yaparsan, o kişiyi bitmek bilmez bir
korku içinde bırakırsın.”
Hem
Stephan için, hem de Franca’nın babası için ‘dünyadaki en önemli insan’ kimdi?
Yuuki’nin ve Tina’nın bakışları bir tek kişiye odaklanmıştı.
“Hı?”
Franca, ağzından şaşkın bir ses kaçırdı. “Yoksa… benden mi…”
“……….”
Stephan sessizdi.
Franca’nın
babası üç yıl önce öldürülmüştü. Stephan o sırada on dört, bilemedin on beş
yaşındaydı. Daha o zamanlar ‘Halif Birliği’nin bir üyesiydi. Ama… Halif Birliği
üyesi olsa da Stephan’ın, ortada başka tanık yokken kendinden kıdemli bir ekip
arkadaşını cinayetle suçlaması, onun suçunu kanıtlaması; bir yandan da kız
kardeşini binde bir ihtimalle bile zarar görmeyecek şekilde koruması… kulağa
mümkün gelmiyordu.
“Hop,
hoop… aslı astarı olmayan şeyler söylemeyin. Ben de Stephan, birbirimize sağlam
bir güven bağıyla bağlıyız. Değil mi, Stephan?” Ağır ağır, lafı sündüre sündüre
konuşmaya başladı: “Eğer güvenime ihanet edersen, neler olur biliyorsun değil
mi?” Berthold, elindeki yatağanı omuzuna vurup sırıttı.
Stephan
usulca iç çekip, dudaklarını araladı: “İddialarınızın temeli yok. Üstelik,
sizinle alakası olmayan bir mesele bu.”
“Ağabey!”
“Böyle
söylemen hiç de iyi değil. Haydi bizi bir yana bırak, ama böyle yaparak hem
kendine hem de Franca’ya acı çektirmiş olmuyor musun?” Tina, yüzünün
ifadesinden ilk defa kaygı ve kararsızlık okunan Stephan’a aldırış etmeden söze
devam etti. “Bundan ötürü, üstümüze vazife olmayan bir konu olduğunu bilsek de
konuşacağız. Stephan, senin kendini ispatlamayı, rütbeni yükseltmeyi neden bu
kadar çok istediğini anlıyoruz. Eğer yeteri kadar çok Kutsal Emanet adarsan,
tanrıçalardan bir mucize bahşetmelerini isteyebilirsin. Sen tanrıçalardan
yardım aldın. İhtiyaç duyduğun bir bilgiyi sana vermelerini diledin.”
Franca
tanrıçalardan, babasının öldüğü anı kendisine göstermelerini dilemişti. Stephan’ın
öğrenmek istediği bilgi ise…
“Berthold
hesabına çalışan ‘Farelerin’ adları.”
Yuuki
böyle söyleyince, Tina başını sallayarak onayladı. “Böylece, her şey açıklığa
kavuşuyor. Stephan’ın başarı üzerine başarı kazanmak istemesinin ikinci bir
sebebi vardı: Eğer ‘Halif Birliği’ içinde yüksek bir mevkiye çıkabilirse, çok
sayıda insana emir verebilecekti. Tanrıçalardan gereken bilgiyi de alınca,
artık Berthold’un tüm adamlarını bir anda tutuklatabilecek, başındaki bütün
dertleri tek hamlede çözebilecekti.”
Berthold’un
yüzü ifadesizleşmişti. Stephan, elinde mızrağıyla öylece duruyordu,
söylenenleri onaylamak veya reddetmek için tek söz bile söylemedi.
“Tüm
ipuçları bir araya gelince görüyoruz ki, Stephan’ın güç edinme saplantısının
nedeni aslında çok basit. Stephan’ın amacı bu adamı Labirent’te getirmek ve onu
kendi elleriyle cezalandırmaktı.”
* *
*
O gün yaşananlar, şimdi bile hafızasında o
kadar canlıydı ki…
Ansızın
saldıran bir Cisimsiz Mahluk Berthold’u yere sermişti ve Usta, Berthold’u
korurken yaralanmıştı. Usta ile Cisimsiz Mahluk’un savaşımı sona erince
Berthold, Usta’ya yaklaşmıştı. Yarasına bakacak, diye düşünmüştü Stephan.
Fakat…
“Midemi
bulandırıyorsun…” Berthold, yanından eksik etmediği yatağanı Usta’ya
saplamıştı. “Komutanlarımız seni pek bir seviyorlar, ayrıca işime karışıp
duruyorsun.” Kılıcı defalarca, defalarca sapladı. “Ne o, yoksa bana karşı mı
koyacaksın? Bence mahzuru yok. Ama eğer ben yeryüzüne sağ sağlim dönemeyecek
olursam, ahbaplarım senin kızını gebertmeye gidecekler. İsmi Franca’ydı, değil
mi? Şimdi on iki, on üç yaşındaydı galiba? En şirin yaşları… Aslında, bu görev
bitmeden seni öldürmeye önceden karar vermiştim. O yüzden gereken hazırlıkları
yaptım, anlarsın ya…”
Usta’nın
kolu, güçsüzce Labirent’in zeminine yığıldı. Stephan, sahneyi umutsuzluk içinde
seyrediyordu. Daha on beş yaşındaydı. Savaşçılıkta, Usta şöyle dursun Berthold
ile bile kıyaslanamazdı henüz.
Yine
de, Usta “Kurtar beni” diyecek olsaydı… savaşırdı. Muhtemelen Berthold onu
paramparça ederdi, gene de, umutsuzca da olsa onunla dövüşürdü.
Fakat
Usta, ondan yardım istemedi. Ölüme adım adım yaklaşırken gözlerini Stephan’a
dikti ve “Sen karışma” diye fısıldadı.
Berthold
ölümcül darbeyi indirdi, sıçrayan kanla ıslanmış suratıyla Stephan’a sırıttı.
“Zayıf olduğu için öldü, ha? Sence de öyle değil mi?”
Kloze
ailesinin bir evladını öldürürse, Berthold bile yakasını kolay kolay
kurtaramazdı. O yüzden, onu gözünü korkutarak susturmayı tasarlamıştı. Stephan,
bunu yıllar sonra anlayacaktı: Berthold, kendini bir suç ortağı gibi
hissetmesine yol açmış, böylece onu psikolojik olarak esir etmişti.
Gerçekten
de, o gün Stephan korkmuştu. Dünyada, ölüm denen şeyi bu kadar hafife alan bir
insanın bulunması, genç adamı ürkütmüştü.
Yeryüzüne
döndüklerinde, Usta’nın evladı ve kendi kardeşi olan kıza, ölüm haberini bizzat
vermişti. Önce kızın ağzını bıçak açmamıştı. Bir süre sonra, nihayet
konuşabildiğinde, şöyle demişti:
“Neden?”
Neden
babam öldü?
Neden,
ağabeyim onu kurtarmadı?
Neden,
onun ölümüne seyirci kaldı?
Neden,
neden, neden, neden…
Stephan
bu sözleri duymuştu… halbuki, Franca böyle kınayıcı sözleri gerçekten telaffuz
etmiş değildi. Suçluluk duygusu yüzünden, gaipten işittiği seslerdi bunlar.
O
günden sonra, yarı kızkardeşi Stephan için, kendi günahının ve zayıflığının
simgesi olmuştu. Franca’yı her görüşte, o korkunç olayı hatırlamıştı. Bu
yüzden, kardeşine bir daha yaklaşamamış, onunla arasına mesafe koymuştu.
İntikam
almak istiyordu. İntikam almak zorunda hissediyordu.
“Zayıf
olduğu için öldü.” Bu cümle, bir bakıma doğruydu. Ve Berthold’u yendiği zaman,
adama kendi sözlerini yedirecekti. Buna yemin etmişti.
Bu
amaçla, durmadan dinlenmeden kendini eğitmişti. Avuç içleri soyulup kanadığında
bile, mızrağını elden bırakmamıştı. Derisi iyileşecek ve iyileştiğinde
eskisinden iki kat daha kalın olacaktı. Bu yeni deri de parçalanıp içinden kan
sızana dek Stephan, mızrağını savurmaya devam edecekti.
Her
şey, Berthold’un Usta ile aynı sonu paylaşması içindi. Ona yenilginin nasıl bir
duygu olduğunu kendi elleriyle öğretecekti… ve onun hayatını çok acı bir sonla
noktalayacaktı.
İntikamın
bencilce bir istek olduğunu biliyordu. İsteseydi belki de Berthold’u tutuklatıp
adalet karşısında hesap verdirmenin bir yolunu bulabilirdi. Öyle yapsa belki de
sorun daha çabuk çözülürdü, belki Berthold yüzünden ölen insanların bir
kısmının kaderi değişirdi. Yine de… o herifi kendi elleriyle öldürmek
istemişti.
Stephan’a
doğru savrulan kılıç, havada şimşek gibi parıldadı. Stephan’ın mızrağı, bu
parıltıyı savuşturdu.
“Demek
bunca zamandır benimle oyun oynadın. Ben de bu bebe neden tek başına geziyor
buralarda diyordum… demek ki peşinden geleceğimi biliyordun.” Berthold bir adım
geri çekildi ve yatağanıyla yeniden saldırı pozisyonu aldı. Stephan duruşunu
değiştirdi ve kendini kavgaya hazırladı.
“Ağabey…
bunlar doğru mu? Niyetin onu öldürmek miydi?” Franca’nın sesi titriyordu.
“Bunu… yapmamalısın! Yoksa, sen de babamı öldüren bu adam gibi bir katil
olacaksın!”
“Olursam
olayım…” Stephan, gözünü Berthold’dan ayırmadan cevap vermişti. Franca’nın
boğazına bir yumruk tıkandı. Stephan devam etti: “Ben bu yola baş koydum.
Sırtımda bir insanın vebalini taşımak zorunda kalsam bile bu işi yapmaya
kararlıyım. Ya sen? Sen bu adamı nasıl cezalandırmayı düşünmüştün?”
“Be…
ben, onu… şehirde, mahkemede…”
“Onu
hakim karşısına nasıl çıkaracaksın? Suçunu itiraf ettirebilir misin?”
“………”
Franca verecek cevap bulamadı.
“Babanın
ölümünü affedemiyorsun. Ama, kendi elini kirletmeye niyetin yok. Davayı
mahkemeye nasıl götüreceğini bile düşünmemişsin. Ne kararlılığın var, ne de
yapacağın şeylerin sonuçlarına katlanmaya hazırsın. Sadece duygularına boyun
eğip çocuk gibi sızlanıyorsun. O yüzden bu işe karışma ve sesini de çıkarma.
Sadece seyret!”
Stephan
mızrağını kaldırdı; ve Usta’sının öcünü almak için saldırdı.
* *
*
Lanet
olsun !
Berthold
suratını buruşturdu. İlk saldırıyı bir şekilde savuşturmuştu. Ancak peşpeşe
gelen saldırılarına karşılık veremiyordu. Stephan’ı fazla küçümsemişti –hem
kararlılığını, hem de yeteneğini.
Hurdacıyla
onun yanındaki şu kız çocuğu, ayrıca Franca da, kendisi için tehlikeli değildi.
Stephan’ı öldürdükten sonra, onları da ebediyete dek susturabilirdi. Bu
düelloya başladığı an onları da gebertmeye karar vermişti, ama Stephan’ın
kuvveti beklediğinden daha fazla çıkmıştı. Bu, tek taraflı bir dövüş olmaya
başlamıştı –Stephan’a saldıracak fırsat bulamıyordu.
Keşke
benim de Ejderdişi Taşı silahım olsaydı!
Dişlerini
sıkıp tüm dikkatini kendini savunmaya verdi. Evet, dedi kendi
kendine, onun yeteneği benden üstün değil, sadece silahı daha iyi. Kusur
bende değil silahta olmalı.
Kusur
nerede olursa olsun, şu an durumu çok kötüydü. Bir yol bulup, buradan kaçmak
için fırsat yaratmalıydı.
“Lütfen
dur, ağabey!” diye tekrar seslendi Franca.
“Çok
konuşuyorsun! Bana engel olma! Yasalar ve ahlak senin için bu kadar önemli mi?”
Stephan’ın
eli zerre kadar bile titremiyordu. Dolanıp yandan saldırmayı deneyen Berthold’u
mızrağının ucu ile köşeye sıkıştırdı. “Böyle bir adamın adil yargılanma hakkı
filan yok…”
“Bu
doğru değil!” diye bağırdı Franca. “Ben… böyle bir adam için senin katil olmanı
istemiyorum!”
“Ne?”
Stephan, çok kısa bir an için açık verdi. Berthold fırsatı görerek davrandı:
Ama önünde duran düşmanına karşı değil, sağ tarafa –Franca’nın olduğu yere
doğru.
“Eyva…”
Franca, iri iri açılmış gözlerle donakalmıştı. Berthold’un amacı, öyle rehine
almak filan değildi. Kızın karnını deşip öldürecek kadar ağır bir yara açarsa,
Stephan’ı da durdurmuş olurdu. Stephan’ı şok geçirirken kesmeyi deneyebilirdi,
o olmazsa kaçmaya yetecek kadar zaman kazanmış olurdu.
Öyle
ya da böyle… kız kardeşine fazla değer
veriyorsun, enayi…
Ağabey
ve kardeş, ikisi de salaktılar. Berthold içinden alaycı bir kahkaha atarak
kılıcını salladı. Kılıcı sapladığında, etin bir an direnip sonra yırtılırken
vereceği hissi… ve Stephan’ın yüzünün alacağı şekli hayal etti. Ve…
Sert,
metalik bir çınlama duyuldu; kılıç, Franca’nın bedenine santimetreler kala
durdurulmuştu.
“Düşünüş
tarzın çok iğrenç.” dedi Hurdacı. “Gerçi, aklından geçenleri okuyabildiğime
göre benim de laf etmeye hakkım yok demektir.”
Yuuki,
göz açıp kapayana kadar Franca’nın beline asılı hançeri kınından sıyırmış, yatağanı
balçağından (tutulan kısmının az önündeki siperinden) yakalayıp durdurmuştu.
Hayatı kılpayı kurtulan Franca, benzi bembeyaz kesilerek yere, popoüstü düştü.
Berthold,
birinci sınıf bir kılıç dövüşçüsüydü. Hiç şaşırmadan, şaşalamadan, refleksle
tepki verdi. Bir adım gerileyip kılıcını kendine çekti, Yuuki’yi yukarıdan
aşağı, çaprazlama kesmek için müthiş bir hızla hamle yaptı.
Hayır
–kılıcı kesme hareketiyle indirecek gibi yapıp, son anda hamlesini
değiştirmişti. Omuz, dirsek, bilek eklemleri o kadar esnekti ki, savaş tarzını
istediği an değiştirebiliyordu. Bu onun kendine özgü, gizli silahıydı. Birinci
sınıf savaşçılar arasında bile, ansızın değişen bir hamleyi görüp de önleyecek
adam bulunmazdı.
Saldırı
o kadar ustaca yapılmıştı ki, Yuuki tepki bile veremedi. Kılıcın ucu, zehirli
bir yılanın dişleri gibi boynuna doğru yaklaşıyordu. Bu oğlanı
öldürürsem, diye düşündü Berthold, kaçış yolum açılmış olacak.
Yuuki’nin kanlar saçarak devrildiğini görmek için sabırsızlanıyordu…
O
anda, koluna rüzgar gibi bir şey çarptı. Kolunun dirsek hizasından aşağısı,
avucunda yatağanı tutar vaziyette havada uçtu, Labirent’in taş duvarına çarptı
ve yere düştü.
* *
*
“Ne?...”
Berthold tam yarım dakika boyunca sağ koluna baktı durdu. Suratından, durumu
kavrayamadığı okunuyordu. Franca ve Stephan da şok içindeydiler.
“A–Aaaaaaaaaaaaaah!
Ko –kolum, be –benim kolum! A –adi herif, sen ne…”
“Kes
sesini.” Yuuki, öfkeyle adamın çenesini sağ eliyle ittirdi. Berthold’un
kafasını ardındaki duvara vurdu, adam çuval gibi yere kapaklandı. “Alt tarafı
araya girip kollarından birini kestim. Senin bugüne kadar yediğin haltlarla
kıyaslanınca, hiçbir şey değil bu.” dedi Yuuki. Stephan’a baktı. “Sizin intikam
arayışınız beni ilgilendirmiyor. Ama bu savaş benim ekibimi de etkilemeye başladı.
İşim gücüm var benim.”
“…yolumdan
çekil, Hurdacı.”
“Hurdacıysam
ne olmuş?” Yuuki, Franca’ya baktı.
“Şey…
ben…” Medyum kız kendini toparlamıştı. Yavaşça ayağa kalktı. “Teşekkürler, Bay
Yuuki. Ağabey, özür dilerim… ama senin yolundan çekilmek istemiyorum.”
“………”
“Bu
adama acıyor değilim, ‘canını bağışla’ da demeyeceğim. Ama ağabeyimin bu adama
benzemesini istemiyorum. Öldürürsen, benden sonsuza dek uzaklaşacağını
hissediyorum.”
“Bu
adam hayatta kalsın mı istiyorsun?”
“Şey…”
“Sen
sadece her şeyi unutup, hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya çalıştın. Seni
kınamıyorum, ama bana engel olmaya hakkının olmadığını düşünüyorum. Çekil
önümden.”
“Çekilmeyeceğim.
Önceliklerimi yanlış seçmiş olabilirim. Sen benden uzaklaşmıştın, aklından
neler geçtiğini anlayamıyordum; bunlara üzülüp duracağıma sana gelip ne
düşündüğünü, ne yapmayı planladığını sormalıymışım.”
“İş
işten geçti artık. Birazdan her şey bitecek. Çekil artık yolumdan, Franca.”
“Ben…”
“Ah,
bir soru soracağız…” Havadaki gerilimi hiç de umursamayan Tina lafa karışıverdi.
“Stephan, senin öfke ve üzüntü hissetmen çok doğal ama… neden, Franca’ya hiçbir
şey anlatmadın?”
“………”
“Franca
ile birlikte öfkelensen, Franca ile beraber ağlasan daha iyi olmaz mıydı? Sen
bu duyguları ustan öldürüldüğü zaman hissetmeye başladın. Güçlü olmanın
anlamını, intikam almanın anlamını, beraberce düşünmeniz daha hayırlı olurdu.
Neden Franca’yı reddettin?”
Tina’nın
sesinde suçlayıcı bir tını yoktu. Sanki öğüt verir gibiydi, tavrında tuhaf bir
otorite seziliyordu. Stephan, sanki bir zayıflığı görülmüş gibi tedirgince
cevap verdi:
“Ben…
onu reddetmedim.”
“Ama
bir insan diğerinden uzaklaşınca, aralarındaki bağ zayıflamaz mı? Sonuçta, sen
de Franca’dan farklı değilsin. Sen de her şeyi kendi içinde düşündün, meseleyi
kendi öfkeni tatmin edecek bir yolla çözmeye çalıştın. Tina sizin ailenizden
biri değil, tabii, o yüzden seni yargılamak gibi bir niyetimiz yok. Fakat,
Franca’nın babasını koruyamadığın için suçluluk duyuyorsan, Franca’nın yanında
olman gerekmez miydi?”
“………”
“İş
işten geçmiş değil, diye düşünüyor Tina.”
Franca
hiçbir şey söylemeden, ağabeyinin konuşmasını bekledi.
“Ben…”
Kararsız bir sesle Stephan bir şeyler söylemeye başladı.
Tam
o sırada Yuuki’nin görüş alanına ‘o varlık’ girdi.
* *
*
Ayağa
kalkacak gücü kalmamıştı.
“Lanet
olsun! Lanet olsun! Ne boktan iştir bu!” Berthold, yarı baygın halde
küfrediyordu. O, bu hallere düşecek adam değildi. Bu işte bir yanlışlık vardı.
Stephan’ı alt edememesi açıklanabilir bir şeydi, oğlanın bir ejderdişi taşı
silahı vardı. Ama bu Hurdacı’ya sağ kolu kaptırmak, korkunç bir utanç
tattırmıştı Berthold’a. Dayanılır şey değildi bu.
Bir
yanlışlık vardı bu işte, Berthold o yanlışlığı ne yapıp edip düzeltecekti.
Kolunun intikamını mutlaka alacaktı. Güç istiyordu. Evet, şu Stephan’ın
ejderdişi taşı silahı gibi bir şeye sahip olmak istiyordu.
O
sırada Berthold, ufak bir canlının kendisine bakmakta olduğunu fark etti.
Hayvanın dişleri bir sincabınkine benziyordu. Ama normal bir hayvan olmadığı
besbelliydi: Alnının tam ortasında, bembeyaz bir taş parçası vardı.
“Vay…”
Berthold’un ağzından şaşkın bir nida döküldü. Bu taşın ne olduğunu biliyordu.
Altmışıncı katmanda, ekibi yok olmadan hemen önce görmüştü bunu. Bir defasında
da, bu tür bir taştan bahseden bir kitap okumuştu.
Sincaba
benzeyen yaratık, ilginç bir şeyi seyreder gibi; ve bir şeyler sorar gibi,
gözlerini kısarak Berthold’a baktı.
“Ver
onu bana.” dedi Berthold, sessizce sorulmuş bir soruya cevap verircesine. “O
gücü bana ver –‘Beyaz Karların Ejderdişi Taşı’nı ver bana!”
* *
*
“Durdurun
şunu!”
Bağıran,
Yuuki’ydi. Ama geç kalmıştı. Ufak bir canlı, Berthold’a doğru koştu ve onun
göğsüne girdi –eriyip adamın etine işlemişti adeta.
Ve…
Berthold’un bedeni değişmeye başladı.
Bir
terslik olduğunu anlayan Stephan, Amunis mızrağını adama doğru
sapladı. Ama, şimşek hızıyla ilerleyen mızrak bir el tarafından kolayca
yakalandı –Yuuki’nin az önce kestiği, Berthold’un sağ eli tarafından.
“Hah,
hahahahahahaha! Harika bir duygu bu!” diye mırıldandı Berthold. Sesi
değişmişti, gülüşü kulağa bir insanın kahkahası gibi gelmiyordu. Elini
zahmetsizce sallayıverdi. Stephan’ın boğazından şaşkın bir inilti koptu –oğlan,
hiç de ufak tefek birisi olmadığı halde, havaya savruldu ve duvara sertçe
çarptı.
Berthold,
yarı ejderha ve yarı insan bir varlığa doğru dönüşüm geçiriyordu. Dikkatli
bakınca, giysilerinin yırtılıp döküldüğü ve derisinin yerini zırh gibi bir
kabuğun aldığı fark ediliyordu. “Amma da hafifmişsin. Daha çok et yemelisin,
Stephan.” Sağ elinde Amunis mızrağını tutarak, Ejderha–Adam
alaycı bir kahkaha attı.
“Efendi,
bu şey acaba…”
“Bir
Cisimsiz Ejder.” dedi Yuuki acı bir sesle.
“Cisimsiz
Ejder dedikleri şey… ejderdişi taşlarını koruyan mahluklar mıydı?”
“Tam
değil. Aslında onlar ejderdişi taşının koruyucusu değil ta kendisidir –canlı
biçimine bürünmüş birer taştır onlar. Ama öyle bilindik taşlardan da
değillerdir tabii. Bilinçleri vardır, keyiflerine göre Labirent’te dolaşırlar.
Bazen de insanları sınavdan geçirirler. Acaba bu insan, bizim sahibimiz olmaya
layık mı, diye.”
“Öyleyse…
taş, bu adamı kendi sahibi olarak mı görüyor?”
“Hayır.
Ejderdişi taşları kimseye kolay kolay bağlanmazlar. Bu bir deney, sanırım –taş,
ona geçici olarak güç veriyor.”
Eğer
kendilerine söz geçirebilecek bir insan bulurlarsa, ejderdişi taşları birer
ejderdişi silahına dönüşmeyi kabul ederlerdi. Mesela, Stephan’ın taşıdığı Amunis mızrağı,
herhalde ‘Göğü Tutan Tanrıça’nın Silahşor’üne boyun eğmiş olan taştı.
Buna
karşın, eğer gücünüzü beğenmezlerse asla ejderdişi taşından yapılma bir silahı
kullanamazdınız. Silah biçimine bürünmeyip doğrudan adamın bedenine işlediğine
göre bu taş, Berthold’un güç için yalvaran sesine cevap vermişti. Taşın, belki
de sırf keyif olsun diye yaptığı bir şeydi bu. Öyle ya da böyle, durumun çok
tehlikeli olduğu açıktı.
“Bana
geri gel, Amunis.”
Stephan,
öksürüklerinin arasından bu cümleyi fısıldamıştı. Öksürdükçe, ağzından kan
geliyordu. Sahibinin sesine tepki veren mızrak Berthold’un elinden kayboldu ve
Stephan’ın avucunda belirdi.
“Bayılıyorum
bu ejderdişi taşı silahlarına. Harika aletler, doğrusu. Ama, şu anki halimle o
silah bile yenemez beni.” Berthold böyle söyledi ve kamburunu çıkararak
saldırmaya hazırlandı. O sırada…
“Ooo?
Neler oluyor burada?”
Ayak
sesleri işitildi. Üç erkek yaklaşıyordu. Şaşkın bir sesle konuşmuş olan Jahar
ile, iki tane medyum. Artık insana benzemeyen Berthold, o yana doğru dönerek
ağzını araladı:
“Selam,
Jahar.”
Kılıç
ustası Jahar, kaşlarını çattı. “Sen… bizim aciz köpek Berthold değil misin be?
Ne oldu sana yahu, ne bu acayip şekil?”
“Ben
sana önceden beri gıcık oluyordum, Jahar. Nasılsa hepinizi eninde sonunda
öldürecektim, hazır ayağıma gelmişken aperatif niyetine geberteyim seni.”
“………”
Karşısındaki
rakibin kalbinde öldürme isteği varsa, Jahar bunun kokusunu alırdı. Rakip,
insan mı değil mi anlaşılmayan bir varlık olsa bile. Jahar tek söz etmeden o
kocaman kılıcını çekti ve müthiş bir hızla Berthold’un üzerine atıldı. Fakat…
“N
–ne?”
İnsanlara
karşı kullanılmak için fazlaca ağır ve keskin olan o dev kılıç, Berthold’un
boynunun gövdesiyle birleştiği yerde durmuştu. Kılıç, Labirent’te yankılanan
tok bir çarpma sesi çıkarsa da hiçbir yara açamamıştı. Berthold’un ağzından bir
önce kıkırdama sesi, ardından tek bir sözcük döküldü:
“Geber.”
Dehşetli
bir ses çıktı. Jahar, normal bir insan gözünün göremeyeceği bir hızla Labirent’in
duvarına toslamıştı. Duvarda yarım küre şeklinde bir çukur açtı, yavaşça kayıp
yere düştü. Düştüğü yere sessiz soluksuz, kımıltısız yığıldı. Aslında, adamın
tek parça halinde kalması bile bir mucizeydi.
Berthold,
alt tarafı sağ eliyle tek bir yumruk atıvermişri. Hızı ve kuvveti normalin çok
üstündeydi artık. “Eee, sırada kim var?”
“Aaaaaaaaaaaaaaaah!”
Kısa boylu bir medyum, paniğe kapılarak rastgele saldırı büyüleri savurmaya
başladı. Kıvılcımlar saçıldı ve alevler hava dans etti.
“Yapma,
aptal!”
Yuuki,
bağırmakta geç kalmıştı. Berthold’un yumruğu, adamın gövdesini ve kalbini deşip
geçmişti bile. Medyumun yüzüne fırlattığı sihirli fırtınanın arasında, sanki
bahar güneşi altında gezintiye çıkmış gibi rahatça yürümüş, elini zahmetsizce
adama saplayıvermişti.
Diğer
medyum sırtını dönüp kaçacak oldu.
“Gerizekalı.”
Berthold, insanın asla erişemeyeceği bir süratle adamın peşinden gitti ve
adamın sırtında kocaman bir delik açtı. Sıçrayan kanlarla kırmızıya boyanmış
Ejderha–Adam, yavaşça dönerek şöyle dedi:
“Görüyorsunuz
işte. Elimden kaçabileceğinizi sanıyor musunuz? Haydi, beni biraz eğlendirin
bakalım.”
“Siz
hemen gidin. Bu herifin asıl hedefi benim.”
Stephan,
mızrağını savaş konumuna getirerek ilerledi. Fakat yürürken yalpalıyordu.
“Ağabey!”
diye çığlık attı Franca. Stephan’ın, savaşacak değil yürüyecek hali bile yoktu.
Genç adam ölüme gidiyordu.
“Efendi…”
Tina yalvaran gözlerini kaldırmış, bir şeyler yapmasını uman bakışlarla
Yuuki’yi seyrediyordu. Kızın ne düşündüğü anlaşılıyordu: Franca, Stephan’ı
kaderine terk edip gitmezdi. O halde… başka çare yoktu. Yuuki derin bir nefes
aldı.
“Bu
herifi yenmenin bir yolu var.”
Asıl
sorun, onu yendikten sonra başlayacak…
diye düşündü Yuuki.
* *
*
Ele
geçirdiği güç Berthold’u sarhoş etmişti.
Kolunu
şöyle bir sallayarak bir insan bedenini imha edebiliyordu. Kutsal Emanetler de,
medyumların kerametleri de ona hiçbir zarar veremiyordu. Artık o, bu dünyadaki
en güçlü varlıktı.
Düşmanlarından
dördü hala hayattaydı. Stephan, Franca, Yuuki ve Tina. Bir şey tartışır
gibiydiler ama saldırmaya da kalkışmıyorlardı. Bu menüde ana yemek, Stephan ile
Yuuki’ydi. Onları hemencecik yiyip bitirirse, tatlarına yeteri kadar
varamayacaktı.
Eee,
kaçacak mısınız yoksa üzerime mi yürüyeceksiniz? Yüzlerinin ifadesine bakınca, ikinci şıkkı seçtiklerini anladı.
“Haydi!”
Yuuki’nin bu komutu üzerine, Franca bir keramet kullandı. Ne kadar
faydasız, diye düşündü Berthold pis pis sırıtarak. Fakat kızın hedefi,
Berthold değil onun etrafındaki duvarlar ve zemindi. Toz zerrecikleri ve tahta
kıymıkları havada uçuştu, bir duman perdesi Berthold’un görüşünü kapattı.
“Mantıklı…
beni körleştirmeye çalışıyorlar.” Berthold hiç istifini bozmadan bekledi, ne
isterlerse yapmalarına izin verdi. Zaman kazanıp kaçmayı deniyorlarsa, onları
takip ederdi. Bu toz, talaş ve duman perdesinin etki alanından çıkıp onları
yakalayıverirdi. Yok, eğer saldırmaya niyetliyseler…
“Saldırılarına
karşılık veririm, olur biter.”
Bunu
söyler söylemez, dumanların içinden bir hançer üzerine doğru geldi. Berthold,
yumruğunu sallayıp hançeri savuşturdu. Bu hançer bir Kutsal Emanetti, herhalde
ya dördüncü ya da üçüncü derecedendi. Hurdacıya ait olmalıydı.
Keramet
ile örülmüş duman perdesi henüz dağılmamıştı, Berthold pek bir şey göremiyordu.
Düşmanın stratejisi, ara vermeden peş peşe vur–kaç yapmaktı. Berthold bunun işe
yaramayacağından emindi. Zırhlı derisi, muhtemelen Stephan’ın mızrağına bile
direnebilirdi. Şu ufacık hançerin saplanması ile, sivrisinek ısırığı kadar bile
canını yakmazdı.
Bir
an karşısında Yuuki’yi gördü. Yumruğunu savurdu. Oğlan yumruğun yolundan
çekildi, çekilirken de hançerinin ucunu Berhold’un göğsüne çaldı fakat bir
sıyrık bile açamadı.
“Anlamsız
şeyler yapıyorsun.” O alay etmekle meşgulken, bir saldırı daha geldi. Bu kez,
hançer derisine iki kez batırılmıştı. Berthold damağını şaklattı. Nereden,
kimden eğitim almıştı bilmiyordu ama bu Hurdacı’nın vücudu çok esnek ve çevikti
doğrusu.
Fakat
ne yaparsa yapsın, gerçeği değiştiremezdi: Berthold’un, ejderdişi taşının
gücüyle donanmış zırhını delmesi imkansızdı. Saldıra saldıra elbet yorulacaktı.
Yuuki
dumanların arasından tekrar göründüğü. Üzerine gelen sağ yumruğu savurup iki
defa, ardından sol yumruktan kaçınıp üç defa, bıçağını Berthold’a sapladı.
Derisinde ufak çizikler açıyordu sadece, ama Berthold’un asabını fena halde
bozmuştu. Berthold, ‘kaçmadan yakalayayım şunu’ diyerek ellerini ona doğru
uzattı; bıçağın gümüşi pırıltısını gördü. Hançerin ağzını, bu defa belki beş
defa teninde hissetmişti.
“Ulan
hergele!” Sabrı tükenmişti, ileriye doğru kocaman bir adım attı. Ve o an,
Stephan’ın mızrağı ile karşılaştı. Demek ki Hurdacı bir yemdi. Başından beri,
Berthold’un dikkatsizce bir hareket yapması için saldırmıştı. Fakat…
“Hahahahahah!”
Berhold bir kahkaha attı.
Stephan’ın
mızrağı Amunis’in keskin ucu, derisine gömülmüş ama onu
delememişti. Ejderdişi taşından yapılma da olsa, bir silahın bu deriye etki
edemeyeceği böylece ispatlanmıştı.
Keramet’in
vadesi dolmuştu. Duman perdesi dağıldı. Düşmanlarının hiçbiri kaçmamıştı, dördü
de karşısında duruyordu.
“Saldırınız
bitti mi? Öyleyse sıra bende…”
“Bitmesine
bitti, ama…” dedi Yuuki. “Bittiği için, senin saldırma şansın kalmadı.”
Berthold
kaşlarını çattı. O, bu sözün manasını anlamaya çalışırken –bedeni değişmeye
başladı.
* *
*
“Ne…
ne?” Dehşet içindeki Berthold, önceki görüntüsüne –insan şekline– geri döndü.
Dizlerini bağı çözüldü, yere yığılıverdi.
Ejderdişi
taşının meydana getirdiği zırhlı kabuğu eriyip gitmişti. Geriye, sağ kolu
eksik, gücü tamamen tükenmiş, aciz haldeki bir adamın sureti kalmıştı.
“Anlayacağın,
ejderdişi taşı seni beğenmedi.” diye mırıldandı Yuuki, elindeki hançeri
Franca’ya geri verirken.
Ejderdişi
taşları, onlara sahip olmak isteyen insanların yeteneklerini ölçerlerdi.
Stephan’ı ve Yuuki’yi yaralamaya çalışırken Berthold’un içinde kabaran güçlü
irade ve kalbinden taşan kana susamışlık, ejderdişi taşının ilgisini çekmiş
olmalıydı. Taş şöyle düşünmüştü: Bakalım, bu adama gücümü ödünç vermeye
değer mi?
Bu
sorunun cevabı olumsuzdu. Berthold, taşı hayal kırıklığına uğratmıştı. Taşı verimli
kullanmayı, taşın içindeki gücün tamamını açığa çıkarmayı başaramamıştı. Sadece
taşın ona armağan ettiği dayanıklılığa bel bağlamakla yetinmişti. Üstelik
Yuuki’de tek bir yara bile açamamış, Stephan’ın saldırısından kendini
koruyamamıştı. Yani, su götürmez bir şekilde diskalifiye olmuştu.
Yuuki’nin
amacı, durum değişene kadar beklemekten ibaretti. Berthold’u yenmeseler de
kavga kendiliğinden sona ermişti. Sorun, Yuuki’nin umduğu şekilde çözülmüştü
ama… geriye bir problem daha kalmıştı.
“Pekala,
şu büyük odaya gidelim! Çabuk!”
Yuuki,
önceden kararlaştırılmış plan doğrultusunda komut verdi. Franca, ağabeyinin
kolunun altına girip ona destek olarak koşmaya başladı. Eriyip Berthold’un
gövdesinden ayrılan ejderdişi taşı, devasa bir varlığa dönüşüyordu. Ağır
tempoyla üçe kadar sayacak kadar bir süre içinde, dönüşümünü tamamladı. Kar
beyaz renkte bir ejderha şeklini almıştı.
“Aa–ah!”
Berthold, zeminde sürünerek kaçmayı deniyordu. Çıkardığı iniltiler ansızın
kesiliverdi, üstüne basan devasa bir ayağın sesi duvarlarda yankılandı.
“Kocaman
bu be!”
“Beyaz
Karların Ejderdişi Taşı… dedikleri şeyin gerçek görüntüsü böyleymiş demek ki.
Sen de hayran hayran bakacağına elini çabuk tut. Yoksa biz de öleceğiz şimdi.”
“Güven
bize! Hey, sen: Düş aşağı bakalım!”
Tina
böyle der demez, Cisimsiz Ejderin ayağının dibindeki zemin çöktü. Açılan
kraterin derinliği sadece birkaç metreydi ama devasa canavarı
hareketsizleştirmek için yeterliydi. Düştüğü yerden hemen çıkamazdı –onun
çukurda debelenmekle kaybedeceği zamanı Yuuki ve Tina kazanacaktı.
Cisimsiz
Ejder, öfke dolu bir sesle böğürdü. Bu sesle beraber, o ana kadar kraldan
korkan hizmetkarlar gibi kendilerini gizlemiş olan Cisimsiz Mahluklar, birer
ikişer açığa çıkmaya başladılar.
“Eyvah
eyvah… kaçalım buradan!”
Yuuki
ve Tina, Franca ve Stephan’ın gittiği yöne doğru koşmaya başladılar. Tina’nın,
herkesi ışınlayacak kadar Kutsal Gücü kalmamıştı. Planları, Tina’nın gücünü
Cisimsiz Ejderi yavaşlatmak için kullanıp başka bir yoldan kaçmaktı.
Bu
katmanda, bir çırpıda neredeyse yeryüzüne kadar çıkmaya yarayan bir yöntem
vardı. Cisimsiz Mahlukları da Ejderhayı da burada bırakıp, geri çekilmek
mümkündü.
“Işınlama
cihazından yayılan Kutsal Gücü hissediyoruz. Şu taraftan!”
Tina
koşarak büyük odaya girdi, duvarların bir köşesine yaklaştı.
“Orada…
orada önemli bir şey mi var?” diye, nefes nefese sordu Franca.
“Şu
malum ışınlama cihazının diğer ucu bu. Hani şu senin bulduğun taş abide vardı
ya.”
“Ben
bu taşı incelediğimde, sıradışı bir şeye rastlamadım.” dedi Stephan.
“Çalıştırılması
için bazı koşulların yerine getirilmesi gerek. Tina, rica etsem…”
“Tamam.
Onu çalıştırıp, bu katmandaki tüm insanları üçüncü katmana göndermeye
ayarlayacağız.”
Tina
böyle der demez, Yuuki derin bir rahatsızlık hissine kapıldı. “Yolunda olmayan
bir şeyler var. Bir şey yanlış…”
Birdenbire,
neyin ters olduğunu anladı: Tina az önce: “Kutsal Gücü hissediyoruz…” demişti.
Yani…
“Olamaz.”
diye fısıldadı Tina.
“Ne
oldu? Yoksa çalışmayacak mı?” Franca’nın alnı, kaygı ile kararmıştı.
“Hayır,
çalışması mümkün. Ama… nasılsa Tina dokunmadan önce birileri aygıtı
çalıştırmış. Yani onun ayarını değiştiremiyoruz.”
Anlaşıldı… Yuuki kendisini serinkanlı olmaya zorlayarak, sordu: “Neden çalıştı
acaba… diye sormanın yararı yok. Başımıza ne gelecek şimdi, sen ondan haber
ver.”
“Ayarını
değiştirmeden ışınlama yaptırmak zorundayız. Bizi üçüncü kata gönderecek… bizi,
yani bu kattaki tüm insanları ve Cisimsiz Mahlukları…”
“………”
Bu cümlenin anlamı kafasına dank edince, Yuuki’nin midesine buz gibi bir ağrı
saplandı. Kendileriyle beraber bu katmandaki Cisimsiz Mahluklar ile ‘Beyaz
Karların Cisimsiz Ejderi’ üçüncü katmana, şehrin hemen yanıbaşına… çoğu acemi
olan sayısız araştırıcının gezindiği bir bölgeye ışınlanırsa…
“Bu
bir felaket olur.” dedi Stephan alçak sesle.
O
sırada, Cisimsiz Mahluklar odaya doluşmaya başladı. Cisimsiz Ejderin ayak
sesleri yankılana yankılana yaklaşıyordu.
“Tina,
ışınlanmayı iptal edip aygıtın ayarını değiştirsen…”
“Yapamayız!
Zaman yok ki!”