18.06.2020

BÖLÜM 4 - BEYAZ KARLARIN EJDERDİŞİ TAŞI

resim
Çevirmen: Alper
 

 

Şafak vaktinden önce, Labirent Yolu’nda tek başına yürüyen biri vardı.

 

Stephan ve ekibi, sabah yola çıkacağız demişti. Bu saatte giderse, Labirent’e onlardan önce girebilecekti. Franca, ağabeyiyle doğrudan pazarlık etmek, onun ekibine katılmak niyetindeydi. Kendi kuvvetini kanıtlamak, kendini ona ispat etmek istiyordu.

 

Stephan olsun Berthold olsun, hepsi de kuvvete inanan cinsten araştırıcılardı. Herhalde Franca’dan çekinmeleri için hiçbir neden yoktu.

“Senin asla yüzleşmeyi başaramayacağın kadar derin bölgelerde, ben varım.” demişti ağabeyi. Öyleyse, yüzleşme zamanıydı! Onunla aynı yerde duracak, ona eşit bir insan olarak konuşacaktı.

 

Franca’nın karşısına, birkaç gölge dikiliverdi. Franca, refleksle savunma duruşuna geçtiğinde, gölgelerden biri tanıdık bir sesle konuştu:

“Bak, geldi işte. Size demedim mi?”

Konuşan, Alfredo’ydu. Onun yanındaki siluetler, Yuuki ile Tina’ya aitti.

“Hepiniz, neden topluca…”

“Usta, çırağını iyi tanıyormuş demek ki.” dedi Yuuki omuz silkerek.

“Ey, Franca… sen akılsızca bir iş yapmayı mı düşünüyordun, yoksa?” Tina’nın yüzünden hem hiddet, hem endişe okunuyordu.

“E… şey…” Hiç beklemediği bu gelişme karşısında Franca ne diyeceğini bilememiş, gözlerini kaçırıyordu. “Özür dilerim.”

“Ne yapmayı planlıyordun ki? Stephan’lara: ‘Ben de sizinle geleceğim’ mi diyecektin, yoksa peşlerinden sessizce takip etmeyi mi düşünmüştün? Alfredo amca, bu ikisinden birini yapacağını tahmin ediyordu.”

“E… her ikisi de doğru. Onlarla gitmeme izin vermeseler bile, peşlerinden gitmeyi düşünmüştüm.”

Alfredo iç çektikten sonra: “Senden sorumlu kişi olarak, gitmeni yasaklıyorum. Senin henüz onlara eşlik edecek gücün yok.” dedi. “Babanın davasını çözmek istiyorsun, değil mi? Zamanla, eline o olayı çözmek için pek çok fırsat geçecek. Yok, illa da Stephan’la eşit koşullar altında konuşmak istiyorsan, önce kendini kuvvetlendirmen yerinde olur. Sende o potansiyel var.”

“Teşekkür ederim, usta. Fakat artık sabrım kalmadı.” Franca’nın yüzünde acı bir tebessüm vardı. “Babam benim için çok önemliydi. Hem güçlüydü, hem iyi kalpliydi; bende çok hatırası var. Labirent’te araştırma yapmaya gittiği için her gün görüşemezdik onunla, ama eve dönüşünde kollarını kocaman açar beni kucaklardı. O zamanlar çok mutluydum. O yüzden…” Yüzünün ifadesinin değişmesine engel olamıyordu. “Bunu benden çalan insanları affedemem, hatıralarımı çiğneyip geçmelerine dayanamam. Gerçekleri öğrendiğime göre, bir an önce…”

“Tam tahmin ettiğim gibi, tanrıçalara başvurmuşsun.” diye söylendi Yuuki. Franca, tokat yemiş gibi irkildi, başını kaldırıp oğlana baktı.

“Dün öyle saldırganlaşman bana tuhaf gelmişti. Adamı çok kesin bir tavırla suçluyordun. Aslında sen, nasıl bir sorun çıkarsa çıksın olay çıkarmayan ve üzüntüsünü içine atan bir karaktere sahipsin.” Kızın yüz ifadesine bakılırsa, Yuuki isabetli atışlar yapıyordu. “Stephan’a öyle diş göstermen, ancak sağlam yerden bilgi almış olmanla açıklanabilir. Ve o bilgiyi, şu son birkaç gün içinde edinmiş olmalısın.”

“………”

“Tanrıçalara Kutsal Emanet adamak, temel olarak ‘Halif Birlikleri’nin işi; ama başka insanları adak adamaktan alıkoyan bir kanun da yok. İsteyen, tapınağa bir Kutsal Emanet koyup karşılığında bir ödül alabilir. Para isteyebilir mesela; veya adadığı Kutsal Emanete uygun seviyede bir mucize isteyebilir. Eğer: ‘Bana suçluyu söyleyin’ diye dileyecek olursa…”

“…onlara söylediğim şey tam olarak şuydu: “Bana, babamın öldüğü anı gösterin.” Dünden önceki gün, hani tiyatroya gidip de kuklaları seyredemediğimiz gün, Tina’dan ayrıldıktan sonra…”

 

Franca’nın babası, Stephan’ın mızrak eğitmeniydi. Aralarına mesafe girmiş olsa da Franca: ‘Ağabeyim, o ölüm hakkında kendi kendisiyle hesaplacak… ve bana olay hakkında gerçekleri anlatacak…’ diye beklemişti. Sonra Stephan, Berthold’u ekibine katmış, Franca’nın babasının vefatını ‘zayıflığından öldü’ diye geçiştirmiş ve kızın duygularına ihanet etmişti.

 

Böylece Franca, ‘Gökleri Tutan Tanrıça’nın mabedine gidip, babasından yadigar kalan Kutsal Emanetlerden birini adamış; bir mucize dilemişti.

 

Doğru, son zamanlarda sağduyulu davranmıyordu. Fakat insan, gerçekleri bir defa gördükten sonra, görmemiş gibi yapabilir miydi? Aradığı bilgiyi bir kez edindikten sonra, intikam almaya çalışmayacaktı da ne yapacaktı?

 

“Ne gördün?”

“Görmeyi hiç istemediğim bir sahneye şahit oldum: Önceden, ne göreceğimi düşündüysem onu gördüm.”

“Ne yaparsan yap, o gördüğün olayı değiştiremeyeceksin. Aldığın riske karşılık eline hiçbir şey geçmeyecek.”

“En azından içim rahat edecektir. Siz, insanın babasının öldürülmüş olması nasıl bir duygudur bilir misiniz, Bay Yuuki?”

“………”

“Özür dilerim. Lütfen geçmeme izin verin.”

 

Yuuki, pes etmiş bir tavırla iç çekip yolu açtı. Burada ayrılırlarsa, herhalde aralarındaki bağ sonsuza dek kopacaktı… Franca’nın içine öyle doğuyordu. Yuuki, artık kızın işine daha fazla burun sokmayacaktı. Bunu düşününce Franca hem rahatladı, hem de dayanılması çok güç bir yalnızlık hissetti. Kendini adım atmaya zorladı ve yürümeye devam etti.

 

*

 

“Böylece yükümlülüğümüzü yerine getirmiş olduk. Tabii ki hiç bir işe yaramadı…” diye fısıldadı Yuuki. Delice bir işe kalkıştığını ve bu işe sırf duygularını tatmin etmek için kalkıştığını bilen; gene de kararından geri dönmeyen bir insanı durdurmanın yolu yoktur.

 

Alfredo, ortaya: “Zamanınızı boşa harcadığım için kusura bakmayın.” diye bir laf atıp, Franca’nın ardından gitti. Kızı ikna etmeyi bir defa daha denemek için, onun ardından gitmeyi deneyecekti.

“Haydi bakalım Tina, biz de geri…”

“Seni aptaaaaaaaaal!” diye bağırdı Tina, onun baldırını tekmeleyerek.

“Ah!”

“Bir bildiğin vardır zannettik de sessizce bekledik. Sonra da neymiş, ‘tabii ki bir işe yaramadı’ymış! Sende insan yüreği yok, Efendi! Sürüngen gibi soğuk kanlı biri olmuş çıkmışsın!”

“Elimden ne gelir ki? İkna etmeyi denedim. Ama Franca durmadı. Bundan başka ne yapabilirdim ki ben?”

“Yeter, konuşma. Seni yanlış tanımışım!” Tina, acımasız gözlerle Yuuki’yi süzdü, pat diye sırtını dönüp yürümeye başladı…

…Labirent’e doğru gidiyordu.

“Nereye gittiğini sanıyorsun?”

“Franca’ya yetişip onu durduracağız. Durduramazsak da derin katmanlara inebilsin diye ona yardım edeceğiz.”

“Bir tanrıça olduğunu açık mı edeceksin?”

“Gerekirse. Ondan bir Kutsal İnci alır bir mucize gösterir, onu tanrıça olduğumuza inandırırız. En kötü ihtimalle Kutsal Gücümüz bitse bile onu bir kalkan gibi koruyabiliriz. Cisimsiz Mahlukların gücü Tina’ya zarar vermeye yetmez nasılsa.”

“Bu yaptığımız anlaşmaya aykırı. Tanrıça olduğunu kimseye söylemeyeceğine söz vermiştin.”

“Anlaşma mı?” Tina durdu ve Yuuki’ye döndü. “Bize ne bundan be! Kulağını aç da dinle, Efendi! Tina bir tanrıça; ve bir tanrıça olarak kalabilmek için bu yere geldi. Varoluş sebebimiz insanları korumaktır! Gözümüzün önündeki bir insanı bile kurtarmayacaksak, kendimize ne yüzle tanrıça diyeceğiz? Bedeli kendimizi yadsımaksa, varsın önümüzde bir kap yemek ve başımızın üstünde bir çatı olmayıversin!”

Bunları bir çırpıda söylediği için nefes nefese kalmıştı. “Bu hiç işime gelmez.” dedi Yuuki.

“Başına dert sarmayacağız.” Tina, kısmen sakinleşmişti. Söze devam etti: “Şimdiye kadar yaptıkların için sağ ol. Bundan böyle seninle…”

“Mesele o değil. Ticarette yatırım diye bir kavram vardır. Kullandığın parayı fazlasıyla geri alman gerekir. Benim senden hiç kazancım olmadı. Borçlarını ödememek tanrıçalara yaraşır mı?”

“Ne istiyorsun bizden? Tina’da para filan yok ki.”

“Ben de onu diyorum ya! Senin anlaşmayı çiğnemen benim işime gelmiyor. O yüzden, seninle uzlaşmak mecburiyetindeyim. Anlıyorsun ya? Başka çarem yok.”

“Ha? Ha?” Tina, birkaç kez göz kırpıştırıp başını yana eğdi. “Yani… yardım mı edeceğini mi söylüyorsun?”

“Kazancımı çoğaltmak için bir orta yol bulmaya çalışacağım, diyorum. Şey, Franca’yı kurtarmak için de aklıma bir fikir geldi birden…”

“Sahiden de bir planın vardı demek ki!” Tanrıça’nın çehresi birden aydınlanıvermişti. “Aferin Efendi’mize! Soğukkanlı filan dediğimiz için kusura bakma.”

Aynen öyle… diye düşündü Yuuki. Soğukkanlı filan değilimBen sadece korkağım. Bir bahane bulmadan başkalarının hayatına müdahale edemeyecek kadar korkak.

“Eee? Eee? Plan nedir? Çabuk söyle!”

Yuuki, heyecandan yerinde duramayan Tina’ya acı bir gülüşle baktı; ve şöyle dedi:

“Franca, gücünü Stephan’a ispat etmeyi istiyor. Ama Stephan birinci sınıf bir savaşçı, Franca ise sadece dördüncü seviyeden. Kıza yardıma giden Alfredo amca üçüncü seviyeden, bense alt tarafı dokuzuncu seviyeyim. Böyle bir ekiple, o adamların ineceği derin katmanlara gitmek zor olur… o yüzden, zayıfların hakkı olan şeyi yapacak ve kurnazlığa başvuracağız.”

“Kurnazlık, derken… nasıl bir kurnazlık?”

“Senin gücünü kullanarak Franca’ya büyük bir başarı kazandıracağız, Tanrıça hazretleri.”

 

Franca, şaşkın gözlerle Yuuki’ye baktı.

 

*

 

Stephan, adamlarının her birinin silahlarını ve ekipmanını kontrol ettikten sonra başını öne doğru salladı: “Pekala, yola çıkıyoruz.”

 

Ekip, Labirent’in içlerine doğru indi. Ön kanatta Stephan, Berthold ve Jahar; arka kanatta iki medyum. Toplam beş kişiydiler.

 

Bu araştırma seferinde birkaç farklı hedefleri vardı: Bugüne dek ulaşılmış en derin yer olan altmış ikinci katmandan daha da aşağıdaki bölgelere inmek. Berthold’un rastladığı insan biçimli Cisimsiz Mahluk’u kendi gözleriyle görmek, mümkün olursa onu yenmek. Ve – en büyük hedefleri – ‘Beyaz Karların Ejderdişi Taşı’nı bulmak, taşı alıp şehre getirmek.

 

Bu hedeflere, seferden kısa süre önce bir amaç daha eklenmişti. Dün keşfedilen taş anıtın eşi olan taş anıtı aramak.

 

‘Göklerin Halifleri’nin yaptığı araştırma, Stephan’ın tahminini doğrulamıştı: Taş abide, yüksek ihtimalle bir tür ışınlama cihazıydı. Işınlama cihazları, genellikle birbirine bağlı çalışan birkaç istasyondan oluşur; insanlar bu istasyonların birinden diğerine çabucak giderdi.

 

Bugüne kadar keşfedilmiş tüm ışınlama cihazları, kullananları aynı katmandaki gizli odalara, gizli koridorlara yollamıştı. Yani kısa menzilli cihazlardı bunlar. Fakat bu yeni buldukları taşın üçüncü katmanda, ne de Labirent’in diğer sığ katmanlarında bir eşi benzeri daha yoktu. Eğer o taş anıt sahiden katmanlar arasında ışınlama yapmaya yarayan bir cihazsa, bu çığır açacak bir keşif olurdu doğrusu. Araştırıcıların sığ katmanlardan alt katmanlara; veya alt katmanlardan yukarıya, bir anda gitmesi mümkün olursa araştırıcılık çok daha verimli bir şekilde yapılabilirdi. Bu konuyu araştırmaya öncelik vermeleri gerekecekti.

 

Stephan, bir işaretiyle ekibin yürüyüşünü durdurdu. Birinci katmandan ikinci katmana inen basamakların önünde, tanıdık bir gölge durmuş yolu kapatıyordu.

“Günaydın, Stephan.”

“Bu ne demek oluyor, Alfredo? Bize engel olmak mı istiyorsun?”

Adam, belli ki onları bekliyordu. Labirent’in birkaç ayrı girişi olsa da, birinci katmandan ikinciye giden yalnızca bir tek merdiven vardı.

“Yok yahu. Bir ‘Halif Birliği’nin araştırıcılarına güçlük çıkaracak kadar akılsız değilim. Bu kız seninle bir şey konuşacakmış, bir dakika onu dinlesen olmaz mı?”

“Kes sesini de yoldan çekil!”

Stephan, sağ elini kaldırarak Berthold’u susturdu. Bir kız öne çıktı –Franca’ydı.

“Benim de sizinle beraber gelmeme izin ver, lütfen.”

“Sebep?”

“Beni ciddiye almanı sağlamak için, sana gücümü ispat etmek istiyorum.”

“Katiyen olmaz.” Stephan, o kadar soğuk bir sesle kestirip atmıştı ki Franca’nın soluğu kesildi.

 

“Halif Birlikleri’nin görevi, tanrıçalara hizmet etmek; ve Labirent’i aşarak bu kapalı dünyadan bir diğer dünyaya açılan yolu bulmaktır. Biz, gücümüzü bu iş için kullanırız. Alt tarafı bağımsız bir araştırıcı olan sen, bize gelip de şahsi amaçların için gövde gösterisi yapabileceğini mi sanıyorsun?”

“Ö… öyleyse, ben de senin iznini filan almadan en derin katmanlara kadar…”

Birden, sakin bir ses işitildi: “Evet, evet, kusura bakmayın… ah, tam da tartışma üzerine gelmişiz galiba. Stephan’ın yanında duran Berthold’u yana ittirerek, iki yeni gölge öne çıktı. Bunlar, Labirent Yolu’ndaki hurda dükkanının sahibiyle ona çıraklık eden kızdı.

“Bay Yuuki? Tina da gelmiş!”

“Ne işin var burada?”

Stephan’ın sorusuna, Yuuki alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Ah, geçen gün incelemem istenen cisim elimizden alınıvermişti ya, hani? O olay biraz canımı sıktı da, ben de kendi kendime; ‘bu işin peşini bırakmayalım’ dedim. Dosdoğru söylemek gerekirse, o ışınlanma aygıtının diğer ucunu sizden önce bulacağız.”

 

Stephan kaşlarını çattı. Ne diyordu şimdi bu herif?

“‘Halif Birlikleri’ de biliyordur herhalde. O taş anıt, muhtemelen derin katmanları üçüncü kata bağlayan bir ışınlanma cihazı. Eğer biri onu çalıştırabilirse, bu devrim niteliğinde bir başarı olur. Tabii, o kişi büyük bir ödül de kazanır.”

“………”

“Eee, zengin çocuğu Stephan bey? Sen demin ne demiştin? ‘Halif Birlikleri’, güçlerini tanrıçalara hizmet etmek ve Labirent’i aşmak için kullanır mı demiştin? Eğer böyle önemli bir görevi siz, Franca’dan önce tamamlayamazsanız bu Franca’nın sizden daha kuvvetli olduğunu göstermez mi?”

“Öyle bir ihtimal yok. Franca’nın aşağı katmanlara inecek kadar bile gücü yok, seviyesi dokuzunculuktan ibaret senin gibi birinin ona yardımı da dokunmaz.”

“Ah, demek benim seviyemi biliyormuşsunuz beyefendi.”

“Yüksek kademe eğitim programının en kötü öğrencisi olarak ün saldığın için, biliyorum.”

“Öyleyse bizimle rekabet etmekten kaçmana da gerek yok demektir. Bizimle yarışmaya var mısın?”

“Ortada yarış filan yok. Ben araştırıcıların araştırma yapmasını kısıtlama yetkisine sahip değilim, araştırmalarının meyvesini onlardan esirgemek gibi bir hakkım da yok. Olur da hedefe bizden önce varırsanız, bu başarınızı kabul ederim. Hepsi bu.”

“Bu kadarı yeterli. Yolunuzdan alıkoyduk, kusura bakmayın.”

 

Yuuki böyle söyledi ve kenara çekildi. Berthold, öfkeli bir tavırla ileri atılıp onu omuzundan yakaladı: “Kusura bakmayın, deyip kurtulacağını mı sandın hurdacı? Haddini bilmezlik edip istenmediğin yere geliyor, ayağımıza dolaşıyorsun. Son zamanlarda sana iyice gıcık kapmaya başladım, artık sinirlerimi iyice yerinden oynattın!”

“Berthold, onu kaale alma.” Stephan, Berthold’u bu sözle durdurup yürümeye devam etti.

“Ama patron…”

“Bu bir emirdi.”

“………”

Berthold damağını şaklatıp Yuuki’yi bıraktı. Ekip, aşağı kata inen basamaklara doğru ilerledi. Stephan, gözünün ucuyla Franca’yı görüyordu, kızın ona bir şeyler söylemek istediği belliydi. Stephan, kendini kızı düşünmemeye zorladı. Stephan için her şey, bu araştırma seferine bağlıydı: Gereksiz şeyleri kafa yoracak zamanı yoktu.

 

Basamaklardan inerken, yanı başında yürüyen Berthold alçak sesle konuştu: “Hey, Stephan… ben sana şükran duyuyorum. Beni ekibine ilave ettin, sayende hem kolum iyileşti hem de alnımdaki kara lekeyi temizlemek için elime bir fırsat geçti. Doğrusu, önceki ekibimdeki işe yaramaz heriflere kıyasla senin adamların çok iyi birer savaşçı. Fakat…” Sesini iyice alçalttı. “Sen kim oluyorsun da bana emir veriyorsun? Beni fazla gücendirmesen iyi edersin, çocuk. Benle güzel güzel geçinmek zorundasın, herhalde sen de farkındasındır bunun? Ha?”

“Bu sözlerini unutmayacağım.” diye cevap verdi Stephan.

 

*

 

Stephan ve ekibi gözden kaybolduğunda Yuuki derin bir oh çekti. “Lafımızı söyledik. Artık biz de yola koyulalım.”

“Yola koyulalım, derken? Bay Yuuki, acaba neden…”

“Hangi dağda kurt öldü de böyle bir şey yaptın yahu?”

“Bir takım durumlar çıktı da…” Yuuki, bu fazlaca kısa cevabı verip yürümeye başladı. “Başarı şansınızı yüksek buldum. O yüzden, ben de size takılmaya karar verdim. Yolda anlatırım.”

“Ama… şey, tehlikeli bir iş bu. Bay Yuuki için de, Tina için de.”

“Tek başına şu heriflerin peşinden gitmeye kalkışan birisi bize akıl öğretmeye kalkmasa keşke…” dedi Tina.

“Vallahi güzel söyledin.”

“A…” Franca cevap vermek için ağzını açsa da diyecek bir şey bulamadı. Sonra: “Başarı şansınız yüksek derken neyi kastettin?” diye sordu.

“Ben, o ışınlanma aygıtının öbür eşini nerede bulacağımızı biliyorum.”

Franca da, Alfredo da gözlerini iri iri açtılar.

“Şey, gerçekten mi? Yanlış anlama, şüphe ediyor değilim ama…”

“Boris amcanın bıraktığı defterlerde, o aygıt hakkında bilgiler vardı. O ihtiyar koftiden söylentilere, kulaktan dolma bilgiye değer vermezdi; yani yazdığı şeylere güvenebiliriz. Yalnız, aygıtın yerini bulana kadar bazı karışık işlemler yapmamız gerekecek. O işi biz hallederiz, siz de bizi koruyacaksınız.”

“A, ama…” Franca, yardım ister gibi Alfredo’ya baktı.

“Ne dersin, amca? Sence de, denemeye değer bir plan değil mi?”

“Hımmm… olur, neden olmasın?”

“Usta!” Franca, şaşkınlıkla bağırdı.

 

Franca, duygularını bir yatıştırabilecek miydi, yatıştıramayacak mıydı; bütün mesele buydu. Ellerindeki avantaj Stephan’ı alt etmeye yetsin yetmesin, kızın elinden gelen tüm çabayı göstermesi gerekliydi.

 

Yuuki’nin ve Tina’nın ‘korunacak kişiler’ olarak eşlik etmesinin, kızı serinkanlılığa teşvik etmek gibi bir etkisi olacaktı. Böylece, fevri ve başına buyruk hareketler yapması da önlenecekti. Herhalde, Alfredo da böyle düşünüyordu. Yuuki, adamın isabetli karar verme yeteneğini takdir etti.

 

“Öyleyse anlaştık. Yanımızda Tina olduğuna göre acele etmemize gerek yok. Anıtı bulmak için önce bazı ipuçlarını bulmamız gerekiyor. Bunlardan birine yaklaştığımızda haber veririm. Acele etmemize gerek yok.”

 

*

 

Bir – iki saat öncesi…

Yuuki ve Tina, seher vaktinde Labirent Yolu’ndaki dükkanlarına dönmüşlerdi. Tina, gözleri ışıl ışıl parıldayarak Yuuki’yi sorguya çekiyordu:

 

“Eh, Franca’ya büyük bir başarı kazandıracağız dedin ama, ne yapacağını anlatmadın, Efendi!”

“Sence ne yapmalıyım?”

“Ha? Hımm… ‘Halif Birlikleri’ bizi Cisimsiz Mahluklar ile karıştırdıkları için Tina’yı arıyorlar değil mi? Öyle ise, karşılarına cüppe giyip yüzümüzü gizleyerek çıksak da, Franca’nın bizi yere sermesine izin versek…”

“Bu hiç de doğal olmaz. Gövdesi hiç yara almadığı halde, neden yere yığılıverdi demezler mi?”

“Öyleyse… ölü taklidi yapsak?”

“Vücudunu incelemeye kalkışırlarsa ne yapacaksın? Ayrıca, savaş becerileri olan birini kandırmak zordur. İster keramet kullansın ister kılıç; savaşçı bir bakışta rakibinin gücünü ölçebilir. Çok güçlü olduğunu sandıkları bir Cisimsiz Mahluk, fazla sert olmayan bir saldırıyla devrilecek olurlarsa şüphelenirler.”

“Öyleyse… onu Labirent’in derinliklerine indirsek? Stephan’ın ekibinden daha derinlere. Elbette, Tina’nın yardımıyla.”

“O dediğini yapabilsek bile, yaptığımızı nasıl ispat edeceğiz? Birinci sınıf araştırıcılar olsak neyse, üçüncü ve dördüncü seviyeden ve dokuzuncu seviyeden üç kişinin, ufacık bir de çocuğun Labirent’te rekor kırdığına kim inanır?”

“Ummmm…” Tina sessizliğe gömüldü.

 

Dükkana geldiklerinde, Yuuki depoya yöneldi. Bir sürü Kutsal Emanet çıkarıp, aralarından birkaç tanesini seçti.

“Çözemedim. Ne yapacağız?” Yanıbaşında duran tanrıça, pes etmiş bir tavırla sordu.

Yuuki, Kutsal Emanetlerle uğraşmaya ara vermeksizin yanıtladı: “Önce, Franca’ya yardım etmeyi neden bu kadar çok istediğini duyalım.”

“Dedik ya. Tina bir tanrıça olduğu için. Şehirlileri, özellikle araştırıcıları korumak istememiz doğal... yok, bir dakika…” Bir an duraksadıktan sonra söze devam etti: “Bu sefer neden biraz farklı olabilir. Tanıdığımız bir insanın yüzünün kararması, omuzlarının düşmesi bizi üzüyor. Onun acı çektiğini görmek istemiyoruz. Franca… Tina’nın arkadaşı.”

“Yani ona yardım etmek için elinden geleni yapacaksın.”

Tina başını evet anlamında salladı.

“Öyleyse sana planı öğreteyim. Işınlanma cihazını bulacağız.”

“Şu üçüncü kattaki taş anıtı mı söylüyorsun? Ama o zaten…”

“Zaten bulundu ve birileri tarafından gasp edildi. Ancak ışınlanma anıtının bir eşinin olduğunu biliyoruz. İkincisi de bulunduğu zaman aygıtı çalıştırmak ve kullanmak mümkün hale gelecek, yani diğer anıtı keşfetmek çok büyük bir başarı olacak. Muhtemelen, ‘Halif Birliği’ de o anıtı arayacaktır. Halbuki sen, henüz keşfedilmemiş olan anıtın yerini aramadan da bilebilirsin.”

“A!”

“İşte o anıtı, Franca’ya bulduracağız. Bir de masal uyduracağız: Güya Boris amca bazı ipuçları bırakmış da, biz de o ipuçlarını takip ediyormuşuz. Böyle bir başarıyı, Stephan görmezden gelemez herhalde.”

“Haklısın! Harika! Harikasın, Efendi! Ah, ama…” Kızın güzel yüzü bulutlanıverdi. Evet, planın önünde aşılması gereken sorunlar vardı. “Tina, dünyaya geldiği odanın hangi katmanda olduğunu bilmiyor ki…”

“Eh, normalde araştırıcılar katları saya saya inerler; başka türlü Labirent’te arama yapılmaz. Neyse, senin hangi katta doğduğunu öğrenmenin bir yolu var. Gözlerini açtıktan sonra, bir araştırıcının yardım çığlığını duymuştun. O telaşlı duaya doğru, tanrıçalara has mucizevi gücünü kullanarak, göz açıp kapayana dek gitmiştin. Değil mi?”

“Hı–hı.”

“Daha önce de demiştin ya: Işınlanmak için önce hangi yöne doğru gideceğini ve mesafeyi öğrenmen gerek. Sen, dua eden o ses sayesinde hem ışınlanacağın doğrultuyu hem de aşacağın mesafeyi ölçebilmişsin.”

“Öyle.”

“Şimdi sorsam, o mesafe ne kadardı desem mesela, söyleyebilir misin?”

“Eeee…” Tina parmağıyla tavana, tam yukarıya işaret etti. “Yukarıya doğru, altmış ila yetmiş metre kadardı, diyebiliriz.”

“Labirent’te, her bir katmanın bir alttakinden kaç metre yukarıda durduğu ölçülmüştür. Labirent’in zemininden bir alttaki katmanın zeminine kadar, yaklaşık on beş metrelik mesafe vardır. Buradan yola çıkarak, senin doğduğun yerin Berthold’un ve ekibinin pusuya kurban gittiği yerden dört veya beş kat aşağıda olduğunu çıkarabiliriz.”

“Vaay!” dedi Tina yüksek sesle, gözlerini kocaman açarak.

“Alfredo amcanın dediği gibi, o ekibin ‘insan biçimli, yeni cins bir Cisimsiz Mahluk’ ile yani seninle karşılaştıkları yer, altmışıncı katmanda bir yerdi. Yani senin doğduğun oda muhtemelen altmış dördüncü veya altmış beşinci katmanda. Kesin bilemem tabii, her katman arasındaki mesafe farklıdır; bazen az, bazen çok.”

“Harikasın, Efendi!”

“Basit bir hesap yaptım sadece. Ayrıca, kutlamak için fazla aceleci ediyorsun. Bir sorunumuz daha var.”

“Öyle ya! Gideceğimiz yeri bilsek bile…”

“Evet, bilsek bile oraya gidemeyiz. Bir yöntem düşünmemiz gerekecek.”

 

Tina’nın doğum yeri, elit araştırıcılardan oluşan ekiplerin bile yok olduğu bir katmanda; hayır, daha da aşağılardaydı. Normal yollardan oraya erişemezlerdi.

“Baksana, ne soracağım. Yeteri kadar Kutsal Güç toplayabilirsen, oraya ışınlanmayı başarabilir misin?”

“Hayır. Gidilecek yeri gösteren bir işaret yoksa, imkansız.”

 

Işınlanmak için, önce gidilecek yönü ve mesafeyi bilmek gerekliydi. Daha önce Berthold’u kurtardığı zaman adamın duası; ve dükkanda, mucize gösterebildiğini göstermek için ışınlandığında ağaç dalına asılı bir Kutsal İnci’nin yaydığı Kutsal Güç, Tina’ya yol işareti olmuştu.

“Dualar, açıkça tanrıçalara yöneltilmiş sözlerdir; o yüzden o dua Tina’ya hemen ulaşmıştı. Kutsal İnciyi, önceden görmüş ve yaydığı Kutsal Gücün tadını hafızamıza kazımıştık. O yüzden, sen onu alıp götürdükten sonra bile Kutsal İncinin yerini sezebildik.”

 

Yani, birisi o derin katmandaki ‘Doğum Yeri’ne gidip oradan Tina’yı çağırmadıkça; veya ‘Doğum Yeri’ne Tina’nın aşinası olduğu bir Kutsal Emanet konulmadıkça, oraya ışınlanmak imkansızdı.

“Odadaki ışınlanma aygıtı çalıştırılmış olsaydı, Kutsal Gücünü hissetmek mümkün olurdu. Tina, aygıtı çalıştırmadan şehre gelmiş bulundu. O yüzden, odadaki anıtı bir yol işareti olarak kullanamayız.”

“Ben de öyle düşünmüştüm. Ne yapalım, başa gelen çekilir.”

“Pe, pes mi ediyorsun, Efendi?”

“Pes etmiyorum. Fakat, kullanmayı pek de istemediğim bir numarayı kullanmam gerekecek. Şuna bir bak, bakalım.”

 

Yuuki, depodaki eşyalar arasından ufak bir kutu çıkardı, kutuyu tutup Tina’ya gösterdi.

“Bu, geçen günkü Kutsal İnci deği mi? Tina’nın gücünü denemek için kullandığın?”

“Evet, gösterdiğim iki inci arasından daha kıymetli olanı. Bu dükkandaki yegane birinci sınıf Kutsal Emanet. Aslında bu, Franca’ya babasından miras kalan mallardan biri.”

 

Babasının borçlarını ödediği zaman rehin bıraktığı eşyalardan biriydi bu, bugüne dek vitrine çıkmadan depoda beklemişti. Değeri çok fazla olduğu için, Franca onu geri satın alamamıştı daha.

 

Yuuki, inciyi kutudan çıkardı. Şekli tam küresel değildi, ortası biraz daha şişkinceydi. Büyüklüğü, bir insanın baş parmağının yarısı kadardı.

 

“Bu, yol işareti olarak iş görür mü?”

“Bunun içindeki Kutsal Güç yeteri kadar fazla. Çok uzaktan bile hissedebiliriz bunu.”

“Öyleyse, birisinin bu inciyi Doğum Odası’na götürmesini sağlayacağız. Böylece, oraya ışınlanman mümkün olacak.”

“Olur. Olur da… kim taşıyacak ki bunu oraya?”

 

Yuuki, sırıtarak cevap verdi:

“Stephan’ın ekibi, tabii ki.”

  

Stephan ve Franca, birinci katmandan aşağı inen merdivenlerin önünde konuştukları sırada Yuuki, Berthold’un beline asılı keseye Kutsal İnciyi bırakıvermişti. Onu tesadüfen seçmişti, en yakındaki adam oydu; aslında inciyi kimin taşıyacağı önemli değildi.

 

Artık Tina, adamların hareketlerini takip edebilecekti.

 

Belki de yarı yolda, kesedeki inciyi fark edeceklerdi. Varsın fark etsinler, hiç sorun değildi. Labirent’te yolculuk ederken hiç kullanılmamış bir Kutsal İnci bulan kişi, nereden geldiğini anlamasa bile o Kutsal İnciyi kaldırıp atacak kadar aptal olamazdı. Hele de böyle kaliteli bir inciyi. Ya başları sıkışınca oynanacak bir koz olarak saklar, ya da satılmak üzere kesede tutarlardı… öyle ya da böyle, inci onlarla beraber dolaşacaktı.

 

Sonrası, heriflerin yerden bin metre aşağıya… altmış dördüncü, altmış beşinci kat civarına dek inmelerini beklemekti. Tam ortasında koskoca bir ağacın bittiği acayip bir oda bulurlarsa, orada durup bu ağaç neye yarıyor diye araştıracakları kesindi. Ekibin hareket ediş tarzını Kutsal İnci sayesinde takip ederek, yürüdükleri yerin dar bir koridor mu yoksa geniş bir oda mı olduğunu anlamak mümkündü.

 

Zamanı gelince… Tina, güçlerini kullanıp oraya zıplayıverecekti.

 

Üçüncü katmandaki ışınlanma cihazı, Tina ona dokunana dek bir kaya parçasından ibaretti; yaratıldığı andan beri hiç çalışmamıştı. Herhalde aşağıdaki cihaz da aynıydı. Stephan’ın ekibi cihazı bulsa bile, buldukları şey alelade bir taş anıt mı yoksa sahiden ışınlanma cihazı mı, emin olamayacaklardı.

 

Tina o odada beliriverip cihazı çalıştırdığında ve üçüncü katmana ışınlandığında, Yuuki’nin planı başarıya ulaşacaktı. Tina’nın taş anıta dokunduğu an okuduğu bilgiye göre, ışınlanma cihazının etkili olacağı yarıçap ve taşıyacağı insan sayısı ayarlanabiliyordu. Yani Yuuki ve tayfası, Stephan’ları aşağıda bırakıp geri dönebilecekti.

 

Şu sıralar, üçüncü katmandaki taş anıtın başında, ‘Göklerin Halifleri’ üyesi araştırıcılar nöbet tutuyor olmalıydı. Onlar da, alt katmanda bırakacakları Stephan ve ekibi de, ışınlanmaya şahitlik edecekti.

 

Gene de… planın Yuuki’yi tedirgin eden kısımları da vardı.

 

Stephan ve ekibi, Tina’nın doğduğu odayı bulmaya çalışıyorlardı; ama ya bulamazlarsa? O vakit tüm tasarı iflas ediyordu. Adamlar, sefer için iyi hazırlanmış gibiydiler. Ama planın bu noktası gene de sıkıntılıydı, bir terslik çıkmaması için dua etmekten başka çare yoktu.

 

Tina’nın gücü sınırlıydı. Dükkandaki malların önemli bir kısmını ‘yemişti’, gene de fazla Kutsal Güç toplayamamıştı. Kendini uzak bir mesafeye ışınlamak için çok Kutsal Güç kullanması gerekecekti. Üstelik, ne olur ne olmaz diye, aynı yolculuğu iki kez yapacak kadar, yani indikten sonra tekrar yukarıya ışınlanabilecek kadar Kutsal Güç toplamalıydı. Yanında dört kişi taşıyarak kendi kendini ışınlamak… bu, Tina’nın gücünü aşıyordu.

 

Yuuki, en iyi çözümün iki kişinin, yani Tina ile beraber kendisinin ışınlanması olduğuna karar vermişti. Mümkün olsa, Franca’yı da götürüp onun cihazı bizzat keşfetmesini sağlamak isterdi. Ama şart değildi bu: Nasıl olsa bir araştırma seferinden alınan netice, bireyler adına değil tüm ekip adına kayıtlara geçiyordu.

 

Eğer Yuuki ve Tina ortadan kaybolacak olursa, Alfredo ne yapardı? Mutlaka, derhal yeryüzüne çıkıp acil yardım çağrısında bulunurdu. Onu ve çağıracağı kurtarma ekibini üçüncü katmanda karşılayıp: “Labirent’te bulduğumuz bir aygıt bizi altmış küsürüncü katmana yolladı, biz de oradaki ışınlanma cihazını bulup onunla geri döndük.” diye açıklama yapabilirlerdi.

 

Planı, Franca ve Alfredo’dan gizlice yürütecekti. Eğer planı onlara anlatırsa, Tina’nın sahip olduğu güçlere ve onun gerçek kimliğine de değinmek zorunda kalacaktı. Yuuki, kızın sırları meydana çıksın istemiyordu.

 

*

 

“Geri çekilin lütfen!” dedi Franca keskin bir sesle. Bir an sonra, Cisimsiz Mahluk –tavşanı andıran ancak kılıç gibi dişleri olan bir yaratık– alevler içinde yanıp gözden kayboluverdi.

 

Alfredo’nun ileri kanatta kılıç savurarak gelen düşmanları oyaladığı, Franca’nın da bu sayede sihirli son darbeyi indirdiği basit bir savaş stratejisini kullanıyorlardı. İkisinin saldırıları birbirini hiçbir duraklama olmadan takip ediyordu. Tüm hareketleri uyumluydu.

 

Birisiyle güç birliği edip savaşma deneyimi olmayan Yuuki, doğrusu çok etkilenmişti. O ve Tina, kavgaya hiç katılmadan, koruma altında yürüyorlardı. Peşlerinden gelen var mı diye gözcülük etmekten başka faydaları yoktu.

 

Şu an, Labirent’in on beşinci katmanındaydılar.

 

Onuncu katmanı geçtikten sonra, rastgeldikleri araştırıcıların sayısı çok azalmıştı. Önlerine çıkan Cisimsiz Mahluklar ise, aksine, gitgide daha tehlikeli oluyorlardı… ama, bu yerler boylarının ölçüsünü aşacak kadar da kötü değildi.

 

Saldıran birkaç Cisimsiz Mahluk’u çabucak geri püskürttükten sonra, Labirent içlerine ilerlemeyi sürdürdüler. Yuuki, yanında yürüyen kıza sessizce fısıldadı:

“Ne yaparsan yap, sakın ileriye çıkayım deme.”

“Şimdi çok Kutsal Gücümüz var, işe yarayabiliriz. Tanrıçalığın kuralları gereği, asla saldıramayız ama düşmanı hareketsiz hale getirebiliriz.” dedi Tina hevessizce. Solukları biraz sıklaşmıştı ama gücü henüz tükenmemişti. Üçü de adımlarını kızın temposuna uydurup yürüyorlardı, o sayede Tina peşlerinden gelebiliyordu.

“Yardım etmek istemen çok güzel, ama başına ne gelirse gelsin yaralanmadığın anlaşılırsa başımız derde girer. Ayrıca, bütün Kutsal Gücünü bu yerde tüketirsen Silahşor çağırmak senin için daha da zorlaşacak, değil mi?”

“Daha önce de söyledik ya. Gözünün önündeki kişiyi kurtaramayana tanrıça denmez. Franca da Alfredo da iyi insanlar, Tina onları seviyor. Günü gelip de Silahşor çağırdığımızda, bize bağlı araştırıcılar olmalarını isteyecek kadar çok seviyoruz onları. Ah, istersen sen de araştırıcımız olabilirsin Efendi…”

“Bana eşantiyon muamelesi yaptın gibime geliyor. Elle tutulur bir ödül vereceksen kabul ederim, ama onun dışında beni rahat bırakmanı rica edeceğim.”

 

Bu planı başarıya ulaştırıp, Beş Kutsal Kilise’den ödül parasını almak zorundaydı. Tina’ya yedirdiği Kutsal Emanetler epeyce pahalıydı.

Bir süre yürüdükten sonra, Alfredo dönüp Yuuki’ye baktı:

“Gidecek miyiz daha? İlerleyip duruyoruz, bir sıkıntı çıkmasın sonra?”

“Öyle. En azından yirmi beşinci katman civarına dek gitmek gerekecek. Ama…” Yuuki göz ucuyla Tina’nın haline bir göz attı. Yakında kızın dinlenmesi gerekecekti. Her şey bir yana, varmalarını umduğu bölgeye erişip erişemeyecekleri Stephan’ın grubuna kalmıştı; yani kendilerinin ilerlemekte acele etmesine hiç lüzum yoktu. “Neyse, bir mola verelim.”

 

Bu sözü duyar duymaz Tina yere çöktü. Üzgünce gülümseyen Alfredo’nun uzattığı birkaç tane kurutulmuş meyveyi aldı. Mayhoş ve tatlı yiyecekler yorgunluğu gidermeye birebirdi.

“Sen iyi misin, Tina’cığım?” Franca, Yuuki’nin yanına gelmişti. Alfredo zaten sapasağlam duruyordu ama Franca’da bile yorgunluk belirtisi görülmüyordu.

“Biz kendi isteğimizle size eşlik ediyoruz. Endişe edecek bir şey yok.”

“Öyle mi acaba?” Franca iç geçirdi. “Ben, bencil biri miyim acaba? Kendi meseleme hepinizi sürükledim…”

“Bencil olmasına bencilsin…” Yuuki hiç duraksamadan onaylamıştı. “Kendi kafana göre yapmaya karar verdiğin şeyde inat etmen, bencillik değilse nedir? Eğer şimdi pişman olacak, kararından şüphe etmeye başlayacaksan bari en başından bu işe kalkışmasaydın.”

“Öyle… değil mi?”

“Fakat herkes, içinden öyle geldiği için senin ardına düştü. Bunu unutma. Tabii, ben de içimden geldiği için yanındayım.”

 

Franca, yere eğdiği yüzünü şaşkınlıkla kaldırdı. Bir süre sonra, fısıldarcasına söylediği iki kelime işitildi: “Teşekkür ederim…”

Yuuki içini çekti. Bu şekilde konuşmak karakterine uymuyordu galiba. Belki de Tina’nın şahsiyetinden kendine bir şeyler bulaşmıştı.

 

Eh, madem üstüne vazife olmayan işlere bir defa bulaşmıştı, bu saatten sonra geri durmanın anlamı yoktu. Kızı konuşturmanın tam sırasıydı.

“Sonuçta babanı kimin öldürdüğünü öğrendin. Katil Stephan mıydı?”

Yuuki’nin sorusu, bir an Franca’nın gözlerini açmasına neden oldu. Sonra, kız ağır ağır konuşmaya başladı:

“…Araştırıcı olduktan bir süre sonra, meslektaşlarımla kaynaşmaya başladığımda, kulağıma bir dedikodu gelmişti. ‘Göklerin Halif Birliği’nde, ‘Ejderdişi silahına sahip bir adamı öldürdüm!’ diye caka satan biri var dediler. Tabii ki ardında hiç kanıt olmayan, kulaktan kulağa yayılmış bir laftı bu.”

Yuuki, Franca’nın babasının ‘Türkuaz Suların Mızrağı’ diye de bilinen Amunis mızrağının eski sahibi olduğunu biliyordu. Kız devam etti:

“Babam elli ikinci katmanda vefat etmişti. O sırada beş, altı kişilik bir ekibin lideri olarak görev yapıyordu. Ekipte, onu en son sağ gören kişiler Berthold ile, ağabeyim Stephan’dı. Ah, onun ağabeyim olduğunu biliyor muydunuz?”

“Alfredo amcadan duymuştum. Babalarınız farklıymış galiba?”

“Haklısınız. Annem, Kloze ailesinin eski bir hizmetçisiydi. Ailenin bir önceki reisinin odalığı olmuş sanırım. Reis bey, ağabeyim doğduğunda zaten yaşlıymış, çok geçmeden de vefat etmiş. Ağabeyimin malikanede yetiştirilmesine karar verilmiş, ancak annemi evden kovmuşlar. O günlerde, Kloze ailesinin silah eğitmeni olan babamın, anneme bazı iyilikleri dokunmuş. Sonra, bir sürü şey olmuş işte… ben dünyaya gelmişim.”

“Stephan ile, eskiden aranız iyi miydi?”

Franca kibarca güldü, sonra da başıyla evetledi: “Babam, bazen onu gizlice bizim eve getirir, annemle görüştürürdü. Stephan’dan benimle oyun oynamasını isterdim, o da beni kırmazdı. Sıcakkanlı birisi değildi ama bana hep iyi davranırdı. Yani, o günlerde öyleydi.”

O adamın, küçük kuzkardeşine oyun arkadaşlığı ettiği bir sahneyi, Yuuki hayal bile edemiyordu. Şimdiki hali bambaşkaydı. Yuuki adamı yalnızca, o demir maskeden farksız soğuk suratı ile tanıyordu.

“Ağabeyim eskiden beri öyle biriydi, beraber çok zaman geçirmezseniz iç yüzünü göremezsiniz. Aslında o da sevinip öfkelenen, üzülüp neşelenen, güçlü duyguları olan bir insandır.” Franca’nın gözleri bir an, eski güzel günlerin hatırasıyla parıldasa da; yüzünün ifadesi hemen değişti.

 

“Babamı öldürmekle böbürlenen adamın kim olduğu, araştırma yapmadan da belliydi. Karnına biraz içki girince, hemen böyle laflar etmeye başlayacak birini tanıyordum ben. Ağabeyim, bir suç işlese bile bunu elaleme ilan edecek yaradılışta birisi olmadığına göre; geriye tek bir şüpheli kalıyordu.”

Yuuki başını kaldırdı. Alfredo da Tina da, kulak kesilmiş dinliyor gibi görünüyorlardı. Fakat konuşmaya dahil olmaya kalkışmadılar. Soruları sormak görevi Yuuki’ye kalıyordu.

“…Sen de, tanrıçanın mucize gücüne dayalı kesin kanıt edinmeyi mı istedin?”

Franca başını yavaşça iki yana salladı: “Hayır, yanlışınız var. Ben o söylentileri duyalı iki yıldan fazla oluyor. Şey, bilirsiniz ya, tiyatroda ve hikaye kitaplarında hep ne söylerler? ‘İntikamdan iyi bir şey doğmaz.’ Ya da: ‘Ölen kişi konuşabilseydi, intikam almanı yasaklardı.’ Böyle şeyler derler hep.”

 

Yuuki kaşlarını çatmadan edemedi. Ucuz, içi boş ahlak dersleriydi bunlar. Yuuki’nin yüzünü görünce Franca gülümsedi: “Bay Yuuki, siz bu tarz sözleri hiç sevmezsiniz, değil mi? Ne hissettiğinizi ben de biraz anlıyorum artık. İnsan, duygu denilen şeyi öyle kolayca kesip atamıyor içinden. Ama…” Cümlenin geri kalanını güçlükle telaffuz etti: “Ben bu ahlak derslerine inanmaya çalıştım.”

“………”

“Çok zordu. Daralıyordum, kendi hislerime engel olamadığım gibi gerçekleri de kabullenemiyordum; buna rağmen çabalayıp durdum: Nefret etmemek için, kin gütmemek için –ve de geçmişi değil, bugün tadabildiğim mutlulukları düşünmek için.”

Yuuki, hiçbir şey söylemeden kıza devam etmesini işaret etti.

“O sırada doğru şeyi yapıyordum, sanırım. Siz bana yardım ediyordunuz Bay Yuuki, Bay Boris de bana yardımcı oluyordu. Alfredo ustadan da eğitim görüyordum. Biliyor muydunuz? Acılarım ve üzüntülerin geçmemişti belki, ama yine de mutluydum.” Franca’nın, ağzının kenarıyla birazcık gülümsedi. “Yalnız ağabeyimle aramız çok açılmıştı. Talim Okulu’nda karşılaştığımızda hava buz kesiliyordu sanki, acaba ne yapmalıyım diye düşünüp duruyordum. Sonra, günün birinde, sizin dükkanınızda tesadüfen ağabeyim ile karşılaştım. Yanında, Berthold diye bir de arkadaşı vardı.”

 

Birden, hikayenin tüm parçaları yerine oturdu… diye düşündü Yuuki. Franca’nın babasını katletmekle övünen adam; ve babasının eğitim verdiği, iyi kalpli ağabey. Beraber, güle oynaya ekip kurmuşlar. Kim olsa, böyle bir şeyi görünce yüreği yerinden oynardı.

 

“Bazen, insana öyle bir görev verirler ki onu yerine getirmek için kişisel duygularını bir kenara bırakmak zorunda kalır. Fakat ağabeyime o adamı ekibe almasını emretmemişler, kendisi istemiş Berthold’un katılmasını. Bunu duyunca, artık ağabeyimin kafasından neler geçirdiğini anlayamaz oldum. Gidip sorduğumda da, bana dedi ki: Babamın ölümü, zayıflığı yüzündenmiş. Bana gerçekleri göstermesi için, tanrıçanın tapınağına gitmeye işte o zaman karar verdim.”

“Ne gördün, orada?”

 

Franca, ciğerlerine çok derin bir soluk çekti; aldığı soluğu bıraktı. Yuuki’nin gözlerinin içine bakarak anlattı:

“Elli ikinci katman. İki kola ayrılmış bir ekip. Üç kişilik bir grup ile araştırma yapan babam. Biraz ilerledikten sonra, bir Cisimsiz Mahluk’un pususuna düşüyorlar. Babam, yoldaşlarını korurken yaralanıyor. Yarası çok ciddi olduğu halde, savaşıyor ve Cisimsiz Mahluk’u yere seriyor... bir an sonra, koruduğu yoldaşlarından biri ona kılıcını saplıyor.”

Sesi hafifçe titriyordu: “Adam, alaycı alaycı bir şeyler söyleyerek, kılıcını defalarca, defalarca saplıyor. Ve eğlenir gibi, büyük bir mutlulukla kahkaha atıyor. Demek ki babamdan, eskiden beri nefret ediyormuş. Ne ses, ne koku, ne dokunma duygusu; sadece görüntüden ibaret bir manzaraydı gördüğüm… yine de, az kalsın kusuyordum.”

“Kimdi o adam?”

“Bay Berthold’dü. Tıpkı düşündüğüm gibi. Şaşılacak bir şey yoktu seyrettiklerimde.” Sesi, şimdiden serinkanlılığını geri kazanmıştı. “Fakat benim isteğim suçluyu öğrenmek değildi, katili zaten biliyordum. Ağabeyimin o dakika ne yaptığını bilmek istemiştim. Ağabeyim…” Franca, sanki kalbinden bir şeyi söküp atıyormuş gibi, soğuk bir tebessümle gülümsedi: “…hiçbir şey yapmadan, seyretmekle yetindi. Orada olduğu halde, elinde silah tuttuğu halde, durdurmak için hiçbir davranışta bulunmadan, parmağını bile kımıldatmadan, kılıç darbeleri altında öldürülen babamı seyrediyordu.”

 

* * *

 

“Hooop!” Savaş narası denemeyecek bu alaycı sesle birlikte, köpek başını andıran dört kelle birden uçtu. Tüylerle kaplı dört adet gövde, kesik boyunlarından kan saça saça devrildi.

“Ne bu yahu, dişimize göre rakip de bulamadık gitti.” Jahar koskoca kılıcını omuzuna vurdu ve burnundan, can sıkıntısından patlıyormuş gibi bir ses çıkardı. Bu kırkıncı katmandaki Cisimsiz Mahlukları, kalabalık saldırsalar bile tek başına haklayabilirdi. Zaten ‘Halif Birlikleri’ne seçilmesini de olağanüstü kuvvetine borçluydu.

 

“Poz verme velet.” diyerek damağını şaklattı Berthold. Ekibinin yokolmasına tanıklık etmiş bu adamı Jahar, her gün: ‘Aciz köpek’ diye aşağılıyordu. İkisinin arası son derece kötüydü.

Öyle de olsa, Berthold’un yeteneği de yadsınacak gibi değildi. Konu, tahrip gücü ve saldırıların etki alanı olunca Jahar bir adım öndeydi. Ancak Berthold’de öyle bir kılıç kullanma kabiliyeti vardı ki, taşıdığı yatağan adamın elinde adeta bir kabusa dönüşüyordu.

 

Berthold’ün sorunu, başkalarını kullanmaktan veya feda etmekten asla çekinmemesiydi. Böyle bir şahsiyetten lider filan olmazdı. Stephan’ın tahminine göre, ekibinin Labirent’in derin katmanlarında yok edilmesi Berthold’ün kabahatiydi.

 

“Ne yapıyoruz şimdi? Hem ilerleyip hem de şu taş anıtı mı arayacağız?” diye seslendi Jahar.

“Hayır, buraları araştırmayı sonraya bırakacağız. Derinlere mümkün olduğunca çabuk ineceğiz.”

Ellinci katman civarlarına kadar, Labirent iyi kötü araştırılmıştı. ‘Halif Birlikleri’nin elinde, katmanların detaylı haritaları mevcuttu. Stephan her haritaya göz gezdirmişti. Üçüncü katmanda keşfedilen ışınlanma aygıtına uyacak bir cisimden, hiçbir yerde bahsedilmiyordu. O nedenle buralarda vakit öldürmek anlamsızdı. Dikkatle araştıracakları yerler, haritasında eksiklikler bulunan yerlerdi… derin yerler. Derin katmanlarda araştırma yapmak için, bedenlerini de ekipmanlarını da gereksiz yere yıpratmaktan kaçınmaları lazımdı. Yani, buralarda avlanmakla uğraşmayıp ilerlemeye öncelik vereceklerdi.

 

Hep daha ileriye gitmek, hep en önde gitmek. Bu, Kloze hanedanının aile prensibiydi. Bu prensibi, anne karnından çıktığı andan itibaren her oğlan çocuğuna, kafasına vura vura belletirlerdi. Kloze’ların her evladı, kendini vahşi bir rekabetin ortasında bulurdu. Stephan da istisna değildi: En küçük oğul olduğu, hem de gayrımeşru olduğu halde.

 

Evet. Hiçbir şeyden korkmadan tek başına çalışmak: Hep daha güçlü olmak için, hep daha ileriye gitmek için.

 

“Benim de sizinle beraber gelmeme izin ver, lütfen.” Yarı kız kardeşinin hayali, gözünün önüne geldi.

Aptalca. Yiğitlik denmezdi kızın yaptığına, olsa olsa cahil cesareti denebilirdi.

 

Hurdacı, ışınlanma cihazı işlevi gören anıtı Stephan’dan önce bulacağını ilan etmişti, ama… bunu başarabileceğine kendisi inanıyor muydu acaba? Öyle bir ekiple otuzuncu katmana inmek bile zor olurdu. Endişe etmeye değmezdi.

 

“Öf, gene çıktılar ortaya.” dedi Berthold tükürür gibi. Çift başlı dev bir yılana böcek bacağı gibi sekiz ayak takılmıştı sanki, gelen Cisimsiz Mahluk’un öyle bir görüntüsü vardı. Bu yaratık türünün nüfusu çoktu galiba, ekibin karşısına birkaç kez sürü halinde çıkmışlardı.

 

Stephan’ın sakin ve derin bir nefes alması ile Amunis mızrağının avucunda belirivermesi bir oldu. Tanrıçaların hediyesi olan bu silahın bir ruhu vardı, Stephan onun düşüncelerini kendi kalbinde işitebiliyordu: Beni öyle kullan ki tüm gücüm görülsün, düşmanlarını lime lime et benimle… diyordu silah.

 

Stephan, ciğerlerindeki soluğu adeta hışımla bıraktı… aynı anda, mızrağını savurarak ileri atıldı. Göz açıp kapayıncaya dek, altı defa sapladı mızrağı. Amunis, sanki yumuşak çamura giriyormuş gibi kolayca, Cisimsiz Mahluk’un pullarını deliverdi. Her şey iki saniyede olup bitti: Yılana benzer yaratığın artık yılana benzer bir yanı kalmamıştı.

 

Kırkıncı, hatta ellinci kattaki Cisimsiz Mahluklar, Stephan’ın dişine dokunur düşmanlar olmaktan çıkmışlardı. Hatta, sanki hiç kimse ona rakip olamazmış gibi bir his vardı genç adamın içinde.

 

Stephan’ın ardından, diğer ekip üyeleri de birer Cisimsiz Mahluk seçip öldürmüşlerdi.

“Pekala, ilerliyoruz. Biraz hızlanın bakalım.”

Stephan, yürümeye başladı ve kendi kendine fısıldadı: “Ben güçlüyüm artık.” Evet. Eski günlerden bu yana… o günden bu yana, çok kuvvetlendiği kesindi.

 

*

 

Labirent’in otuz birinci katmandan otuz beşinciye kadarki kısmı, diğer katlardan farklı yapıdaydı. Bu beş katmanın ortasına beş katı da delip geçen, silindir biçiminde dev bir taş sütun dikiliydi. Otuz birinci kata ulaşan araştırıcılar, bu dimdik yükselen yetmiş beş metrelik sütun boyunca aşağı inmek zorunda kalırlardı.

 

“Sen iyi misin?” Tina, Franca’nın merhametli bakışlarınca adım adım takip ediliyordu.

“İyiyiz, iyiyiz. Daha… daha ileriye gidebiliriz. Bu… bu kadarcık uçurumdan ne olur yani?” Tina hem zorla nefes alıp veriyor, hem de güçlü görünmeye çalışıyordu. Buraya dinlene dinlene gelseler de, küçük kızın gücü tükenmek üzereydi.

“Hey, bir ekiple buraya dek gelebilene ‘olgun araştırıcı’ derler. Amatörler için biraz zorlu bir yer olması normal.”

“Eğer kıza zor gelirse ben onu sırtıma bağlar, aşağı indiririm amca.”

“Emin misiniz Bay Yuuki? Siz de yorulmuşsunuzdur…”

“Yok canım, sayenizde yarasız beresiz buraya kadar geldim, kuvvetim hâla yerinde. Şifalı ot toplamak için dağ bayır gezdiğim için alışkınım, böyle gezilerde profesyonel bir araştırıcı bile geçemez beni. Hem zaten yürümeye elverişli yol da var, öyle değil mi?”

 

Yıllar yıllı yapılagelen araştırma seferlerinin bir neticesi olarak, taş sütunun dibine yani otuz altıncı katmana erişmek için izlenecek en iyi rota belirlenmişti. Hem hangi yoldan gidileceğini gösteren, hem de trabzan ödevi gören zinciri takip ederek yürüyen kişi, rahat denebilecek bir şekilde aşağı inebilirdi. İlk başta geçilmesi imkansız gibi görünse de basamak gibi çıkıntıları, oturup dinlenmeye imkan veren balkon ebadında uzantıları vardı sütunun. Olağanüstü bir akrobasi becerisi olmayan insanlar da buradan inebilirlerdi.

 

“Yenilgiyi kabullenmek de bir tür cesarettir.” dedi Alfredo.

“Hedefimize az kaldı. İzninle biraz daha yoracağım sizi.” diye cevap verdi Yuuki. Yalan değildi bu söylediği. Az evvel Tina’dan, Stephan tayfasının elli beşinci katmandan aşağılara doğru taktire şayan bir hızla inmekte olduğunu öğrenmişti. Artık an meselesiydi…

“Madem öyle diyorsun… Tina’yı sana emanet ediyorum, Yuuki. Ara sıra, burada bile Cisimsiz Mahluk saldırısı yaşanabiliyor. O yüzden dikkati elden bırakmamak lazım.”

 

Alfredo böyle söyledi ve beklemeksizin inmeye başladı.

“Bizi sırtında taşımayacak mıydın, Efendi?”

“Zor gelirse, demiştim. Bacaklarında biraz olsun kuvvet kalmıştır herhalde?”

“Hiç de iyi kalpli değilsin. Ne yapalım, başa gelen çekilirmiş…”

Gıcık olmuş gibi surat yapa yapa, Tina uçurumun kıyısına ayağını uzattı. Zorluk açısından, beş kat boyundaki sütunun en üst kısmı çok da çetin sayılmazdı. En zorlu yeri, üç kat aşağıdaki orta kısımlarıydı: Orada taş sütun neredeyse dümdüz alçalıyor, inip çıkmak için dağcılar gibi hem elleri hem de ayakları kullanarak tırmanmak gerekiyordu. Deneyimli bir araştırıcı bile orada kaza geçirebilirdi.

 

Elbette, Tina orayı yardımsız aşamayacaktı. Yuuki, inişin zor kısmına gelince kızı sırtlanmayı düşünmüştü, ama…

 

“İ… i… im… imkansız imkansız imkansız imkansız imkansız imkansızimkansız…!” Tina, gözüne yaşlar dolmuş titriyordu.

“Üç kat ne kelime, üç adımda tuş oldun. Bu kadar çabuk pes etmek…”

“Ne, ne, nene ne yapayım… yü, yü, yükyük, yüksek…”

“Beş katmanı birden geçiyor. Tabii ki yüksek. Tabii, dağdaki yolların aksine dimdik iniyor aşağı, o yüzden insanın gözünü korkutuyor.”

O bir yana… düşse de yaralanmayacağı halde kızın bu kadar korkması biraz saçmaydı.

“A, aş aş aş, aşağı ba –bakınca ye… ye ye yer çok u, u, uzak…”

“Bakma o zaman, bakarsan korkarsın tabii ki. Zemini görüş alanına sokmamaya çalış.”

“Hayret, ne dediğini anlayabiliyorsunuz!” dedi Franca beğeniyle.

 

Neticede Yuuki, Alfredo’dan biraz ip aldı, Tina’yı kendi sırtına sıkıca bağladı ve aşağı inmeye koyuldu.

“A, aşağıya vardığımızda söyle, Efendi.”

“Tamam, tamam. Sen yeter ki sırtımda debelenme.”

“Sorun değil. Gözlerimizi sımsıkı yumacağız çünkü. Evet, görme duyumuzu kapatırsak cehennem manzarası karşısında bile Tina ürkmeyecektir. Ha ha ha, bir de senin bize saygı duymanı sağlasak her şey mükemmel olurdu, Efendi. Ha gayret Tina, hayalinde görmeye çalış: Burası düz bir yer, burası düz bir yer, burası düz bir yer, düz bir yer dedim sana, düz bir yer…”

‘Eh, herkes kendini nasıl bir yöntemle oyalayacağını seçmekte özgürdür.’ diye düşündü Yuuki. Sonra… Franca’nın imrenmiş bir yüz ifadesiyle, sırtına sımsıkı tutunmuş Tina’ya baktığını gördü.

“Franca, yoksa sen de yüksekten korkuyor musun?”

“Şey, hayır. Ne yazık ki korkmuyorum.”

“Ne yazık ki?”

“E, şey… yoo, yani defalarca geçtim buradan. O yüzden hiç rahatsız olmam yüksekten.”

Sahiden de, adımlarını çok emin atıyordu. Genellikle, medyumlar çok fazla kas kuvvetine gerek duymazlardı. Franca, fiziksel becerileri gelişmiş nadir medyumlardandı.

 

Az önce, babasının ölümünü seyredişinden bahsederken sergilediği sarsıntılı ruh halinden şimdi eser yoktu. Her zamanki, ciddi ve biraz da çekingen genç kız haline dönmüştü.

 

Yine de, Yuuki’nin onun içinden geçenleri anlamasına imkan yoktu, şüphesiz. Eğer eline Stephan ve Berthold ile eşit şartlarda yüzleşmek için bir fırsat geçerse Franca ne yapardı acaba? Kendi kalbini nasıl yatıştırabilirdi?

‘En iyisi, bu işi çok derinlemesine kurcalamamak.’ dedi Yuuki kendi kendine. Daha şimdiden, kızın özel hayatına fazla karışmış bulunuyordu. Kendine şöyle söyledi: Unutma. Kızın sözüne, tavrına bakıp da kendini bir şey sanma. Sen o hakka sahip değilsin.

 

Tam bunları düşünürken, ardından bir el uzanıp Yuuki’nin saçını çekti.

“Ne oldu? Daha zemine çok yolumuz var.”

“Efendi… ‘Halif Birliği’ hareket etmeyi kesti.” Tina, Yuuki’nin kulağının dibinde fısıldıyordu. Yuuki, renk vermemek için yüzünü ifadesizleştirdi.

“Mesafeleri ne kadar?”

 

“Buradan beş yüz metre kadar aşağıdalar. Sanırım, altmış dördüncü kattalar.”

 

* * *

  Cisimsiz Mahlukların büyüklüğü ve saldırganlığı, Labirent’in derinliği ile doğru orantılıydı. Otuz beşinci katman civarından itibaren insandan daha iri yarı canavarlar çıkmaya başlardı; kırkıncı, ellinci katmanlarda öyle yaratıklar vardı ki bakarken kafanızı kaldırmak zorunda kalırdınız. ‘Halif Birlikleri’nin seçkin savaşçıları için bile, böylesi canlıları yok etmek çok zordu.

 

“Heyt!” Mızrağın pırıldaması ile, üç gözlü bir kerkentelenin alnının ortasında koca bir deliğin açılması bir oldu. Yaratığın koskoca gövdesi gevşedi ve yavaşça zemine devrildi.

 

“Yaşa be Stephan! Tek başına üç tanesini hakladın.” dedi Jahar, neşeyle ıslık çalarak.

 

Ejderdişi taşı silahının tahrip gücü, diğer tüm Kutsal Emanetleri gölgede bırakıyordu. Deminki kertenkele gibi kabuğu sağlam Cisimsiz Mahlukları temizlemenin en etkili yolu, ardına medyumların korumasını aldıktan sonra Stephan’ın tek başına saldırmasıydı.

 

Jahar’ın tam tersine Berthold’un suratı mahkeme duvarı gibiydi, adam Stephan’ın gücünün kendi gücünden üstün olduğunu görmeyi sevmiyordu. Onun rahmetli ekibi en fazla altmışıncı katmana kadar gelebilmişti. Rekor, altmış ikinci katmandı. Oysa Stephan’ın ekibi, şu an altmış üçüncü katmandan aşağı inen merdivenlerin başına varmış bulunuyordu.

 

Güçlü duygular yasak. Kendini başkasıyla asla kıyaslama. Önemli olan, senin kendi sınırlarını ne kadar zorlayabileceğindir.

 

Bu kuralları Stephan’a öğreten kişi, onun mızrak eğitmeni olan adamdı.

 

“Ejderdişi taşından bir iz var mı?” diye sordu Stephan Berthold’a.

“Ne bileyim, buraya kadar gözüme bir şey çarpmadı.”

“Yegane tanık dedik yanımıza aldık ama, neyine güveneceğiz ki biz bu adamın? Baksana, senin gözün gerçekten bir işe yarıyor mu?” diye lafa karıştı Jahar.

“Ejderdişi taşının adresini kesin bilmek istiyorsan, git ejdertaşına sor. Son gördüğüm zamandan beri yeri değişti mi, değişmedi mi ben bilemem.”

“Pekala. Hızlanın, yola devam ediyoruz.” Stephan, diğer dört kişiye bu emri vererek merdivenlere doğru gitti.

 

Bir sonraki kata vardığında Stephan zınk diye durdu, yüzünün kayıtsız ifadesi biraz değişmişti. Arkasından gelen Berthold’un: “Nasıl bir yer, burası?” diye fısıldadığını duydu.

 

Her yer, acayip bir ışıkla aydınlanmıştı. Merdivenler, doğrudan kocaman bir odaya iniyordu. Dar koridorların ve dönemeçlerin birbirini izlediği diğer Labirent katmanlarından çok farklı bir manzara vardı burada, oda şaşılacak kadar genişti.

 

Duvarlar ve yer ışık saçan yosunlarla kaplıydı, öyle ki ışıktaşı kullanmadan da göz her şeyi seçiyordu. Yerden başka otlar da bitmişti, zemini ve duvarları kaplamışlardı. Ortada, Cisimsiz Mahluk namına hiçbir şey görülmüyordu.

 

“Sakın birbirinizden ayrılmayın.” Temkini elden bırakmaksızın odanın içine doğru ilerlediler. Odada, köklerini her yana salmış koskoca bir ağaç vardı. Yerin bu kadar altında olduğu halde, sanki güneş ışığıyla yıkanmış gibi kalın bir gövde, güçlü dallar geliştirmişti. Yaprakları yemyeşildi.

 

Gövdesinin, yetişkin bir insanın karın hizasına gelen kısmında büyük bir kovuk vardı. Çekine çekine içine baksalar da, kovukta hiçbir şey yoktu. Medyumlardan biri:

 

“Hey Stephan, şuraya bak.” diye, parmağıyla duvarın dibine işare etti. Diklemesine yükselen büyük bir taş vardı orada. Şekli, bir anıt olabileceğini düşündürüyordu –üçüncü katmandaki ışınlama cihazını andıran bir cisimdi bu.

 

Stephan yürüyerek yaklaştı, elini usulca taşa sürdü… soğuk, sert, alelade taştan farksız bir his. O yukarıdaki taş anıt gibi titreşmiyordu, kaynağı belirsiz bir sıcaklığı da yoktu.

“Kımıldamıyor mu?” diye sordu Jahar.

“Hayır. Herhalde aradığımız şey bu değil. Ama, bu odayı araştırmamız gerek. Şu duvarın yanında bir kamp yeri kuracağız…” Stephan parmağıyla işaret etti. “…ve oradan başlayarak odayı inceleyeceğiz.”

 

* * *

 

“Malum odaya vardılar, demek. Düşündüğümden daha çabuk oldu.” diye fısıldadı Yuuki, bayırın duvarından aşağı dikkatle inerken. Stephan’ın odayı bulması, kendilerinin bu kulenin dibine erişmesi ile aynı zamana rastlayacak diye tahmin etmişti. Demek ki Stephan ve ekibi, Yuuki’nin düşündüğünden daha iyi savaşçıydı.

 

“Ne yapacağız, Efendi?”

“Şimdilik bu uçurumdan inmekten başka bir şey düşünmeyelim. Bir kat inebilirsek, mola verecek yer bulabiliriz. Oradan altmış dördüncü katmana sıçrayacağız. Alfredo amcaya ile Franca’ya, bir an önce yer yüzeyine dönmelerini söylemek gerekecek…” Tina’nın, şaşkın şaşkın baktığını fark etti. “Ne oldu?”

“Sen buralara gelmişliğin var mıydı, Efendi? Sanki buraları biliyor gibisin de.”

“………”

“Şu senin, dokuzuncu kademe araştırıcılığın, sadece daha yukarıdaki katmanlarda gezmeye yarıyor sanıyordum.”

“Bu kat hakkında anlatılanları dinledim, hepsi bu.”

“Hımm…” Tina, bu açıklama içine sinmemiş gibi bir edayla hımlayıp, şöyle dedi: “Doğruyu söylemek gerekirse, Labirent hakkında çok düşündüm, çünkü merak ettiğim bir sürü şey vardı. Tina dinlenmeye bile fırsat bulamadan panik içinde koştu, koştu, gücü tükenince de bayıldı. Efendi de gelip bizi kurtardı, değil mi?”

“Öyle. Eee?”

“O gün tam olarak kaç katmanı dolaştık bilmiyoruz. Ama… Efendi ile buraya indiğimizde, gücümüz daha üçüncü katmanda tükenmişti de mola vermiştik. Düşünüyoruz da…  gücümüzün son damlasına kadar dolaşsak bile, bayılana kadar en fazla altı, yedi kat çıkmış olabiliriz. Sonra, şu Berthold’le karşılaştığımız yer, altmışıncı katmandı. Oradan yedi kat yukarı çıkmış olsak, Tina’nın bayıldığı yer… bu hesaba göre, E-fen-di tek ba-şı-na kaç kat-man in-miş ol-ma-lı?”

“Ah, onu soruyorsan…”

 

Yuuki tam cevap verecekti ki, Alfredo’nun sesi yankılandı: “Sol tarafa dikkat! Cisimsiz Mahluk, üç tane!”

Alfredo daha seslenmesi bitmeden, kılıcını çekip savaşmaya girişmişti bile. Canavarlardan biri, kellesini kaybedip aşağılara düştü. Kuşa benzer mahluklardı bunlar, kanat genişlikleri üç metre kadar vardı. Ayaklarındaki pençeler keskindi, gagalarında çok sayıda ince diş göze çarpıyordu. Bastıkları zeminin sağlam olmadığını bilen Alfredo derhal karar verdi:

“Hareket etmeye fırsat yok. Düşür şunları Franca!”

“Başüstüne!”

 

Trabzan işlevi gören zinciri sıkıca kavrayarak, Franca tek eline iki Kutsal İnci aldı. Çok kısa bir süre sonra elinden iki ateş topu çıktı ve bunlar, Cisimsiz Mahluklara doğru uçtu. İlki, yaratıklardan birinin gövdesine isabet etti. Cisimsiz Mahluk, her tarafı alevlerle sarılı halde, düşmeye başladı. Diğer alev topu, ikinci kuşun gövdesini ıskalayıp kanadına denk geldi. Cisimsiz Mahluk dengesini yitirdi, savrularak Yuuki ve Tina’ya doğru uçtu.

 

“Eyvah eyvah…” Yuuki hemen bayırın yüzeyini tekmeleyip, başının üstündeki bir taş çıkıntısını yakaladı. Sırtında sallanan Tina itiraz dolu bir çığlık atsa da, Yuuki bu çığlığı duymazdan geldi. Gövdesini yukarı çekip, taş parçasının üstüne tünedi.

 

Cisimsiz Mahluk, ayağının az aşağısına, taş duvara tosladı. Yuuki ve Tina kılpayı kurtulmuşlardı. “Ç– çok şükür size bir şey olmadı! Özür dilerim! Hedeflediğim yerden vuramadım.” dedi Franca.

 

Alfredo’nun katı yüz ifadesi biraz gevşedi, adam tehlikenin geçtiğini düşünüyordu. Tam o sırada, hiç beklemediği iki şey aynı anda gerçekleşti:

 

Bunların ilki bir trabzan gibi yol boyunca uzanan zincirin, Cisimsiz Mahluk’un kuleye çakıldığı sırada maruz kaldığı darbe yüzünden kırılmasıydı. İkincisi, yanan kanadının acısıyla deliye dönmüş Cisimsiz Mahluk’un, kendini taş duvara var gücüyle vurmasıydı.

 

Tüm kule zangır zangır sarsıldı –ve Franca’nın ayağı, bastığı yerden kayıverdi.

 

Yuuki refleksle elini uzattı. Bu tepkiyi, neredeyse insanüstü bir çabuklukla vermişti. Ama buna rağmen kızı tutmayı başaramadı. Üstelik, yaptığı hamle kendi dengesini de bozmuştu.

 

Buradan düşmek demek, kaçınılmaz bir ölüm demekti.

 

Yuuki anlık bir karar verdi. Kendisini boşluğa fırlattı ve sırtında taşıdığı tanrıçaya seslendi.

“Tina! Üçümüzü birden ışınla!”

Ve o anda, tüm manzara bozuk bir aynadan yansır gibi çarpılıverdi.

 

* * *

 

Anlamlı bir hayat sürdürebilmenin, iki tane ‘olmazsa olmaz’ı vardır.

 

Birincisi, sevdiğin şeylerden sonuna kadar, dibine kadar keyif almaktır. İkincisi, nefret ettiğin şeylerin kökünü kazımaktır.

 

Bu ‘Göklerin Halif Birliği’ üyesi Birinci Sınıf araştırıcı ve savaşçı Berthold’ün hayat felsefesiydi. O, en çok gövdesi biçilmiş bir insandan püsküren kanın görüntüsünü seviyordu. Ve kendinden daha güçlü olan her insandan, ayrıca dürüst bir hayat sürdüren herkesten nefret ediyordu. Bu yüzden birilerini öldürmek, Berthold’un gözünde bir taşla iki kuş vurmaktı.

 

Hedefi, otuz metre kadar önündeydi. Sanki şehir meydanında gezermiş gibi rahatça, hiçbir tedirginlik belirtisi göstermeden yürüyordu. İçinde bulunduğu tehlikenin farkında değil gibiydi. Böyle fırsat bir daha ele geçmez, diye düşündü Berthold. Evet, şu liderlik taslayan züppeyi, Stephan Kloze’u gebertmek için böyle güzel fırsatı bir daha bulamazdı.

 

Berthold onu daha on beş yaşından beri, ‘Göklerin Halif Birliği’ne girdiği günden beri tanıyordu. O günlerde, sadece yaşına göre becerikli bir çocuktu; araştırıcı olarak tecrübesi çok azdı. Ne ara Birinci Sınıf araştırıcılığa yükselmiş de, Ekip Lideri olmuştu bu velet… üstelik Berthold’e bile emir veriyordu. Bunu affedebilir miydi? Yok, affedilebilecek bir şey değildi bu.

 

Böyleyken, o meşhur ve iktidar sahibi Kloze ailesinin evladına doğrudan el uzatmak, beraberinde büyük tehlike getirecek bir hareket olurdu. Berthold kaba saba bir adamdı belki, ama hesap yapmayı iyi bilirdi, kendi güvenliğini unutmazdı. Oğlana saldıracak zamanı dikkatlice seçmesi gerekliydi. Eğer öfkesi tahammül sınırını aşarsa, belki sakinleşmek için Jahar’ı öldürürdü. Planı buydu, ama…

 

Bu güzel fırsatı elden kaçırmak olmaz… Berhold, içinden kıkır kıkır güldü.

 

Odanın araştırılması, hiçbir şey keşfedilmeksizin sona ermiş ve kısa bir mola verilmişken Stephan tek başına kamp yerinden ayrılıp bu ıssız koridora gelmişti. Bu altmış dördüncü katmanda, nedense hiç Cisimsiz Mahluk yoktu. Katmanın üçte ikisini şu büyük oda kaplıyordu, geri kalanı da odayı çepeçevre kuşatan bir koridordu. Görece basit yapıda bir katmandı burası. Her yerde kendiliğinden yetişmiş bitkiler sağolsun, gizlenecek bol bol yer vardı. Yani Stephan’ı takip etmek hiç de zor değildi.

 

Peşinden gizlice takip edecek, uygun bir anda arkadan saldırıp herifin kolunu bacağını kesiverecekti. Belki de elini filan koparır, o kopardığı elle de ağzını tıkardı ki sesini çıkaramasın. Böylece vücudunu acele etmeden, rahat rahat doğrayabilirdi.

 

Ölümün kıyısına gelince suratında nasıl bir ifade olacaktı acaba? O ifadeyi hayal edince Berthold’un yüreği yerinden oynadı adeta. Artık aklında cinayet dışında hiçbir düşünceye yer kalmamıştı.

 

Yalnız, Berthold’un kafasını tek bir soru kurcalıyordu. Hiç gereği yokken, bu herif neden kalkıp buralara gelmişti ki? Neyse, ne önemi vardı ki bunun? Ölüme doğru yürüyen birinin kafasından neler geçtiğini bilmeye lüzum yoktu.

 

Kamp yerinden yeteri kadar uzaklaşmışlardı artık. Burada epeyce gürültü çıkarsa bile kimsecikler işitmezdi. Berthold dudaklarını yalayarak, yavaşça yatağanını çekti. Stephan’la arasındaki mesafeyi kapatmak için adımlarını çabuklaştırdı. O sırada…

 

“Ağabey, dikkat et!” diye bağıran bir ses işitildi.

 

* * *

 

Ayağının uçurumdan aşağı kaydığını, hissettiği ölüm korkusunu çok net anımsıyordu. Bir an sonra ise, sanki gördüğü manzara çarpılıyor gibi gelmişti… ve kendini burada bulmuştu.

 

Ayağının altında sağlam zemini hissediyordu. Gözünün önünde ise –kılıcını çekmiş, peşinden Stephan’a usulca yaklaşan bir adam vardı. Bunu fark edince, hiç düşünmeden bağırıvermişti.

 

Hem Stephan’ın, hem de Berthold’un bakışları ona doğru döndü. “Sen, Franca denen kızsın değil mi, Stephan’ın kız kardeşi…” Berthold’un kaşları şüphe dolu bir ifadeyle çatılmıştı. “Ne zamandır oradasın bakayım? Ha?”

 

Herhalde demin yaşadığı olay, ‘ışınlanma’ diye anılan fenomendi. Neden bilemiyordu ama, bir sebepten ötürü o kayalık yamaçtan bu katmana gönderilmişti. Fakat şimdi bunu düşünmenin sırası değildi.

 

“Sen, demin bu adama arkadan saldırmaya hazırlanıyordun, değil mi?”

“Bilmem ki, neden bahsediyorsun acaba?” Berthold, sanki konuyu anlayamamış gibi bir yüz ifadesiyle omuz silkti.

“Lütfen masum numarası yapma! Elinde kılıç tutuyorsun…”

“Bizim aziz liderimiz tek başına yürümeye çıktı da, ben de onu korumak ihtiyacı duydum. Labirent’te olduğun müddetçe, Cisimsiz Mahluklara karşı tedbiri elden bırakmamak şarttır. E benim, Stephan gibi öyle her istediğimde elime kendiliğinden geliveren kullanışlı bir silahım da yok…”

Franca verecek bir cevap bulamadı, homurdanarak gözlerini ağabeyine doğru çevirdi.

 

“Ne yapmaya geldin?” Stephan, kayıtsız bir yüzle sordu. Bu soru Berthold’a değil, Franca’ya yönelikti.

“Bir tür ışınlama cihazı beni… onu boşver, ağabey; bu adam sana kılıç çekti ve…”

“Kendisi, beni korumak için geldiğini söylüyor.” Stephan bunu hiçbir duygu belirtisi göstermeksizin söylemişti. Kan, Franca’nın beynine hücum etti.

“Neden bu kişiyi savunuyorsun! O benim, benim babamı…” Duyguları içinden taşıyordu artık, sözcükler boğazına düğümlendi. Onun bu halini gören Berthold, dudaklarını büke büke güldü.

“Keh, keh, keh… Hatırladım. Doğru ya, sen ayrıca o herifin kızı oluyordun.”

“Sen, benim babamı öldürürken de böyle gülüyor muydun?”

“Bilmem ki, neden bahsediyorsun? Şey, sana söyleyebileceğim bir tek şey var. Her zaman, ‘Yaşayan Araştırıcı’ların hakları ‘Ölü Araştırıcı’ların haklarından önce gelir. Ben, Kutsal Emanet getirebilir ve onu birliğimizin tanrıçasına sunabilirim. Yani ben, senin ölmüş babandan daha kıymetliyim. Sen de o değersiz adamı unutsan nasıl olur?”

“Yaaaaah!” Bir an için Franca, öfkeden kendini kaybetti. Refleksle bir Kutsal İnci çıkarıp saldırı büyüsü yapmaya kalkıştı. Ancak, göstermeye yeltendiği kerameti tamamlayamadı.

 

Stephan’ın mızrağı Amunis’in ucu, kızın gırtlağının az önünde duruyordu.

“Ağa…bey…”

Franca, gözleri faltaşı gibi açık, donakalmıştı. Ona engel olunması değildi kızı şok eden: Ağabeyinin kendisine silah doğrultmasıydı.

 

Franca kalbinin derinliklerinde, ağabeyinin gizliden gizliye iyi bir insan olduğuna, aslında Franca’nın yanında olmak istediğine inanmıştı. Bu inanç, şimdi paramparça olmuştu.

 

“Senin ne hakkında nasıl düşündüğün umurumda değil. Sana, gücün bu Labirent’te her şey demek olduğunu söylemiştim. İddialarını dinletecek, sözünü geçirecek güç var mı sende?”

“………”

“Benim, seninle konuşacağım hiçbir şey yok. Uzaklaş buradan.”

“…olmaz.” Franca, gözüne dolan yaşları hissediyordu. Gene de öfkeli gözlerini Stephan’dan ayırmadı. “Babama saygı duyduğunu sanıyordum ağabey! Öyleyse, neden…”

 Mızrağın keskin bıçağı, sözünü kesmek ister gibi boğazına yaklaştı. Franca istemsizce gözlerini yumdu. Belki Stephan silahı son anda geri çekmişti, belki temas ettirmeye zaten niyeti yoktu, sadece korkutmak istemişti. Öyle ya da böyle, mızrağın ucu Franca’nın tenini kesmedi.

 

“Bu kadarı yeterlidir herhalde, Stephan Bey?” Yuuki yanlarında duruyordu, mızrağı sapından kavramış ve daha fazla ilerlemesini önlemişti.

 

* * *

 

Uçurumdan düşmelerinden sanra, Tina üçünü de buraya, altmış dördüncü katmana getirmişti. Tabii ki o hengamede, kızcağızın bu ışınlanma işine ince ayar yapmaya fırsatı olmamıştı. Tina’yı sırtında taşıyan Yuuki bir yerde, Franca ise biraz uzaktaki bir başka yerde ortaya çıkmıştı. Bu yüzden, Yuuki’nin Franca’yı bulması biraz zaman almıştı.

 

“Neden bu kadar öfkelisin bakayım? Madem karşındaki insanı zayıf görüyorsun, öyleyse ona kabadayılık taslamanın ne gereği var? Birinci sınıf araştırıcıların tek işi, kendilerinden zayıflara zorbalık etmek midir?”

Yuuki, Stephan’ın kendisini görmezden geleceğini sanmıştı, ama Stephan ona doğru sert bir bakış attı: “Ya sana ne demeli, Hurdacı? İki kişinin kavgasına karışan sen güçlü müsün ki, ağzından çıkan bu sözlerin bir anlamı olsun?”

 

Yuuki kaşlarını çattı. Normalde hiç istifini bozmayan bu adamın, şimdi nedense aksiliği üstündeydi.

“İstersen, güçlü olup olmadığımı görmeyi deneyebilirsin.”

 

Yuuki’nin bu sözünü duyunca, karşısındaki oğlanın gözünün iyice kan bürümüştü.

“Stephan mıydın neydin, endişe etmene gerek yok.” Beklenmedik bir ses lafa karışmıştı. Tina, pıtır pıtır yürüyerek geldi, masum bir yüzle konuşmayı sürdürdü: “Efendi de Tina da Franca’nın yandaşı. Her zaman Franca’ya göz kulak olacağız. Bizi korumana gerek yok.”

 

Sahneye, tarifi imkansız bir sessizlik hakim olmuştu.

“…hey, bu ne anlama… sen ne söylüyosun yahu?”

“Ya sen Efendi, sen ne söylüyorsun?” Tina hıhlayarak gülümsedi ve Yuuki’ye baktı. “Yoksa fark etmedin mi? İkinizin kavga etmesine hiç gerek yok. Adı Stephan mıydı neydi, bu çocuğun neden şurada duran araştırıcı bozuntusuna neden hiçbir şey yapmıyor; tüm ustalığına rağmen Franca’nın babasının neden o kadar kolayca öldürüldü? Düşünürsen sen de hemen anlarsın. Yanıt, gözünüzün önünde duruyor.”

 

Gözümüzün önünde mi? Yuuki alnını kırıştırarak düşünürken, Tina iç çekti.

“Deminki olaylar sana, sanki Stephan Franca’ya saldıracakmış gibi görünmüş olmalı Efendi. Tina ise, tam tersine onun kız kardeşini korumaya çalıştığını hissetti.”

“Korumak mı? Neyden korumak?”

“Şu adamdan tabii ki.” Tina’nın soğuk bakışları, Berthold’e yönelmişti.

“Ne… ne diyor bu velet…”

“…Anlaşıldı. Demek öyle…” Yuuki, nihayet Tina’nın sözlerindeki manayı çözmüştü. Franca hangi nedenle olursa olsun şiddet kullanırsa, hatta en ufak bir tehditkar harekette bile bulunsa, Berthold bunu bahane edip kıza saldıracaktı. Bu yüzden Stephan, iş kavgaya varmadan evvel kızı durdurmuştu.

 

“Bak, ne kolaymış değil mi?” dedi Tina. “Artık Stephan’ın bu adama neden ilişmediğini de anlamışsındır.”

Fiziksel yöntemlere başvurmadan bir insanı aciz bırakmak için, ona psikolojik baskı uygulamak gerekir. Daha basitçe söylersek, rakibinizin bir zayıflığını yakalamanız ve onu o zayıflığı ile tehdit etmeniz gerekir.

 

“Ah, mesela… birine şöyle diyebilirsin: Eğer benim başıma bir şey gelise, bana sorun çıkaracak bir hareket yaparsan, senin için en değerli kişiyi öldürürüm. Benim tutuklanmamı veya idam edilmemi sağlasan bile, adamların o önemli kişinin icabına bakacaktır. Belki hemen yapamazlar, belki yıllarca beklemeleri gerekir; ama eninde sonunda onu öldürürler.”

 

Yuuki böyle deyince Berthold damağını şaklattı. Aslında Berthold’un, Yuuki’nin anlattığı gibi bir sistem kurmasına bile gerek yoktu. Karşısındakine: “Bu heriften de ahbaplarından da her şey beklenir.” dedirtebilirse bu kadarı yeterliydi. ‘Yüzde doksan dokuz blöf yapıyor’ diye düşünseniz bile, geriye kalan o yüzde birlik riski göze alabilir miydiniz? Hiç kimse, dünyada en çok değer verdiği insanın hayatı ile kumar oynayamaz.

 

“Hı–hı. Şu ‘Fareler’ dediğiniz insanlar var ya? İşte bu adam, çok sayıda ‘Fare’ besliyor olmalı, yanılıyor muyum? Bu farelerden her birinin nasıl insanlar olduğunu, neler yapabileceklerini bilmek çok zor. Hepsini bir seferde durduracak bir yöntem yoksa ne yapacaksın? Gidip önem verdiğin o kişiye: ‘Sana saldırabilirler...’ mi diyeceksin? Öyle yaparsan, o kişiyi bitmek bilmez bir korku içinde bırakırsın.”

 

Hem Stephan için, hem de Franca’nın babası için ‘dünyadaki en önemli insan’ kimdi? Yuuki’nin ve Tina’nın bakışları bir tek kişiye odaklanmıştı.

“Hı?” Franca, ağzından şaşkın bir ses kaçırdı. “Yoksa… benden mi…”

“……….” Stephan sessizdi.

 

Franca’nın babası üç yıl önce öldürülmüştü. Stephan o sırada on dört, bilemedin on beş yaşındaydı. Daha o zamanlar ‘Halif Birliği’nin bir üyesiydi. Ama… Halif Birliği üyesi olsa da Stephan’ın, ortada başka tanık yokken kendinden kıdemli bir ekip arkadaşını cinayetle suçlaması, onun suçunu kanıtlaması; bir yandan da kız kardeşini binde bir ihtimalle bile zarar görmeyecek şekilde koruması… kulağa mümkün gelmiyordu.

 

“Hop, hoop… aslı astarı olmayan şeyler söylemeyin. Ben de Stephan, birbirimize sağlam bir güven bağıyla bağlıyız. Değil mi, Stephan?” Ağır ağır, lafı sündüre sündüre konuşmaya başladı: “Eğer güvenime ihanet edersen, neler olur biliyorsun değil mi?” Berthold, elindeki yatağanı omuzuna vurup sırıttı.

 

Stephan usulca iç çekip, dudaklarını araladı: “İddialarınızın temeli yok. Üstelik, sizinle alakası olmayan bir mesele bu.”

“Ağabey!”

“Böyle söylemen hiç de iyi değil. Haydi bizi bir yana bırak, ama böyle yaparak hem kendine hem de Franca’ya acı çektirmiş olmuyor musun?” Tina, yüzünün ifadesinden ilk defa kaygı ve kararsızlık okunan Stephan’a aldırış etmeden söze devam etti. “Bundan ötürü, üstümüze vazife olmayan bir konu olduğunu bilsek de konuşacağız. Stephan, senin kendini ispatlamayı, rütbeni yükseltmeyi neden bu kadar çok istediğini anlıyoruz. Eğer yeteri kadar çok Kutsal Emanet adarsan, tanrıçalardan bir mucize bahşetmelerini isteyebilirsin. Sen tanrıçalardan yardım aldın. İhtiyaç duyduğun bir bilgiyi sana vermelerini diledin.”

 

Franca tanrıçalardan, babasının öldüğü anı kendisine göstermelerini dilemişti. Stephan’ın öğrenmek istediği bilgi ise…

“Berthold hesabına çalışan ‘Farelerin’ adları.”

Yuuki böyle söyleyince, Tina başını sallayarak onayladı. “Böylece, her şey açıklığa kavuşuyor. Stephan’ın başarı üzerine başarı kazanmak istemesinin ikinci bir sebebi vardı: Eğer ‘Halif Birliği’ içinde yüksek bir mevkiye çıkabilirse, çok sayıda insana emir verebilecekti. Tanrıçalardan gereken bilgiyi de alınca, artık Berthold’un tüm adamlarını bir anda tutuklatabilecek, başındaki bütün dertleri tek hamlede çözebilecekti.”

 

Berthold’un yüzü ifadesizleşmişti. Stephan, elinde mızrağıyla öylece duruyordu, söylenenleri onaylamak veya reddetmek için tek söz bile söylemedi.

 

“Tüm ipuçları bir araya gelince görüyoruz ki, Stephan’ın güç edinme saplantısının nedeni aslında çok basit. Stephan’ın amacı bu adamı Labirent’te getirmek ve onu kendi elleriyle cezalandırmaktı.”

 

* * *

O gün yaşananlar, şimdi bile hafızasında o kadar canlıydı ki…

 

Ansızın saldıran bir Cisimsiz Mahluk Berthold’u yere sermişti ve Usta, Berthold’u korurken yaralanmıştı. Usta ile Cisimsiz Mahluk’un savaşımı sona erince Berthold, Usta’ya yaklaşmıştı. Yarasına bakacak, diye düşünmüştü Stephan. Fakat…

 

“Midemi bulandırıyorsun…” Berthold, yanından eksik etmediği yatağanı Usta’ya saplamıştı. “Komutanlarımız seni pek bir seviyorlar, ayrıca işime karışıp duruyorsun.” Kılıcı defalarca, defalarca sapladı. “Ne o, yoksa bana karşı mı koyacaksın? Bence mahzuru yok. Ama eğer ben yeryüzüne sağ sağlim dönemeyecek olursam, ahbaplarım senin kızını gebertmeye gidecekler. İsmi Franca’ydı, değil mi? Şimdi on iki, on üç yaşındaydı galiba? En şirin yaşları… Aslında, bu görev bitmeden seni öldürmeye önceden karar vermiştim. O yüzden gereken hazırlıkları yaptım, anlarsın ya…”

 

Usta’nın kolu, güçsüzce Labirent’in zeminine yığıldı. Stephan, sahneyi umutsuzluk içinde seyrediyordu. Daha on beş yaşındaydı. Savaşçılıkta, Usta şöyle dursun Berthold ile bile kıyaslanamazdı henüz.

 

Yine de, Usta “Kurtar beni” diyecek olsaydı… savaşırdı. Muhtemelen Berthold onu paramparça ederdi, gene de, umutsuzca da olsa onunla dövüşürdü. 

 

Fakat Usta, ondan yardım istemedi. Ölüme adım adım yaklaşırken gözlerini Stephan’a dikti ve “Sen karışma” diye fısıldadı.

 

Berthold ölümcül darbeyi indirdi, sıçrayan kanla ıslanmış suratıyla Stephan’a sırıttı. “Zayıf olduğu için öldü, ha? Sence de öyle değil mi?”

 

Kloze ailesinin bir evladını öldürürse, Berthold bile yakasını kolay kolay kurtaramazdı. O yüzden, onu gözünü korkutarak susturmayı tasarlamıştı. Stephan, bunu yıllar sonra anlayacaktı: Berthold, kendini bir suç ortağı gibi hissetmesine yol açmış, böylece onu psikolojik olarak esir etmişti.

 

Gerçekten de, o gün Stephan korkmuştu. Dünyada, ölüm denen şeyi bu kadar hafife alan bir insanın bulunması, genç adamı ürkütmüştü.

 

Yeryüzüne döndüklerinde, Usta’nın evladı ve kendi kardeşi olan kıza, ölüm haberini bizzat vermişti. Önce kızın ağzını bıçak açmamıştı. Bir süre sonra, nihayet konuşabildiğinde, şöyle demişti:

“Neden?”

Neden babam öldü?

Neden, ağabeyim onu kurtarmadı?

Neden, onun ölümüne seyirci kaldı?

Neden, neden, neden, neden…

 

Stephan bu sözleri duymuştu… halbuki, Franca böyle kınayıcı sözleri gerçekten telaffuz etmiş değildi. Suçluluk duygusu yüzünden, gaipten işittiği seslerdi bunlar.

 

O günden sonra, yarı kızkardeşi Stephan için, kendi günahının ve zayıflığının simgesi olmuştu. Franca’yı her görüşte, o korkunç olayı hatırlamıştı. Bu yüzden, kardeşine bir daha yaklaşamamış, onunla arasına mesafe koymuştu.

 

İntikam almak istiyordu. İntikam almak zorunda hissediyordu.

 

“Zayıf olduğu için öldü.” Bu cümle, bir bakıma doğruydu. Ve Berthold’u yendiği zaman, adama kendi sözlerini yedirecekti. Buna yemin etmişti.

 

Bu amaçla, durmadan dinlenmeden kendini eğitmişti. Avuç içleri soyulup kanadığında bile, mızrağını elden bırakmamıştı. Derisi iyileşecek ve iyileştiğinde eskisinden iki kat daha kalın olacaktı. Bu yeni deri de parçalanıp içinden kan sızana dek Stephan, mızrağını savurmaya devam edecekti.

 

Her şey, Berthold’un Usta ile aynı sonu paylaşması içindi. Ona yenilginin nasıl bir duygu olduğunu kendi elleriyle öğretecekti… ve onun hayatını çok acı bir sonla noktalayacaktı.

 

İntikamın bencilce bir istek olduğunu biliyordu. İsteseydi belki de Berthold’u tutuklatıp adalet karşısında hesap verdirmenin bir yolunu bulabilirdi. Öyle yapsa belki de sorun daha çabuk çözülürdü, belki Berthold yüzünden ölen insanların bir kısmının kaderi değişirdi. Yine de… o herifi kendi elleriyle öldürmek istemişti.

 

Stephan’a doğru savrulan kılıç, havada şimşek gibi parıldadı. Stephan’ın mızrağı, bu parıltıyı savuşturdu.

 

“Demek bunca zamandır benimle oyun oynadın. Ben de bu bebe neden tek başına geziyor buralarda diyordum… demek ki peşinden geleceğimi biliyordun.” Berthold bir adım geri çekildi ve yatağanıyla yeniden saldırı pozisyonu aldı. Stephan duruşunu değiştirdi ve kendini kavgaya hazırladı.

 

“Ağabey… bunlar doğru mu? Niyetin onu öldürmek miydi?” Franca’nın sesi titriyordu. “Bunu… yapmamalısın! Yoksa, sen de babamı öldüren bu adam gibi bir katil olacaksın!”

“Olursam olayım…” Stephan, gözünü Berthold’dan ayırmadan cevap vermişti. Franca’nın boğazına bir yumruk tıkandı. Stephan devam etti: “Ben bu yola baş koydum. Sırtımda bir insanın vebalini taşımak zorunda kalsam bile bu işi yapmaya kararlıyım. Ya sen? Sen bu adamı nasıl cezalandırmayı düşünmüştün?”

“Be… ben, onu… şehirde, mahkemede…”

“Onu hakim karşısına nasıl çıkaracaksın? Suçunu itiraf ettirebilir misin?”

“………” Franca verecek cevap bulamadı.

“Babanın ölümünü affedemiyorsun. Ama, kendi elini kirletmeye niyetin yok. Davayı mahkemeye nasıl götüreceğini bile düşünmemişsin. Ne kararlılığın var, ne de yapacağın şeylerin sonuçlarına katlanmaya hazırsın. Sadece duygularına boyun eğip çocuk gibi sızlanıyorsun. O yüzden bu işe karışma ve sesini de çıkarma. Sadece seyret!”

 

Stephan mızrağını kaldırdı; ve Usta’sının öcünü almak için saldırdı.

 

* * *

 

Lanet olsun !

Berthold suratını buruşturdu. İlk saldırıyı bir şekilde savuşturmuştu. Ancak peşpeşe gelen saldırılarına karşılık veremiyordu. Stephan’ı fazla küçümsemişti –hem kararlılığını, hem de yeteneğini.

 

Hurdacıyla onun yanındaki şu kız çocuğu, ayrıca Franca da, kendisi için tehlikeli değildi. Stephan’ı öldürdükten sonra, onları da ebediyete dek susturabilirdi. Bu düelloya başladığı an onları da gebertmeye karar vermişti, ama Stephan’ın kuvveti beklediğinden daha fazla çıkmıştı. Bu, tek taraflı bir dövüş olmaya başlamıştı –Stephan’a saldıracak fırsat bulamıyordu.

 

Keşke benim de Ejderdişi Taşı silahım olsaydı!

 

Dişlerini sıkıp tüm dikkatini kendini savunmaya verdi. Evet, dedi kendi kendine, onun yeteneği benden üstün değil, sadece silahı daha iyi. Kusur bende değil silahta olmalı.

 

Kusur nerede olursa olsun, şu an durumu çok kötüydü. Bir yol bulup, buradan kaçmak için fırsat yaratmalıydı.

 

“Lütfen dur, ağabey!” diye tekrar seslendi Franca.

“Çok konuşuyorsun! Bana engel olma! Yasalar ve ahlak senin için bu kadar önemli mi?”

Stephan’ın eli zerre kadar bile titremiyordu. Dolanıp yandan saldırmayı deneyen Berthold’u mızrağının ucu ile köşeye sıkıştırdı. “Böyle bir adamın adil yargılanma hakkı filan yok…”

“Bu doğru değil!” diye bağırdı Franca. “Ben… böyle bir adam için senin katil olmanı istemiyorum!”

“Ne?” Stephan, çok kısa bir an için açık verdi. Berthold fırsatı görerek davrandı: Ama önünde duran düşmanına karşı değil, sağ tarafa –Franca’nın olduğu yere doğru.

 

“Eyva…” Franca, iri iri açılmış gözlerle donakalmıştı. Berthold’un amacı, öyle rehine almak filan değildi. Kızın karnını deşip öldürecek kadar ağır bir yara açarsa, Stephan’ı da durdurmuş olurdu. Stephan’ı şok geçirirken kesmeyi deneyebilirdi, o olmazsa kaçmaya yetecek kadar zaman kazanmış olurdu.

 

Öyle ya da böyle kız kardeşine fazla değer veriyorsun, enayi

 

Ağabey ve kardeş, ikisi de salaktılar. Berthold içinden alaycı bir kahkaha atarak kılıcını salladı. Kılıcı sapladığında, etin bir an direnip sonra yırtılırken vereceği hissi… ve Stephan’ın yüzünün alacağı şekli hayal etti. Ve…

 

Sert, metalik bir çınlama duyuldu; kılıç, Franca’nın bedenine santimetreler kala durdurulmuştu.

“Düşünüş tarzın çok iğrenç.” dedi Hurdacı. “Gerçi, aklından geçenleri okuyabildiğime göre benim de laf etmeye hakkım yok demektir.”

 

Yuuki, göz açıp kapayana kadar Franca’nın beline asılı hançeri kınından sıyırmış, yatağanı balçağından (tutulan kısmının az önündeki siperinden) yakalayıp durdurmuştu. Hayatı kılpayı kurtulan Franca, benzi bembeyaz kesilerek yere, popoüstü düştü.

 

Berthold, birinci sınıf bir kılıç dövüşçüsüydü. Hiç şaşırmadan, şaşalamadan, refleksle tepki verdi. Bir adım gerileyip kılıcını kendine çekti, Yuuki’yi yukarıdan aşağı, çaprazlama kesmek için müthiş bir hızla hamle yaptı.

 

Hayır –kılıcı kesme hareketiyle indirecek gibi yapıp, son anda hamlesini değiştirmişti. Omuz, dirsek, bilek eklemleri o kadar esnekti ki, savaş tarzını istediği an değiştirebiliyordu. Bu onun kendine özgü, gizli silahıydı. Birinci sınıf savaşçılar arasında bile, ansızın değişen bir hamleyi görüp de önleyecek adam bulunmazdı.

 

Saldırı o kadar ustaca yapılmıştı ki, Yuuki tepki bile veremedi. Kılıcın ucu, zehirli bir yılanın dişleri gibi boynuna doğru yaklaşıyordu. Bu oğlanı öldürürsem, diye düşündü Berthold, kaçış yolum açılmış olacak. Yuuki’nin kanlar saçarak devrildiğini görmek için sabırsızlanıyordu…

 

O anda, koluna rüzgar gibi bir şey çarptı. Kolunun dirsek hizasından aşağısı, avucunda yatağanı tutar vaziyette havada uçtu, Labirent’in taş duvarına çarptı ve yere düştü.

 

* * *

 

“Ne?...” Berthold tam yarım dakika boyunca sağ koluna baktı durdu. Suratından, durumu kavrayamadığı okunuyordu. Franca ve Stephan da şok içindeydiler.

“A–Aaaaaaaaaaaaaah! Ko –kolum, be –benim kolum! A –adi herif, sen ne…”

“Kes sesini.” Yuuki, öfkeyle adamın çenesini sağ eliyle ittirdi. Berthold’un kafasını ardındaki duvara vurdu, adam çuval gibi yere kapaklandı. “Alt tarafı araya girip kollarından birini kestim. Senin bugüne kadar yediğin haltlarla kıyaslanınca, hiçbir şey değil bu.” dedi Yuuki. Stephan’a baktı. “Sizin intikam arayışınız beni ilgilendirmiyor. Ama bu savaş benim ekibimi de etkilemeye başladı. İşim gücüm var benim.”

“…yolumdan çekil, Hurdacı.”

“Hurdacıysam ne olmuş?” Yuuki, Franca’ya baktı.

“Şey… ben…” Medyum kız kendini toparlamıştı. Yavaşça ayağa kalktı. “Teşekkürler, Bay Yuuki. Ağabey, özür dilerim… ama senin yolundan çekilmek istemiyorum.”

“………”

“Bu adama acıyor değilim, ‘canını bağışla’ da demeyeceğim. Ama ağabeyimin bu adama benzemesini istemiyorum. Öldürürsen, benden sonsuza dek uzaklaşacağını hissediyorum.”

“Bu adam hayatta kalsın mı istiyorsun?”

“Şey…”

“Sen sadece her şeyi unutup, hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya çalıştın. Seni kınamıyorum, ama bana engel olmaya hakkının olmadığını düşünüyorum. Çekil önümden.”

“Çekilmeyeceğim. Önceliklerimi yanlış seçmiş olabilirim. Sen benden uzaklaşmıştın, aklından neler geçtiğini anlayamıyordum; bunlara üzülüp duracağıma sana gelip ne düşündüğünü, ne yapmayı planladığını sormalıymışım.”

“İş işten geçti artık. Birazdan her şey bitecek. Çekil artık yolumdan, Franca.”

“Ben…”

“Ah, bir soru soracağız…” Havadaki gerilimi hiç de umursamayan Tina lafa karışıverdi. “Stephan, senin öfke ve üzüntü hissetmen çok doğal ama… neden, Franca’ya hiçbir şey anlatmadın?”

“………”

“Franca ile birlikte öfkelensen, Franca ile beraber ağlasan daha iyi olmaz mıydı? Sen bu duyguları ustan öldürüldüğü zaman hissetmeye başladın. Güçlü olmanın anlamını, intikam almanın anlamını, beraberce düşünmeniz daha hayırlı olurdu. Neden Franca’yı reddettin?”

 

Tina’nın sesinde suçlayıcı bir tını yoktu. Sanki öğüt verir gibiydi, tavrında tuhaf bir otorite seziliyordu. Stephan, sanki bir zayıflığı görülmüş gibi tedirgince cevap verdi:

“Ben… onu reddetmedim.”

“Ama bir insan diğerinden uzaklaşınca, aralarındaki bağ zayıflamaz mı? Sonuçta, sen de Franca’dan farklı değilsin. Sen de her şeyi kendi içinde düşündün, meseleyi kendi öfkeni tatmin edecek bir yolla çözmeye çalıştın. Tina sizin ailenizden biri değil, tabii, o yüzden seni yargılamak gibi bir niyetimiz yok. Fakat, Franca’nın babasını koruyamadığın için suçluluk duyuyorsan, Franca’nın yanında olman gerekmez miydi?”

“………”

“İş işten geçmiş değil, diye düşünüyor Tina.”

 

Franca hiçbir şey söylemeden, ağabeyinin konuşmasını bekledi.

“Ben…” Kararsız bir sesle Stephan bir şeyler söylemeye başladı.

Tam o sırada Yuuki’nin görüş alanına ‘o varlık’ girdi.

 

* * *

 

Ayağa kalkacak gücü kalmamıştı.

“Lanet olsun! Lanet olsun! Ne boktan iştir bu!” Berthold, yarı baygın halde küfrediyordu. O, bu hallere düşecek adam değildi. Bu işte bir yanlışlık vardı. Stephan’ı alt edememesi açıklanabilir bir şeydi, oğlanın bir ejderdişi taşı silahı vardı. Ama bu Hurdacı’ya sağ kolu kaptırmak, korkunç bir utanç tattırmıştı Berthold’a. Dayanılır şey değildi bu.

 

Bir yanlışlık vardı bu işte, Berthold o yanlışlığı ne yapıp edip düzeltecekti. Kolunun intikamını mutlaka alacaktı. Güç istiyordu. Evet, şu Stephan’ın ejderdişi taşı silahı gibi bir şeye sahip olmak istiyordu.

 

O sırada Berthold, ufak bir canlının kendisine bakmakta olduğunu fark etti. Hayvanın dişleri bir sincabınkine benziyordu. Ama normal bir hayvan olmadığı besbelliydi: Alnının tam ortasında, bembeyaz bir taş parçası vardı.

 

“Vay…” Berthold’un ağzından şaşkın bir nida döküldü. Bu taşın ne olduğunu biliyordu. Altmışıncı katmanda, ekibi yok olmadan hemen önce görmüştü bunu. Bir defasında da, bu tür bir taştan bahseden bir kitap okumuştu.

 

Sincaba benzeyen yaratık, ilginç bir şeyi seyreder gibi; ve bir şeyler sorar gibi, gözlerini kısarak Berthold’a baktı.

“Ver onu bana.” dedi Berthold, sessizce sorulmuş bir soruya cevap verircesine. “O gücü bana ver –‘Beyaz Karların Ejderdişi Taşı’nı ver bana!”

 

* * *

 

“Durdurun şunu!”

Bağıran, Yuuki’ydi. Ama geç kalmıştı. Ufak bir canlı, Berthold’a doğru koştu ve onun göğsüne girdi –eriyip adamın etine işlemişti adeta.

 

Ve… Berthold’un bedeni değişmeye başladı.

 

Bir terslik olduğunu anlayan Stephan, Amunis mızrağını adama doğru sapladı. Ama, şimşek hızıyla ilerleyen mızrak bir el tarafından kolayca yakalandı –Yuuki’nin az önce kestiği, Berthold’un sağ eli tarafından.

 

“Hah, hahahahahahaha! Harika bir duygu bu!” diye mırıldandı Berthold. Sesi değişmişti, gülüşü kulağa bir insanın kahkahası gibi gelmiyordu. Elini zahmetsizce sallayıverdi. Stephan’ın boğazından şaşkın bir inilti koptu –oğlan, hiç de ufak tefek birisi olmadığı halde, havaya savruldu ve duvara sertçe çarptı.

 

Berthold, yarı ejderha ve yarı insan bir varlığa doğru dönüşüm geçiriyordu. Dikkatli bakınca, giysilerinin yırtılıp döküldüğü ve derisinin yerini zırh gibi bir kabuğun aldığı fark ediliyordu. “Amma da hafifmişsin. Daha çok et yemelisin, Stephan.” Sağ elinde Amunis mızrağını tutarak, Ejderha–Adam alaycı bir kahkaha attı.

 

“Efendi, bu şey acaba…”

“Bir Cisimsiz Ejder.” dedi Yuuki acı bir sesle.

“Cisimsiz Ejder dedikleri şey… ejderdişi taşlarını koruyan mahluklar mıydı?”

“Tam değil. Aslında onlar ejderdişi taşının koruyucusu değil ta kendisidir –canlı biçimine bürünmüş birer taştır onlar. Ama öyle bilindik taşlardan da değillerdir tabii. Bilinçleri vardır, keyiflerine göre Labirent’te dolaşırlar. Bazen de insanları sınavdan geçirirler. Acaba bu insan, bizim sahibimiz olmaya layık mı, diye.”

“Öyleyse… taş, bu adamı kendi sahibi olarak mı görüyor?”

“Hayır. Ejderdişi taşları kimseye kolay kolay bağlanmazlar. Bu bir deney, sanırım –taş, ona geçici olarak güç veriyor.”

 

Eğer kendilerine söz geçirebilecek bir insan bulurlarsa, ejderdişi taşları birer ejderdişi silahına dönüşmeyi kabul ederlerdi. Mesela, Stephan’ın taşıdığı Amunis mızrağı, herhalde ‘Göğü Tutan Tanrıça’nın Silahşor’üne boyun eğmiş olan taştı.

 

Buna karşın, eğer gücünüzü beğenmezlerse asla ejderdişi taşından yapılma bir silahı kullanamazdınız. Silah biçimine bürünmeyip doğrudan adamın bedenine işlediğine göre bu taş, Berthold’un güç için yalvaran sesine cevap vermişti. Taşın, belki de sırf keyif olsun diye yaptığı bir şeydi bu. Öyle ya da böyle, durumun çok tehlikeli olduğu açıktı.

 

“Bana geri gel, Amunis.”

Stephan, öksürüklerinin arasından bu cümleyi fısıldamıştı. Öksürdükçe, ağzından kan geliyordu. Sahibinin sesine tepki veren mızrak Berthold’un elinden kayboldu ve Stephan’ın avucunda belirdi.

 

“Bayılıyorum bu ejderdişi taşı silahlarına. Harika aletler, doğrusu. Ama, şu anki halimle o silah bile yenemez beni.” Berthold böyle söyledi ve kamburunu çıkararak saldırmaya hazırlandı. O sırada…

“Ooo? Neler oluyor burada?”

Ayak sesleri işitildi. Üç erkek yaklaşıyordu. Şaşkın bir sesle konuşmuş olan Jahar ile, iki tane medyum. Artık insana benzemeyen Berthold, o yana doğru dönerek ağzını araladı:

 

“Selam, Jahar.”

Kılıç ustası Jahar, kaşlarını çattı. “Sen… bizim aciz köpek Berthold değil misin be? Ne oldu sana yahu, ne bu acayip şekil?”

“Ben sana önceden beri gıcık oluyordum, Jahar. Nasılsa hepinizi eninde sonunda öldürecektim, hazır ayağıma gelmişken aperatif niyetine geberteyim seni.”

“………”

 

Karşısındaki rakibin kalbinde öldürme isteği varsa, Jahar bunun kokusunu alırdı. Rakip, insan mı değil mi anlaşılmayan bir varlık olsa bile. Jahar tek söz etmeden o kocaman kılıcını çekti ve müthiş bir hızla Berthold’un üzerine atıldı. Fakat…

 

“N –ne?”

İnsanlara karşı kullanılmak için fazlaca ağır ve keskin olan o dev kılıç, Berthold’un boynunun gövdesiyle birleştiği yerde durmuştu. Kılıç, Labirent’te yankılanan tok bir çarpma sesi çıkarsa da hiçbir yara açamamıştı. Berthold’un ağzından bir önce kıkırdama sesi, ardından tek bir sözcük döküldü:

“Geber.”

 

Dehşetli bir ses çıktı. Jahar, normal bir insan gözünün göremeyeceği bir hızla Labirent’in duvarına toslamıştı. Duvarda yarım küre şeklinde bir çukur açtı, yavaşça kayıp yere düştü. Düştüğü yere sessiz soluksuz, kımıltısız yığıldı. Aslında, adamın tek parça halinde kalması bile bir mucizeydi.

 

Berthold, alt tarafı sağ eliyle tek bir yumruk atıvermişri. Hızı ve kuvveti normalin çok üstündeydi artık. “Eee, sırada kim var?”

“Aaaaaaaaaaaaaaaah!” Kısa boylu bir medyum, paniğe kapılarak rastgele saldırı büyüleri savurmaya başladı. Kıvılcımlar saçıldı ve alevler hava dans etti.

“Yapma, aptal!”

Yuuki, bağırmakta geç kalmıştı. Berthold’un yumruğu, adamın gövdesini ve kalbini deşip geçmişti bile. Medyumun yüzüne fırlattığı sihirli fırtınanın arasında, sanki bahar güneşi altında gezintiye çıkmış gibi rahatça yürümüş, elini zahmetsizce adama saplayıvermişti.

 

Diğer medyum sırtını dönüp kaçacak oldu.

“Gerizekalı.” Berthold, insanın asla erişemeyeceği bir süratle adamın peşinden gitti ve adamın sırtında kocaman bir delik açtı. Sıçrayan kanlarla kırmızıya boyanmış Ejderha–Adam, yavaşça dönerek şöyle dedi:

“Görüyorsunuz işte. Elimden kaçabileceğinizi sanıyor musunuz? Haydi, beni biraz eğlendirin bakalım.”

 

“Siz hemen gidin. Bu herifin asıl hedefi benim.” 

Stephan, mızrağını savaş konumuna getirerek ilerledi. Fakat yürürken yalpalıyordu.

“Ağabey!” diye çığlık attı Franca. Stephan’ın, savaşacak değil yürüyecek hali bile yoktu. Genç adam ölüme gidiyordu.

“Efendi…” Tina yalvaran gözlerini kaldırmış, bir şeyler yapmasını uman bakışlarla Yuuki’yi seyrediyordu. Kızın ne düşündüğü anlaşılıyordu: Franca, Stephan’ı kaderine terk edip gitmezdi. O halde… başka çare yoktu. Yuuki derin bir nefes aldı.

 

“Bu herifi yenmenin bir yolu var.”

Asıl sorun, onu yendikten sonra başlayacak… diye düşündü Yuuki.

 

* * *

 

Ele geçirdiği güç Berthold’u sarhoş etmişti.

 

Kolunu şöyle bir sallayarak bir insan bedenini imha edebiliyordu. Kutsal Emanetler de, medyumların kerametleri de ona hiçbir zarar veremiyordu. Artık o, bu dünyadaki en güçlü varlıktı.

 

Düşmanlarından dördü hala hayattaydı. Stephan, Franca, Yuuki ve Tina. Bir şey tartışır gibiydiler ama saldırmaya da kalkışmıyorlardı. Bu menüde ana yemek, Stephan ile Yuuki’ydi. Onları hemencecik yiyip bitirirse, tatlarına yeteri kadar varamayacaktı.

 

Eee, kaçacak mısınız yoksa üzerime mi yürüyeceksiniz? Yüzlerinin ifadesine bakınca, ikinci şıkkı seçtiklerini anladı.

 

“Haydi!” Yuuki’nin bu komutu üzerine, Franca bir keramet kullandı. Ne kadar faydasız, diye düşündü Berthold pis pis sırıtarak. Fakat kızın hedefi, Berthold değil onun etrafındaki duvarlar ve zemindi. Toz zerrecikleri ve tahta kıymıkları havada uçuştu, bir duman perdesi Berthold’un görüşünü kapattı.

 

“Mantıklı… beni körleştirmeye çalışıyorlar.” Berthold hiç istifini bozmadan bekledi, ne isterlerse yapmalarına izin verdi. Zaman kazanıp kaçmayı deniyorlarsa, onları takip ederdi. Bu toz, talaş ve duman perdesinin etki alanından çıkıp onları yakalayıverirdi. Yok, eğer saldırmaya niyetliyseler…

 

“Saldırılarına karşılık veririm, olur biter.”

 

Bunu söyler söylemez, dumanların içinden bir hançer üzerine doğru geldi. Berthold, yumruğunu sallayıp hançeri savuşturdu. Bu hançer bir Kutsal Emanetti, herhalde ya dördüncü ya da üçüncü derecedendi. Hurdacıya ait olmalıydı.

 

Keramet ile örülmüş duman perdesi henüz dağılmamıştı, Berthold pek bir şey göremiyordu. Düşmanın stratejisi, ara vermeden peş peşe vur–kaç yapmaktı. Berthold bunun işe yaramayacağından emindi. Zırhlı derisi, muhtemelen Stephan’ın mızrağına bile direnebilirdi. Şu ufacık hançerin saplanması ile, sivrisinek ısırığı kadar bile canını yakmazdı.

 

Bir an karşısında Yuuki’yi gördü. Yumruğunu savurdu. Oğlan yumruğun yolundan çekildi, çekilirken de hançerinin ucunu Berhold’un göğsüne çaldı fakat bir sıyrık bile açamadı.

 

“Anlamsız şeyler yapıyorsun.” O alay etmekle meşgulken, bir saldırı daha geldi. Bu kez, hançer derisine iki kez batırılmıştı. Berthold damağını şaklattı. Nereden, kimden eğitim almıştı bilmiyordu ama bu Hurdacı’nın vücudu çok esnek ve çevikti doğrusu.

 

Fakat ne yaparsa yapsın, gerçeği değiştiremezdi: Berthold’un, ejderdişi taşının gücüyle donanmış zırhını delmesi imkansızdı. Saldıra saldıra elbet yorulacaktı.

Yuuki dumanların arasından tekrar göründüğü. Üzerine gelen sağ yumruğu savurup iki defa, ardından sol yumruktan kaçınıp üç defa, bıçağını Berthold’a sapladı. Derisinde ufak çizikler açıyordu sadece, ama Berthold’un asabını fena halde bozmuştu. Berthold, ‘kaçmadan yakalayayım şunu’ diyerek ellerini ona doğru uzattı; bıçağın gümüşi pırıltısını gördü. Hançerin ağzını, bu defa belki beş defa teninde hissetmişti.

 

“Ulan hergele!” Sabrı tükenmişti, ileriye doğru kocaman bir adım attı. Ve o an, Stephan’ın mızrağı ile karşılaştı. Demek ki Hurdacı bir yemdi. Başından beri, Berthold’un dikkatsizce bir hareket yapması için saldırmıştı. Fakat…

“Hahahahahah!” Berhold bir kahkaha attı.

Stephan’ın mızrağı Amunis’in keskin ucu, derisine gömülmüş ama onu delememişti. Ejderdişi taşından yapılma da olsa, bir silahın bu deriye etki edemeyeceği böylece ispatlanmıştı.

 

Keramet’in vadesi dolmuştu. Duman perdesi dağıldı. Düşmanlarının hiçbiri kaçmamıştı, dördü de karşısında duruyordu.

“Saldırınız bitti mi? Öyleyse sıra bende…”

“Bitmesine bitti, ama…” dedi Yuuki. “Bittiği için, senin saldırma şansın kalmadı.”

Berthold kaşlarını çattı. O, bu sözün manasını anlamaya çalışırken –bedeni değişmeye başladı.

 

* * *

 

“Ne… ne?” Dehşet içindeki Berthold, önceki görüntüsüne –insan şekline– geri döndü. Dizlerini bağı çözüldü, yere yığılıverdi.

 

Ejderdişi taşının meydana getirdiği zırhlı kabuğu eriyip gitmişti. Geriye, sağ kolu eksik, gücü tamamen tükenmiş, aciz haldeki bir adamın sureti kalmıştı.

 

“Anlayacağın, ejderdişi taşı seni beğenmedi.” diye mırıldandı Yuuki, elindeki hançeri Franca’ya geri verirken.

Ejderdişi taşları, onlara sahip olmak isteyen insanların yeteneklerini ölçerlerdi. Stephan’ı ve Yuuki’yi yaralamaya çalışırken Berthold’un içinde kabaran güçlü irade ve kalbinden taşan kana susamışlık, ejderdişi taşının ilgisini çekmiş olmalıydı. Taş şöyle düşünmüştü: Bakalım, bu adama gücümü ödünç vermeye değer mi?

 

Bu sorunun cevabı olumsuzdu. Berthold, taşı hayal kırıklığına uğratmıştı. Taşı verimli kullanmayı, taşın içindeki gücün tamamını açığa çıkarmayı başaramamıştı. Sadece taşın ona armağan ettiği dayanıklılığa bel bağlamakla yetinmişti. Üstelik Yuuki’de tek bir yara bile açamamış, Stephan’ın saldırısından kendini koruyamamıştı. Yani, su götürmez bir şekilde diskalifiye olmuştu.

 

Yuuki’nin amacı, durum değişene kadar beklemekten ibaretti. Berthold’u yenmeseler de kavga kendiliğinden sona ermişti. Sorun, Yuuki’nin umduğu şekilde çözülmüştü ama… geriye bir problem daha kalmıştı.

 

“Pekala, şu büyük odaya gidelim! Çabuk!”

Yuuki, önceden kararlaştırılmış plan doğrultusunda komut verdi. Franca, ağabeyinin kolunun altına girip ona destek olarak koşmaya başladı. Eriyip Berthold’un gövdesinden ayrılan ejderdişi taşı, devasa bir varlığa dönüşüyordu. Ağır tempoyla üçe kadar sayacak kadar bir süre içinde, dönüşümünü tamamladı. Kar beyaz renkte bir ejderha şeklini almıştı.

 

“Aa–ah!” Berthold, zeminde sürünerek kaçmayı deniyordu. Çıkardığı iniltiler ansızın kesiliverdi, üstüne basan devasa bir ayağın sesi duvarlarda yankılandı.

 

“Kocaman bu be!”

“Beyaz Karların Ejderdişi Taşı… dedikleri şeyin gerçek görüntüsü böyleymiş demek ki. Sen de hayran hayran bakacağına elini çabuk tut. Yoksa biz de öleceğiz şimdi.”

“Güven bize! Hey, sen: Düş aşağı bakalım!”

 

Tina böyle der demez, Cisimsiz Ejderin ayağının dibindeki zemin çöktü. Açılan kraterin derinliği sadece birkaç metreydi ama devasa canavarı hareketsizleştirmek için yeterliydi. Düştüğü yerden hemen çıkamazdı –onun çukurda debelenmekle kaybedeceği zamanı Yuuki ve Tina kazanacaktı.

 

Cisimsiz Ejder, öfke dolu bir sesle böğürdü. Bu sesle beraber, o ana kadar kraldan korkan hizmetkarlar gibi kendilerini gizlemiş olan Cisimsiz Mahluklar, birer ikişer açığa çıkmaya başladılar.

“Eyvah eyvah… kaçalım buradan!”

 

Yuuki ve Tina, Franca ve Stephan’ın gittiği yöne doğru koşmaya başladılar. Tina’nın, herkesi ışınlayacak kadar Kutsal Gücü kalmamıştı. Planları, Tina’nın gücünü Cisimsiz Ejderi yavaşlatmak için kullanıp başka bir yoldan kaçmaktı.

 

Bu katmanda, bir çırpıda neredeyse yeryüzüne kadar çıkmaya yarayan bir yöntem vardı. Cisimsiz Mahlukları da Ejderhayı da burada bırakıp, geri çekilmek mümkündü.

 

“Işınlama cihazından yayılan Kutsal Gücü hissediyoruz. Şu taraftan!”

Tina koşarak büyük odaya girdi, duvarların bir köşesine yaklaştı.

“Orada… orada önemli bir şey mi var?” diye, nefes nefese sordu Franca.

“Şu malum ışınlama cihazının diğer ucu bu. Hani şu senin bulduğun taş abide vardı ya.”

“Ben bu taşı incelediğimde, sıradışı bir şeye rastlamadım.” dedi Stephan.

“Çalıştırılması için bazı koşulların yerine getirilmesi gerek. Tina, rica etsem…”

“Tamam. Onu çalıştırıp, bu katmandaki tüm insanları üçüncü katmana göndermeye ayarlayacağız.”

Tina böyle der demez, Yuuki derin bir rahatsızlık hissine kapıldı. “Yolunda olmayan bir şeyler var. Bir şey yanlış…”

 

Birdenbire, neyin ters olduğunu anladı: Tina az önce: “Kutsal Gücü hissediyoruz…” demişti. Yani…

“Olamaz.” diye fısıldadı Tina.

“Ne oldu? Yoksa çalışmayacak mı?” Franca’nın alnı, kaygı ile kararmıştı.

“Hayır, çalışması mümkün. Ama… nasılsa Tina dokunmadan önce birileri aygıtı çalıştırmış. Yani onun ayarını değiştiremiyoruz.”

 

Anlaşıldı… Yuuki kendisini serinkanlı olmaya zorlayarak, sordu: “Neden çalıştı acaba… diye sormanın yararı yok. Başımıza ne gelecek şimdi, sen ondan haber ver.”

“Ayarını değiştirmeden ışınlama yaptırmak zorundayız. Bizi üçüncü kata gönderecek… bizi, yani bu kattaki tüm insanları ve Cisimsiz Mahlukları…”

“………” Bu cümlenin anlamı kafasına dank edince, Yuuki’nin midesine buz gibi bir ağrı saplandı. Kendileriyle beraber bu katmandaki Cisimsiz Mahluklar ile ‘Beyaz Karların Cisimsiz Ejderi’ üçüncü katmana, şehrin hemen yanıbaşına… çoğu acemi olan sayısız araştırıcının gezindiği bir bölgeye ışınlanırsa…

“Bu bir felaket olur.” dedi Stephan alçak sesle.

 

O sırada, Cisimsiz Mahluklar odaya doluşmaya başladı. Cisimsiz Ejderin ayak sesleri yankılana yankılana yaklaşıyordu.

“Tina, ışınlanmayı iptal edip aygıtın ayarını değiştirsen…”

“Yapamayız! Zaman yok ki!”