18.06.2020
Bölüm I - YERYÜZÜNE DÜŞMÜŞ KIZ
Çevirmen: Alper
“Tamam,
tamam. Senin duygularını da yapmak istediğin şeyi de iyice anlıyorum. Ama, önce
bir konuşsaydık diyorum…”
Genç
adam böyle diyerek ellerini kaldırdı. Yaşı on beşi, on altıyı geçmişti. Ama
herhalde yirmisine henüz basmamıştı. Siyah saçları, kara gözleri vardı. Orta
boyluydu. İnce bünyeli bir oğlandı; ama çelimsiz, güçsüz gibi de durmuyordu.
“Gördüğün
gibi, ben silahsızım. Kimsenin barışçıl yaşantısına çomak sokmak gibi bir
niyetim yok, Başkasının avladığı şeyi aşırmak niyetim de yok. Sadece, iki kuruş
edecek bir şeyler bulup toplamaya geldim. Seninle açık konuşacağım: Ne
demişler, mal canın yongasıdır. Aslında, buralarda hayat çok zordur; biraz
saksıyı çalıştırmazsam ben de aç kalırım.”
Karşısındaki,
bu uzun lakırdıyı duymazdan gelip, tereddütsüz adımlarla yaklaşmaya başladı.
Genç adam, o ilerledikçe geri çekilmeye çalıştı; sırtının taş bir duvara
yaslandığını hissedene dek.
“Ha,
mal canın yongası dediysem de, can daha tatlıdır tabii.”
Yukarıya
doğru baktı ve kuru bir ifadeyle gülümsedi. “O yüzden, rica etsem de, beni
görmezden gelsen olmaz mı?”
Bu
sözün muhatabı en ufak bir duygu belirtisi dahi göstermedi. O, böcek–biçimli
bir Cisimsiz Mahluktu. Görüntüsü, bir peygamber devesininkine yakındı. Boyu,
genç adamın boyunun aşağı yukarı iki misliydi; kabaca üç buçuk metreyi
buluyordu. İkisi sağda ikisi solda olmak üzere, tırpan şeklinde dört ön ayağı
vardı. Sivri ucu aşağı bakan üçgen şeklinde kafası, baktıkça insanın içini
bulandıracak kadar geniş bir çenesi vardı.
“Kaba
birine benziyorsun. Bu gidişle kız arkadaş bulamazsın sen.”
Bunu
der demez çömeldi. Az önce boynunun durduğu yerden, Mahluğun tırpanlarından
biri geçti. Genç adam:
“Postu
deldiriyorduk…” diye fısıldadı, ileri atılıp koşarken.
Cisimsiz
Mahluk’un koca gövdesi, önüne dikilmiş yolunu kapatıyordu. Ancak, gövdesini çok
sayıda ayak taşıdığı için, yaratığın karnıyla zemin arasında bir hayli boşluk
vardı. Sağından solundan dolaşmak imkansızdı, dosdoğru bacaklarının arasından
geçebilirse tüymeyi bir şekilde başarabilirdi.
Görüş
alanının her iki kıyısından tırpanların yaklaştığını görüyordu. Geçebilecek
miydi ki…?
“Yaaaaaaaaaaaaaaaaaah!”
Bir nara kopardı, ayaklarının olanca kuvvetiyle taban tepti.
*
Yuuki
Takamigahara Dokuzuncu Sınıf bir Araştırıcı / Destek Elemanı idi.
…diye
bir ifade, gerçekleri tam olarak yansıtmıyor olabilir. Yuuki’nin kendisine
sorsanız, o Araştırıcılığı esas mesleği olarak benimsemiş değildi. İşin ne,
diye sual edilse, herhalde ağzı kulaklarına vararak şöyle derdi: “Büyük bir
tüccar… olacağım ileride.”
*
“Uzun
süredir yaptığım en büyük sakarlık bu.”
Yuuki
göğüs geçirerek, ayak sürüye sürüye geçitte yürüyordu. Vücuduna zırh kuşanmış
değildi. Giysisinin kumaşı, aleladeydi. Taşıdığı yegane şey sırtındaki
torbaydı. Ne belinde, ne sırtında silah filan görünmüyordu.
Çünkü,
Yuuki’nin niyeti Cisimsiz Mahluklarla savaşmak değildi. O, kentin caddesinde
küçük bir dükkanı işletiyor, orada her türden eşyayı satıyordu. Mesela,
Labirent’ten toplanabilen nadir bulunan bitkiler ve minarelleri. Elbette,
Kutsal Emanetleri de.
Yuuki’ye
göre Labirent kaşifliği, yani Labirent’e gidip oradan bir şeyler devşirmek,
dükkana mal almaktan ibaretti.
Dolayısıyla,
Cisimsiz Mahluklarla boğuşmaktan mümkün mertebe sakınmayı, kaça kaça gezinmeyi
esas edinmişti. Canavarların inlerine ayak basmamaya özen gösterir, bir geçidin
ilerisinde hayat emaresi sezerse tam tornistan geri döner, kem talih karşısına
bir düşman çıkarırsa derhal tüyerdi: Ekipmanını olabildiğince hafifletmesinin
bir nedeni buydu.
Bu
sefer gördüğü şu azmanlaşmış peygamber devesini, bir köşeyi döner dönmez
karşısında buluvermişti. Dikkatsizlik ettiğini yadsıyamazdı. Eğer algılarını
açık tutsaydı, belki de canavarın çıkardığı sesleri önceden fark edebilirdi.
“Hem
moralim bozuktu, hem de konsantrasyonum eksikti, offf…”
Bu
gün sağlam bir hasat kaldırmak niyetiyle Labirent’e girmişti, lakin… son
zamanlara dair anılarında bu kadar meyvesiz bir keşif gezisi daha yoktu. Kutsal
Emanet bulmak şöyle dursun, satılabilir bir ota veya taşa bile rast gelmemişti.
Işık taşının gücünün giderek tükendiğini görüyordu. Yer altına ineli beri
tahminen altı saat geçmişti, şimdi vakit öğleden az öncesi olacaktı. Öğleden
sonraları ek iş yapıyordu. İşin ücreti iyiydi, kesinlikle elden kaçırmaması
gerekirdi. “Ama böyle cıscıbıl, elim böğrümde de dönemem ya. Hiç değilse ufak
bir kazanç edinsem…”
Söylene
söylene yürürken; az ilerideki, düşürülmüş bir cisim dikkatini çekti.
Yuuki içine ışık taşı koyduğu kare şeklinde fenerini doğrultarak, cisime
yakından baktı.
“Bez…
mi bu?”
Artık,
bir Cisimsiz Mahluk’un oyuncağı mı olduysa, kumaş lime limeydi. Kutsal Güçler
saklayan bir Kutsal Emanet… değildi herhalde, ama değerli bir kumaşsa
satılabilirdi belki.
Yuuki
hop diye, iki parmağıyla kumaşı tutup yerden alacak oldu. Bunu yapar yapmaz
kumaşın altından gür, sapsarı saçlar göründü. “Ne bezi be, bir cüppeymiş bu!”
Medyumluk, rahiplik gibi işleri yapanların kuşandığı, bol elbiselerden biriydi.
Yuuki’nin şimdi eliyle kavradığı, cüppenin kapüşon parçasıydı anlaşılan.
Bir
yerde kıyafet varsa, elbet onu gövdesine giyen kişi de vardır. “Yani, bilincini
kaybetmiş bir kız burada devrilmiş yatıyor…” Yuuki, o ufak gövdeyi kollarının
arasına alıp kaldırdı, oturur vaziyete getirdi. Kızın ağzından belli belirsiz
bir inilti döküldü. Demek ki yaşıyordu.
On
iki, on üç yaşlarındaydı. Toz toprakla kirlenmiş olsa da, ışık taşının cılız
ziyası altında dahi güzelliği hemen anlaşılan bir çehreye sahipti. Neredeyse,
ilahî denecek bir güzelliği vardı. İlk bakışta teyit edebildiği kadarıyla,
kıyafeti yırtılmış olsa da kumaşın altında ciddi bir yara yoktu. Etraftaki ayak
izleri, bir tek kişiye aitti. Sallanarak buraya kadar yürümüş ve gücü, bu
noktada tükenmişti –ayak izleri bu izlenimi veriyordu.
“İyi
de… bir kız çocuğu tek başına, nasıl olur da böyle bir yere gelir?”
Yuuki
boynunu yana eğip kıza baktı. Ortada, ‘Eh, ne yapacağım şimdi?’ diye uzun
uzadıya kafa yormaya değecek kadar çok seçenek yoktu. Ne de olsa bu koşullar
altında, dükkanına mal bulmaya öncelik veremezdi. Yapacak bir şey yok,
diye düşünerek iç çekti; kızı sırtlandı, yürümeye koyuldu.
Kulağının
dibinde kızın nefes alışını işitiyordu; solukları, sığ ve çabuk nefes alıyordu
kız, can çekişen biri gibi değil. Yorgunluk ve açlıktan bayılmış olacaktı
herhalde. Neyse ki hafif minyon bir şeydi de, sırtta taşınırken bile fazla yük
olmuyordu.
Böylece,
başına başka bir şey gelmeksizin, Yuuki yer yüzüne geri döndü. Öğle vaktinin
güneşi gözlerini kamaştırdı. Civarda, nöbet tutan tapınak şövalyeleri ve şurada
burada ekip olmuş diğer Araştırıcılar gözüne çarpıyordu. Labirent girişinin
yakınlarında, Araştırıcılara özel hizmet veren hastane vardı. Kızı
oraya götürüp bıraksam, diye düşünürken:
“Immm…”
Sırtında bir kımıldanma hissetti. “Bu… burası, neresi?”
“Şehir.
Labirent girişine geri geldik. Sen, içeride bayılmış yatıyordun da… hatırlıyor
musun?”
“Şehir?”
Yuuki’nin
sırtındaki kız ansızın canlanıp doğruldu.
“Şehir!
Doğru ya, burası Solitus… benim şehrim! Ah, ne kadar mutluyum! Şehrin
sakinlerine en üst kademeden bir bereket bahşedeceğim! Haydi, inananlarım;
kentinizi gözeten tanrıçanıza hamd edin!”
Bunları
dedi ve yürekten bir mutlulukla: “HA HA HA HA HA!” diye güldü. Bu
beklenmedik, acaip çıkış Yuuki’nin ağzını bir karış açık bırakmıştı. Dahası,
çevresine baktığında herkesin bakışlarının kendisinde ve kızda toplandığını
görüyordu.
*
Solitus.
Dünyayı
yöneten Göksel Tanrıya, ayrıca ona hizmet eden tanrıçalara –‘Göğü Tutan
Tanrıça’ ‘Güneşi Göğe Çıkaran Tanrıça’ ‘Tacında Ay Parlayan Tanrıça’
‘Yıldızları Işıldatan Tanrıça’ ‘Yerleri Koruyan Tanrıça’ gibi ünvanlarla anılan
koruyucu ilahelere– duyulan inançtan ötürü inşa edilmiş bir kent.
Kentin
altında yayılan dipsiz Labirent, halk arasında ‘Bab-ı Ali’ (Yüce Kapı) diye
bilinirdi. Şaşırtıcı güçler barındıran sayısız tür ve biçimde eşyanın, yani
Kutsal Emanetler’in peşine düşen nice yiğitler; gündüz gece demeden, bu zorlu
sınav yerinin zeminini aşındırırdı.
Kimi
kısa yoldan zengin olmak hülyasındaydı. Kimi, bir tanrıçaya duyduğu gönülden
imanla yola çıkmıştı. Kimi, gündelik rızkını çıkarma derdindeydi. Bu adamlara,
Araştırıcılar deniyordu.
*
Yuuki;
akli dengesinden şüphe ettirecek sözleri bağıra çağıra söyleyen, bir yandan da
kahkahalar atan kızı sırtında taşıyarak koşuyordu. “Hey? Neden bu kadar acele
ediyorsun bakayım? Kulum; Tina bu şehri biraz daha görmek istiyor.”
Sırtında
taşıdığı yükün sesini işitmezlikten gelip, ev edindiği ‘Boris’in Dükkanı’na
girdi. İçeriye dalıp kapıyı ardından örttü, sürgüyü çekip kilitledi.
“Hah.
Burası bize ikametgah olacak tapınak mı?”
Sırtını
duvara yaslayıp kesilmiş soluğunu yatıştırmaya çalışan Yuuki, kızı inceleyen
bakışlarla tepeden tırnağa süzdü: “Yok deve. Benim evim burası.”
“Senin
evin mi, fâni? Neyse, biz açgözlülük etmeyiz. Tina neredeyse, orası Tanrıçanın
döşeğidir. Yani burası kutsal bir mabed olacak.” Kız hımlayarak başını salladı.
“Baksana.
Tina dediğin, senin adın mi oluyor?”
“Hı–hı.
Tam söylemek gerekirse Albertina ama ‘Tina’ sözcüğünün tınısı hoşuma gidiyor.
Sen kulumun da beni bu isimle anmasına müsaade edebilirim. Bu arada… ey bu
tanrıçanın ilk inananı, senin ismin nedir?”
“Yuuki
Takamigahara.”
“Yuuki
Ta, Tamiga, Tatamira, Takarami, Tara…”
I–ıh
diye başını iki yana sallayıp, sonuçta ilahi güzellikte bir tebessümle
gülümsedi.
“Hı–hı,
güzel bir isim!”
“Telaffuz
edeyim derken dilini ısırıp durdun, sonra da vazgeçtin değil mi, az önce?
Neyse, bir önemi yok. Tanrıça tanrıça deyip duruyorsun da, Labirent’te kafanı
çarpıp da belleğini ağır zedelemiş filan olmayasın?”
“Ne
münasebet! Neden böyle bir şey sordun ki?”
“Şimdilik,
dürüst mü yalancı mı olduğun meselesini bir yana bırakalım. Bak şimdi; tanrıça
dediğin, ona kesin bir imanla bağlı inananlar toplayan bir varlıktır.”
“Şehri
koruyan, şehir insanlarına yol gösteren bir varlık. Tabii ki.”
“İşte
problem de burada. Eğer şehirde kendine tanrıça diyecek olursan, kesinkes deli
muamelesi görürsün.” Deli muamelesi görmekle kalsa neyse. İmanı derin
birilerinin eline düşerse eşek sudan gelinceye kadar dövülmesi, Beş Kutsal
Kilise tarafından işitilirse günahkar ilan edilmesi işten değildi; hatta
kellesi bile vurulabilirdi. Öyle ya da böyle, bir sürtüşme yaşayacağı aşikardı.
“Başına neler geldi bilemem, ama ne yaparsan yap ağzından öyle laflar çıkarma.”
“Şehirde,
bir tanrıça kendine tanrıça dememeli mi?”
“Dememeli.”
“Hmmm.”
Tina,
bunu hazmedememiş gibi bir edayla kaşlarını çattı, suskunlaştı. Nihayet, pat
diye gülümseyiverdi. Galiba konuyu kendine sorun etmekten vazgeçmişti.
“İyi,
şimdilik zor mevzuları bırakalım. Tina, önce rahat bir uyku çekmek istiyor.
Yuuki, uyuyacağım yer hazır edilsin!”
*
Bab-ı
Ali’nin, kentin hemen dışında birkaç ayrı girişi mevcuttu.
Elbette,
sıradan yurttaşların bu alana girmesine izin verilmiyordu. Bölge sağlam bir taş
duvarla çevriliydi. Duvarın ardına geçmek isteyenleri karşılayan kapı
demirdendi ve Beş Kilise’nin şövalyelerince korunuyordu.
“Aa,
evine döndün zannediyordum, yine mi geldin? Bir şey mi unuttun yoksa? O değil
de, çok yorgun görünüyorsun.”
Labirentin
girişinde görünen Yuuki’yi, simasını tanıyan bir şövalye böyle karşıladı. Evet,
yorulmuş olabilirdi. Daha ziyade psikolojik olarak. Yuuki: “Yok, başka bir işim
çıktı da.” diye, sorunun yarısına cevap verdi.
Yuuki’nin
ardında, on – on beş çocuk duruyordu. Daha on yaşına basmamışları vardı, en
büyükleri bile on bir, on iki yaşında olacaktı. “Meslek değiştirip
Araştırıcılıktan çocuk bakıcılığına mı geçtin?”
“Meslek
değiştirmedim be. Talim terbiye okulundan aldığım geçici vazife bu. Ayrıca, her
seferinde aynı şeyi söyletiyorsun insana: Ben Araştırıcı filan değilim,
tüccarım. Rakamlar ve para ile oynayan bir sihirbazım.”
“İşlerin
tıkırında galiba. Öyleyse bu yılı kazasız belasız çıkaracaksın demektir.”
Genç
şövalyenin yakışıklı yüzünü art niyet içermeyen bir gülüş kapladı.
“Çıkaracaksın,
derken ne demek istiyorsun?”
“Kilisenin
vergi defterlerinde adın var ya? Geçen yılki borcu ödeme aczi gerekçesiyle
ödenmemiştir, dikkat edilsin diye.”
“……”
“Ööretmeniim,
ödeme aj–zi ne demek?”
Çocuklar
arasından en küçüğü olan bir oğlan, boynunu yana eğip sordu.
“Hükumet
otoritesinin zulmüne karşı, yoksulların minik bir direnişi, Marik.”
“O
direnişin ayarını fazla kaçırma da dükkanın haczedilmesin, olur mu? E, bu
çocuklar ne arıyor burada?”
“Okul
gezisi, kumandan Melchior.”
Söze
karışan, sakin bir sesti. Komutanın yardımcısı olan kadın bir şövalyeydi gelen.
“Doğu mahallesi Araştırmacı talim terbiye okulundan, on yedi adet geçici
Araştırmacı ehliyeti için talep kağıdı gelmiş. Çabucak, geçmelerine izin verin
lütfen. Arkanızda şimdiden kuyruk oluştu bile.”
“Ah,
hakikaten oluşmuş. Öyleyse, geçişinize izin veriyorum. Gidip güzelce dersinizi
öğrenin bakayııım. Ah, bu arada –Yuuki?”
“Ne
oldu?”
“Uzun
süredir yaşanmayan bir şey oldu. Halif Birlikleri’nden biri büyük bir ‘kaza’ya
uğramış anlaşılan. Sizlerle doğrudan ilgisi yok sanırım; ama bu günlerde onların üstünde,
kimden bahsettiğimi anlarsın, epey huzursuz bir hava var. O yüzden dikkatli
ol.”
Bu
şehrin gözünde, Araştırıcılık harika bir meslekti. Tanrıçalara bağlı rahiplerin
yönettiği Beş Kutsal Kilise; okuma yazma, aritmetik filan öğreten okullardan
başka, bir de Araştırıcı eğiten okullar işletiyordu. Okula kayıt olmak için
kesin bir yaş kısıtlaması yoktu ya, öğrencilerin çoğu on yaş civarından
neredeyse yirmi yaşa dek burada talim görürdü.
Araştırıcı
ehliyeti almak için illa da bu okullara girmek gerekmiyordu. Ne var ki bilgi ve
tecrübe kazandırmakta okulun hayli etkin olduğu aşikardı. Şu sıralar faaliyet
gösteren üst düzey Araştırıcıların hemen hepsi, talim okulu çıkışlıydı.
Yuuki’nin
okulda talebe olarak kaydı vardı, bir yandan da öğretmen yardımcısı olarak
getir götür işlerine bakıyordu. İşvereni Kilise denilen muazzam organizasyon
olduğu için, maaş iyiydi. Doğrusu; dükkan zarar etmenin eşiğinden bir türlü
beri gelemediği için, bu iş Yuuki’nin başlıca gelir kaynağı olup çıkmıştı.
Bugünkü
işi Labirent’e okul gezisi yapmaktı. Okula daha yeni girmiş çocuklara, Araştırmacılığı
yerinde göstermekti. Aslında, Yuuki’nin vazifesi sadece çocukları buraya
getirene kadardı. Kilise mensubu asıl eğitmen, işi çıktığından gecikecekti;
Yuuki, o gelene kadar vekil öğretmendi.
Kural
nedir bilmeyen bebeleri kontrol etmek gibi sıkıntılı bir işin üzerine yıkılması
sinir bozucuydu ama Yuuki’nin itirazı yoktu; ücreti haketmek için yapması
gereken şeylerdendi bu. Evinin yatak odasında uykuya yatırdığı kişiyi unutup,
işine odaklanmaya karar verdi.
“Evet,
dikkatinizi buraya verin!” Yuuki çocukların önüne düşüp, onları demir kapıdan
geçirdikten sonra böyle söyleyerek ellerini çırptı. “Burası, Bab-ı Ali
Labirenti’nin girişi. Burada bir süre beklemede kalacağız! Çünkü Kiliseden
öğretmeniniz gelecek. Nasılsa o gelince içeride taliminiz olacak, o yüzden
şimdi kendi başınıza içeri girmeye filan kalkışmayın sakın! Tamam mı? Tamamsa,
teneffüs!”
Labirente
giriş çıkışın çok olduğu bir saat değildi, gene de etrafta birkaç ekip vardı.
Taş duvarın iç tarafı, enine boyune elli metre kadar genişlikte bir alandı. Tam
ortasında ufak bir tapınağa benzer bir yapı vardı, beş metre eninde taş
basamaklar oradan aşağı iniyordu. Bu girişin de, Labirent’in de kim tarafından
inşa edildiği, ne zamandan beri mevcut olduğu kesin değildi. Kesin olan, bu
basamaklar var oldukça insanların aşağı inip ganimet toplayacağıydı.
Birden:
“Uzak dur be, hey!” diye öfkeli bir bağırış yankılandı.
Dev
gibi bir adam ve onun arkadaşları tarafından etrafı kuşatılmış, korkuyla
büzüşmüş bir oğlan çocuğu. Görünüşe göre çocuk heyecanla koştururken gidip
adama toslamıştı.
“Aaa,
şey, özür dile–“
“Haa?
Seni duyamıyorum!”
Adamın
zırhına işli amblem, ‘Yıldızın Halifleri’ne aitti. Yuuki kaşlarını çattı. Her
biri birer tanrıçaya adanmış ekipler vardı; bunların üyelerine, ‘ant içmiş
kişi’ manasında Halif deniyordu. Seçkin Araştırıcılardan
kurulu ekiplerdi ve pek çok Araştırıcı onlara katılmak isterdi. Ekiplerin,
üyelerinden talep ettiği şey güç ve araştırma becerisiydi; lakin her üstün
Araştırıcıda, üstün bir şahsiyet bulunmayabiliyordu.
“Talim
okulu veledisin, herhalde. Ne bu şimdi? Aşağıda karşına Cisimsiz Mahluk çıkarsa
yine böyle özür mü dileyip bağışlanmayı mı planlıyorsun? Canavar seni bir
defalık affedecek mi sanıyorsun? Haa?”
Yuuki
göğüs geçirerek adama doğru yürüdü. “Ah, kusura bakmayın. Galiba bizim çocuk
size terbiyesizlik etmiş.” En kibar gülüşüyle gülümseyerek, çocukla adamın
arasına girdi. Adam, koskoca açtığı gözleriyle dik dik ona baktı.
“Şimdilik,
bu kadarla yetinmenizi rica etsem, olur mu? Çocuk da hatasını anladı, değil mi Edgar?”
“E,
evet. Şey, özür dilerim.” Neşeli, afacan bir çocuktu ama şimdi; gözünde
yaşlarla başını öne eğiyordu.
“Hah.
İyi bakalım, affetmiş olalım bari.”
“Çok
sağolun. Öyleyse, izninizle…”
“Dur
bakalım. Veledi affettik de, eğitmenini de affettik mi bakalım? İdari
sorumluluk diye bir şey var, değil mi?”
Bu
iş başımı ağrıtacak, diye düşündü Yuuki.
“Doğru,
haklısınız. Öyleyse, istediğiniz nedir?”
“Eh,
mesela… bana biraz idman yaptır.”
Adam,
sarı dişlerini göstere göstere güldü.
“Bu
aralar, dişime göre bir Cisimsiz Mahluk’a denk gelemedim de, vücudum hamladı
biraz. Biraz silahsız kapışsak sorun olmaz ya, Öğretmen?”
Kısacası,
herif kavga edecek bahane arıyordu. Yuuki’yi çocukların gözü önünde bir güzel
pataklayıp utandırmayı tasarlıyordu.
“Eh,
ne yapalım? Madem öyle istiyorsun.”
Yuuki
iç çekti, yavaşça gömleğinin yenlerini katladı; ve dövüş pozisyonu aldı.
“Pişman
olacaksın, kocaoğlan.”
“Ne
lan bu, aklın sıra sağlam mı duruyorsun?”
Dev
yavrusu, yere tükürdü. Yuuki’nin korku emaresi göstermemesi adamın pek hoşuna
gitmemişti. Ekipten: ‘Herif seninle alay etti be! Kır şunun ağzını…” diye,
yangını körükleyen sesler yükseliyordu. Meraklılar, kavgayı seyretmek için
toplanmaya başlamıştı. Araştırıcılar, sorumluluk almadan eğlenmek isteyen
yüzlerle; Yuuki’nin öğrencileri, endişeli ifadelerle manzarayı seyrediyordu.
“Ah,
önceden bir uyarıda bulunmalıyım.” Yuuki, devasa adamdan gözünü ayırmadan
konuşuyordu: “Mücadele tek darbede bitecek. Duydunuz mu? Ufaklıklar, iyi
seyredin. Öğretmeniniz size, gerçek bir Araştırıcı nasıl dövüşür gösterecek.”
“Ne
diyorsun be?”
Anlaşılan
kolay kışkırtılan bir şahsiyeti vardı bu insan azmanının. Suratı kıpkırmızı
kesilerek hücuma kalktı. O ivmeyle, ellerini yukarı kaldırıp gövdesinin
ağırlığını da vererek sağ yumruğunu savurdu.
“Hıraaaaah!”
“Gaah!”
Yuuki,
yanağına bir darbe alıp savruldu. Havada bir buçuk kez dönüp, surat aşağı yere
düştü. “Hah. Amma da kendine güveniyor diyordum ki, bok gibi zayıf çıktın ya!”
Dev
adam, alaycı alaycı sırıttı.
“………”
“Blöfe
mi bel bağladın? Nasıl olmuş da seni talim okuluna hoca yapmışlar? Hey…”
“………”
“Böyle
fasülyeden adam bozuntusundan ders alırlarsa, şu ufaklıkların geleceği ne
olaca…”
Özgüvenini
kaybeder gibi oldu, sesi cümle ortasında kesildi. Yuuki, yerden kalkma
belirtisi göstermeksizin; kalkmak ne kelime, hayatı tehlikedeymiş gibi eli
ayağı zangırdayarak yatıyordu.
“Hali
hal değil bunun…”
“Kötü
bir yerine vurmuş olmalı…”
“…eyvah,
ne halt edeceğiz şimdi?”
Dev
yavrusu ekip arkadaşları ile tedirgince konuşmaya başladı. Yer altında,
Labirent dahilinde olsa neyse; ama bu yere dövülerek öldürülmüş bir ceset
bırakırlarsa ‘Halif Birliği’ da olsalar sorumluluktan kaçamazlardı. Resmi
olarak, kişisel kavgalar yasaklanmıştı. Yer yüzünde asayişi temin etmekle
yükümlü Kilise Şövalyeleri böyle bir şeye sessiz kalmazdı.
“Ney,
neyse; sana çok kötü davranmayacağım. Bundan sonra daha dikkatli ol!”
Sonuçta
dev adam da, onun ahbapları da böyle deyip savuştular. Çocuklar, yere yığılmış
öğretmen yardımcısından uzak durarak, onun etrafında halka oldular… nihayet,
kızlardan biri cesaretini toplayıp yaklaştı.
“Şe,
şey, Yuuki öğretmenim…”
“Puhaa!”
Yuuki
suratını kaldırıp, derin bir soluk aldı. Kıvrak bir hareketle yattığı yerden
sıçrayıp, hop diye ayaklarının üstüne kondu. Çocuklardan: ‘Vaaay!’ diye bir ses
yükseldi.
“Ölümcül
savaş tekniği: ‘Ölü Taklidi’. Sırrı, yumruk yenildiği an boynu doğru şekilde
çevirmek ve eller ile ayakları tir tir titretmektir. Normal bir kavga ummuş
olan rakip, yüzde yüz ihtimalle paniğe kapılır.”
“Ö
–ölümcül, diyorsunuz ama kimse ölmedi ki…”
“İyi
bir noktaya parmak bastın, Kaiya!” Yuuki ciddi bir tavırla başını öne doğru
salladı. “Bu teknik, sadece rakibin savaş isteğini ‘öldürür’ çünkü.”
Bunu
şaka sayıp gülsün mü, yoksa akıllıca bir söz sayıp takdir mi etsin; kızcağız
buna karar verememiş, yüzünde şaşkın bir ifadeyle kalakalmıştı.
“Günün
birinde lazım olursa bu tekniği denemenizde sakınca yok, ama hedefiniz sadece
insanlar olsun. Labirent’in Cisimsiz Mahluklarına karşı kullanmayın. Yoksa
canavar sizi güle oynaya yer. Böylece, önceden ilan ettiğim üzere, mücadele tek
vuruşla sonuçlandı ve o adam da pişman olup kaçtı. Ben kazanmış oldum. Ha ha
hah!”
Yuuki
göğsünü gerip koca bir kahkaha patlattı. Kavganın aniden sonlanmasıyla
hevesleri kursaklarında kalan seyirciler dağılıyordu.
“Baksanıza,
‘Gerçek bir Araştırıcı nasıl dövüşür’ dediğiniz bu muydu?” diye oğlanın biri,
pek tatmin olmamış bir ses tonuyla sordu.
“Ah,
kesinlikle öyle Başlangıç Kademe Araştırıcı Adayı Edgar.”
“Ama…”
“İyi
dinle. Hazır yeri gelmişken size bir ders vereyim. Herkese soruyorum: Bir
Araştırıcı için en önemli hedef nedir sizce?”
“Şey,
şeey tabii ki, bir sürü Kutsal Emanet bulup gelmek, onları Tanrıça’ya adamak…”
Diğerleri
arasında en önde duran Kaiya, çocukların temsilciliği görevini üstlenmişçesine
yanıtladı.
“Ders
kitabında yazanı söylüyorsun. Gene de, yanlış cevap.”
“Ne,
neeeeeee?”
“Soruyu
değiştirelim. Sizce, Silahşorler karizma mı?”
Neredeyse
hepsi aynı anda baş sallayarak onayladılar. Bilhassa erkek çocuklarının gözleri
ışıl ışıldı:
“En
süperleri de ‘Kar Bıçaklarının Kralı’ bence.”
“O
birden ortadan kayboldu be. ‘Her Şeyi Gören Cadı’ daha güçlü.”
“Sonra
‘Demir Pençeli Kaplan’ var, ‘Karanlık Gülyabani’ var…”
Yuuki:
“Evet, evet. Anladık, yeter…” diyerek araya girdi. “Tamam, onlara özenmenizi
anlıyorum. Bir Cisimsiz Mahluk sürüsünü bile zorlanmadan alt edecek kadar, tek
başına Labirent’i yayan geçecek kadar kuvvetliler. Onlar hakkında tiyatro
oyunları, kitaplar yazıldı. Ama onlar hakkında ne duyduysanız hepsini unutun.
Artık tam anlamıyla insan olmadıkları için başarabiliyorlar bu işleri; eğer bir
insan onları taklit ederse öldüğüyle kalır sadece. Her şeyden önce, bir
Araştırıcının görevi, Silahşorler gibi göz kamaştırıcı maceralara atılıp başarı
kazanmak, geriye şanlı bir isim bırakmak değildir.”
Kısa
bir süre duraklayıp devam etti: “Bir Araştırıcının başlıca ödevi, nedir? Doğru
cevap şu: ‘Hayatta kalmaktır.’ Bir Kutsal Emaneti elden kaçırsanız bile;
hayatınız devam ederse, bir gün iki Kutsal Emanet birden tutup getirme fırsatı
çıkar karşınıza. Rezil olsanız da, bulduğunuz Kutsal Emaneti atıp kaçmanız
gerekse, bunun önemi yok. Ne yaparsanız yapın, ama zinhar ölmeyin.”
Çocukların
çoğunun ağızları açık kalmıştı. Onlara, talim okuluna girer girmez: “Yüce
Tanrıça için, sizler ruhunuzu ve inancınızı ortaya koymalı, Kutsal Emanet bulup
getirmelisiniz.” diye belletilmişti. Bu öğretide gerçeklik payı yok değildi,
ama Yuuki’ye göre insanları böyle şartlandırmak hiç gerçekçi değildi.
“O
halde, hayatta kalmak için gereken şey nedir? İnanç mı? Tanrıça’nın
esirgeyiciliği mi? Bunlar boktan laflar. Labirente bir girdiniz mi, kendinizden
başka güveneceğiniz şey kalmaz. Öyleyse, en önemli şey kuvvet olabilir mi? Fena
bir düşünme tarzı değil. Ancak kuvveti yerli yerinde kullanmadıktan sonra ne
anlamı var? Bu yüzden, bence doğru cevap: Kâr – Zarar analizi.”
Bu
defa tüm yüzlerin ifadesi aydınlandı, gözleri parıldadı.
“Size
neler kayıp getirir, neler kazanç sağlar; bunu görmeyi bileceksiniz. Mesela,
Kutsal Emanet güçlü bir Cisimsiz Mahlukça korunuyorsa. Savaşmalı mı? Vaz mı
geçmeli? Yoksa yaratığı başka yere mi çekmeli? Destek kuvvet mi çağırmalı?
Duruma göre, bunlardan herhangi biri doğru olabilir. İnsanın elinden ancak şu
gelir: Yanlış adım atıp ölmekten kaçınmayı, başlıca öncelik saymak. Ve karar
vermeden önce iyi düşünüp taşınmak. Bakın, ben de az önce isabetlice Kâr –
Zarar hesabı yaptığım için hayatta kaldım, o koca adamı kaçırmayı başardım.
Değil mi? Bu da zafer kazanmanın bir yoludur.”
Birkaç
çocuğun yüzünde ‘Bu lakırdı inandırıcı gelmemeye başladı’ diyen bir ifade
gördü, ama umursamadı. “Tehlikeyle karşılaşınca, önce gücüm ne yapmaya yeter,
diye düşünün. Tanrıçaya olan imanınıza bel bağlamak, en en en son yapacağınız
şeydir. Tercihen, Tanrıçayı tamamen aklınızdan çıkarsanız daha iyi olur. Bu
önerimi akılda tutun, size bir zararı dokunmaz. Ah, ama benden öğrendiğinizi
kimseye söylemeyin. Yoksa bana kızarlar.”
Sponsoru
Kilise olduğu için, talim okulu eski kafalı öğretmenlerle kaynıyordu. Deminki
sözleri duyulursa, kesinkes kafa sallayıp: “İhtiyatsız sözler etmişsiniz…”
derlerdi.
“Şey,
tamam; sır tutmaya itirazım yok ama…” Kaiya özür dilercesine, Yuuki’nin
ardındaki bir yerlere doğru işaret etti.
“Hımm?”
Yuuki ardına döndü.
Kadrolu
bir öğretmen olarak rütbece Yuuki’den daha üstte bulunan dekan [1], hiddetli bir ifadeyle karşısında
duruyordu.
[1] Dekan: Katolik ve Ortodoks
kilisesinde yardımcı rahiplere verilen ünvan.
*
“Şey,
katiyen o anlamda demedim…” Yuuki, hazırol vaziyetinde konuşuyordu. “Labirent
Araştırıcılığının manevi hazırlıktan bahsederken, işin pragmatik boyutunu biraz
fazlaca vurgulamış olabilirim; ama Kutsal Tanrıçaya hürmetsizlik etmek gibi bir
niyetim zerre kadar yoktu!”
Talim
okuluna döner dönmez Müdür’ün odasına çağırılmış, sorguya çekilmişti.
“Hakkında: ‘Zındıkça fikirleri ve öğretileri çocuklara aşılamaya çalışmak’
ihbarı var da, şu işin aslı nedir deyiver hele.”
Bu
şehri Tanrıçaya karşı duyulan inanç ayakta tutuluyordu. Hemşerilerin hemen
hepsi dindardır, denilse yanlış olmazdı. Kilise, Labirent Araştırmaları için:
“Tanrıların bize uyguladığı bir sınav, tanrıların hizmetkarı sıfatıyla
üstlendiğimiz asil bir görev.” diye peşin bir hüküm vermişti. Şehrin Tanrıça
tarafından korunduğu, bir gerçekti. Elbette, Yuuki inanç denilen şeyle dalga
geçiyor değildi; inancın bir tür motivasyon sağladığı, sonuç getirdiği de
aşikardı. Ama Labirent denen şey pragmatistti, gerçekçiydi, güzel bir dünya değildi.
“Şehrimiz
beş tanrıçanın dayanışması sayesinde varlığını muhafaza ediyor. Bundan ötürü
birlik beraberliğimiz, Beş Kutsal Kilise’nin ahlaki pusulasının işaret ettiği
ideal olsa da…”
Bu
mahallenin Piskoposluğunu da yapan ihtiyar Müdür, şöyle bir iç çekip devam
etti:
“Dosdoğru
söylemek gerekirse, seni buradaki büyüklerin de akranların da pek sevmiyor,
Yuuki Takamigahara.”
“Eh,
bana da öyle geliyordu…” diye, takmaz bir tavırla karşılık verdi Yuuki.
Özellikle Kilise’ye doğrudan hizmet eden insanlarla geçinemiyordu. İnancının
eksikliği açıkça ortadaydı, ne de olsa.
“Şahsen,
ufak meseleler için kimseyi kınamak istemem. İnanç, içten gelen bir şeydir;
yani herkesin kendi vicdanıyla arasındaki bir meseledir. İnsanları kınamak
hiçbir şeyi değiştirmez. Şimdi, senin Araştırıcı Ehliyetin dokuzuncu sınıftı,
değil mi? Biraz daha yüksek bir kademeye çıkmayı istemez miydin? Böylece
insanlar sana daha çok saygı ve itibar gösterirler, kanaatindeyim.”
“Yok,
yani ben de çok isterim ama… benim boyumu aşar öyle işler.” Yuuki başını iki
yana salladı.
“Öyleyse,
en azından daha iyi bir eğitim almayı düşünsen? Öyle yaparsan belki de
çevrendekiler sana başka gözle bakarlar. Derse katılma oranın çok düşüktü ama,
yüksek kademeli bir eğitim programına kayıtlısın.”
“Şey,
bir sürü meşgale çıktı da… bilirsiniz, ben asıl mesleğimi tüccarlık sayıyorum.”
“Boris’ten
dükkanı devralmıştın, evet. Yalnız, ondaki ticaret kabiliyeti sende yok.”
Sevecen
bir ses tonuyla tam da bam teline basmıştı işte. Yuuki diyecek bir şey
bulamadı. “Neyse, seni hiçbir şey için zorlayacak değilim.” dedi Müdür.
“Şimdilik eğitmen olarak çalışmaya devam ediyorsun. Kutsal Emanetler ve
Cisimsiz Mahluklar ile alakalı bilgine diyecek yok, doğrudan ders verdiğin
Başlangıç Kademe Talebeler de senin için iyi şeyler söylüyorlar. Eh biraz da
insan ilişkilerinde politik davranabilirsen; buraya çok yolun düşmez, beni de
zahmetten kurtarmış olursun. Gidebilirsin.”
Yuuki,
rahat bir nefes alıp müsaade isteyerek Müdür’ün odasından çıktı.
*
Araştırıcı
Talim Terbiye okulları kentte üç adetti; buraya, Doğu Mahallesi Talim Terbiye
Okulu’na iki yüz civarında öğrenci kayıtlıydı. Başlangıç Kademe, Orta Kademe,
Yüksek Kademe olmak üzere üç eğitim programı vardı; normalde her birinden iki,
üç yıl harcanarak mezun olunabiliyordu.
Programlar
arasındaki fark, yaştı. Genel olarak; okula giriş 10 yaşa, Başlangıç Kademesi
eğitimi 12 yaşa kadardı. Orta Kademe 15, Yüksek Kademe eğitim ise 18 yaşa
kadardı. Ancak bu kesin bir kural değildi; bu sistemde bir programa ortadan
girmek, bir üst programa geçmek, sınıfta kalmak pekala mümkündü.
Okul
binasında üç eğitim programı birlikte veriliyordu, o yüzden okulun biraz sıkış
tepiş bir düzeni vardı. Eğitimde, beden terbiyesini ağırlık veriliyordu; çatı
altında sıralara oturularak geçen zaman çok değildi.
“A,
Bay Yuuki.”
Müdür’ün
odasından çıkarken tanıdığı bir ses Yuuki’yi çağırdı. Ciddi görünümlü bir kız,
çekingence gülümsüyordu.
“Selam.
Bugünkü derslerin bitti mi, Franca?”
“Ah,
hayır, bir dersim daha var. Biraz boş zamanım vardı, yürüyüş yaparken Müdür
Bey’in odasına girdiğinizi gördüm, Bay Yuuki.” Franca, biraz bocaladıktan sonra
devam etti: “Bay Yuuki, tahminimce karnınız acıkmıştır. İsterseniz, bir şeyler
yiyelim mi?”
“Ha?
Hımm…” Yuuki, ne diyeceğine tam karar veremeden ağzını açmıştı ki, boş midesi
adeta ‘Ben buradayım!’ der gibi, kocaman bir ses çıkardı.
*
Talim
okulunun yerleşkesinde, derslik binasının arkasındaki bir ağacın dibine
oturdular. Franca, kendi çantasından örtüye sarılıp çıkın edilmiş bir şeyler
çıkardı. Çıkının içinden bir somun ekmek alıp ufak bir bıçakla kesti;
dilimlerin arasında peynir, domates ve tuzlanmış et sıkıştırdı.
“Evet,
buyrun.”
“Teşekkürler.”
Isırdı
ve dişlerinin, taze ekmeği kesişini hissetti. Ekmeğin, fırında güzelce pişmiş
kabuğunun güzel aroması, yutulmadan evvel genzine dek işledi. Sonra domatesin
mayhoş tadı, peynirin tatlılığı, etin tuzlu lezzeti birleşip dilinin üstünde
kaynaştı.
“…Çok
güzel.” Yemek, diye anılmayacak kadar sade bir şeydi bu; ama
Yuuki’nin kursağını ve dilini tatmin etmeye yetmişti. Franca, malzeme seçmeyi
çok iyi biliyordu.
“Beğendiğinize
sevindim.” dedi Franca. “Aslında öğlenleyin sizi görmüştüm. Başlangıç Kademe
Eğitim Programından çocukları bir yerlere götürürken çok asabi gibiydiniz de,
acaba bugün bir şey yemedi mi diye düşündüm.”
“Doğru
tahmin. Bugün biraz… nasıl desem, bir sürü şey oldu işte.”
Yuuki
içini çekti. Ulan amma belalı bir geçmişti ha. Yumruk yemiş, Müdür’den zılgıt
işitmiş… sabah erkenden indiği Labirent’ten ganimet alamadığı gibi, bir de
yanında acaibin birini getirmek zorunda kalmıştı.
“A–aa!
Bay Yuuki, bir şey dudağınızı kesmiş sizin. Şuranızda yara var.”
“Yara
mı?” der demez anımsadı: ‘Yıldızın Halifleri’ üyesi o dev yavrusundan darbe
aldığında dudağı patlamış olacaktı. “Ah, önemli bir şey değil o. Ufacık bir
kaza. Önemli bir yara değil.”
“Olmaz.
Sonra şişkinlik yaparsa başınıza iş açar. Ağzınızın da tadı kaçar, yediğinizden
bir şey anlamazsınız, değil mi? Biraz bekleyin lütfen.”
Franca,
beline asılı bir keseden serçe parmağının ucu kadar ufak bir taş çıkardı. ‘Tanrıların
İncisi’ diye bilinen bir Kutsal Emanetti bu. Kutsal Güç diye bilinen, mucizevi
güçlerin kaynağı olan enerjinin kristalleşmiş haliydi. Medyumlar, bu nesneleri
harcayarak iyileştirici Kerametler de, tahrip edici Kerametler de
sergileyebiliyordu.
Franca
gözlerini harifçe yumdu, elini Yuuki’nin ağzının önüne getirdi. Vücudunu,
Yuuki’ye yaklaştırdığında, puf puf yumuşak bir şeyler genç adamın koluna
dokundu.
“Immm…
Harika. Güzelce iyileşti.” O bunu söylediği anda, taşıdığı inci hışırtıyla
ufalandı, toza dönüşüp dağıldı.
“Özür
dilerim. Sonuçta, inciler bedavaya alınmıyor.”
“Dert
etmeyin, Bay Yuuki. Siz de hep bana yardım ediyorsunuz.” Genç medyum kız bunu
söylerken neşeyle gülümsedi.
“Yine
dükkanınıza gelip yenisini alabilirim, değil mi?”
Franca,
talim okulunun Yüksek Kademe Eğitim Programına giden bir Araştırıcı; ve
Yuuki’nin dükkanının düzenli bir müşterisi idi. Bu sene on altı yaşındaydı ama;
düşünceli yüzü, uzun boyu ve ziyadesiyle dolgun vücut hatları –hele de göğsü–
onu daha büyük gösteriyordu. Yıllar önce, başı belaya bulaşmışken kıza yardım
etmişti; o günden beri tanışıyorlardı. Mini minnacık bir kız çocuğuyken şimdi
büyümüş kocaman olmuştu. Her bakımdan.
“Geçen
günkü Derece Atlama sınavının sonuçları açıklandı mı?”
“Ah,
evet. Sınavı geçip dördüncü dereceye çıkmışım.”
“Az
başarı değil bu, tebrik ederim.”
Franca
kibarca teşekkür etti ve mutlu mutlu gülümsedi.
Araştırıcı
Ehliyetlerini, genel olarak üç ayrı türe ayrılıyordu. Kılıç, balta, mızrak, yay
gibi silahlarla fiziksel saldırılara uzmanlaşmış Savaşçılar. Kutsal Güçleri
kullanarak saldırmak, savunma kurmak, tedavi etmek gibi metodlarda üstad olmuş
Medyumlar. Kutsal Emanetleri tasnif eden; savaş haricinde Cisimsiz Mahluklar ve
Labirent üzerine bilgi toplayan Destek Elemanları.
Kuşkusuz,
Keramet kullanan Savaşçılar, Kutsal Emanetlerden anlayan Medyumlar falan da
vardı ama; Araştırıcı Ehliyeti alırken, Derece Atlama Sınavına girerken kişinin
bir kabiliyete özellikle yatkın olduğu açığa çıkardı. Franca’nın, Dördüncü
Derece Araştırıcı / Medyum ehliyeti vardı. Bu yaşta bu düzeye çıkması epey
büyük başarıydı. Ayrıca, kız şimdiden Labirentte epeyce deneyim edinmişti;
Kutsal Emanetler bulup getirmişliği de vardı. Usta Araştırıcılardan bir ekibe
katılsa, ekip arkadaşlarına ayak bağı olmayacak seviyeye ulaşmıştı.
Bu
kızın Araştırıcılığı kafaya koyması, hemen hemen üç sene öncesine rastlıyordu.
Sınavda, Medyumluğa yetenekli olduğu anlaşılmıştı; doğrudan Orta Kademe tahsile
kaydolmasına izin verilmişti. Göz açıp kapayıncaya dek kendini ispatlamış, Orta
Kademeyi bir yılda bitirmişti; şu an Yuuki gibi o da Yüksek Kademe programda
eğitim görüyordu.
“Ya
siz Bay Yuuki? Yani, şey, Derece Atlama Sınavında nasıl bir sonuç…
aldığınızı...”
“Hiç
sorma.”
“Şey,
afedersiniz.” Franca sorduğuna pişman olmuş gibi oturduğu yerde büzüştü.
Yuuki
dokuzuncu dereceden bir Araştırıcı / Destek Elemanıydı. Yüksek Kademe Öğrencisi
için bu çok aşağı bir rütbeydi. Sırası gelmişken belirtelim: Dokuzuncu, Onuncu
gibi düşük dereceleri; elini çabuk tutarsa bir Başlangıç Kademe Talebesi bile
edinebilirdi.
“Şaka,
şaka. Hakikaten üzülüyor falan değilim aslında. Tabii, insanın derecesinin
yüksek olması çok iyi bir şey; ama dükkana da bakıyorum… sonuçta bende öyle bir
yetenek de yok.”
“Ya
– yanlış düşünüyorsunuz!” Franca, nedense Yuuki’nin sözlerini çok ciddiye
almıştı. “Siz Kutsal Emanetler konusunda çok bilgilisiniz, Bay Yuuki. Daha çok
çalışırsanız eminim ki…”
“Dükkanda
onları satmaktan gelen bir bilgi bu. İyi malı görünce anlarım, ama savaşa
bulaşmak istemem. Derece atlama imtihanları onuncu, dokuzuncu derecelere dek
yazılı sınav ağırlıklı. O sayede bir şekilde bu düzeye gelebildim; ama daha
yukarılara çıkmak… ne diyeyim, zor iş.”
Labirentin
derin olmayan katmanlarında Cisimsiz Mahluklar pek dolaşmazdı. Kilise
Şövalyeleri de oralarda hep nöbetçi bulundururdu. Labirentin keşfedilmiş
kısmının haritası pazarda satılıyordu. Sığ katmanları gezmenin tehlikesi, dağ
gezintisine çıkmaktan biraz daha fazlaydı.
Derin
katmanlar öyle değildi. Orada, Cisimsiz Mahluklarla rastlaşma sıklığı da,
rastlanılanların saldırganlığı da çok yüksekti. Oraya gidecek Araştırıcının bir
ekip kurması şarttı, vazifesi ne olursa olsun savaş becerisine ihtiyacı vardı.
Yani, yüksek rütbeli bir Araştırıcı, sadece destek elemanı dahi olsa bedenini
geliştirmeliydi, savaş tekniklerini kendisinin ayrılmaz bir parçası yapmalıydı.
Yüksek Kademe eğitimde, dövüş sanatları eğitimi zorunlu dersti.
“Uzman
bir Araştırıcıdan farklı olarak benim asıl işim bir dükkanı idare etmek. Amaç
dükkana mal bulmaksa, Sığ Katmanlar’da Cisimsiz Mahluklardan kaça göçe şifalı
otlar, iyi kötü Kutsal Emanetler toplar, bir şekilde idare ederim.”
“Demek
öyle…”
“Yoksa
benim arkamdan gene kötü şeyler mi söylüyor, birileri?”
“………”
Çehresinin
ifadesine bakılırsa, kız iki arada bir derede kalmıştı. “Şey…” Franca bir
şeyler söylemek için ağzını açtı; sonra söylemeye niyetlendiği sözleri yutup
yüzünü başka yana çevirdi.
İkisinin
önünden yedi, sekiz kişilik bir ekip geçip gitti. Hepsi on beş – yirmi yaş
arasındaydı. Liderleri gibi görünen sakin ifadeli bir oğlan başta olmak üzere
hepsinin atletik vücutları vardı. Doğu Mahallesi Talim Okulunda şu an
bulunan en seçkin öğrencilerdi bunlar.
Okulda,
En Genç Birinci Derece Araştırıcı Ehliyeti Sahibi rekorunu kırmış dahi bir
öğrenciden bahsediliyordu. Yuuki eğitimlere pek uğramazdı, o öğrenciyi hiç
görmemişti. Ama, herhalde şu ortadaki çocuk o olacaktı. Adı ne demişlerdi…
O
sırada gruptakilerden biri yere tükürüp, işitilecek şekilde: ‘Bu bahçeye de
hurda satıcısı dadandı’ diye söylendi. Yuuki bunu acı bir gülüşle geçiştirdi.
Eğitmenlerle ve Kilise personeliyle geçinemediği gibi, yaşıtı olan talebelerin
pek çoğu Yuuki’yi beğenmiyordu. Labirent Araştırıcılığını da Tanrıçaya inancı
da bir kenara bırakmış tavrı hoşa gitmiyordu. ‘İmansız Hurdacı’ ‘Paragöz Leş’
‘Zındık’ gibi hakaretler sık sık Yuuki’nin kulağına gelirdi. Okulda çok az
tanışı vardı, gene de herkes onun hakkında fena bir şeyler işitmişti.
“Bay
Yuuki…”
“Eh,
elden ne gelir? Haklılar, ben onlar gibi imanı bütün birisi değilim, eğitime
katılmıyor sırf para kazanmayı düşünüyorum, hepsini geçtim savaşmayı
beceremeyen dokuzuncu derece bir yardım elemanıyım. Bir ‘Halif Birliği’ne
girmek için tüm benliğiyle çabalayan adamların gözüyle bakarsan, alt tarafı bir
kafirim ben.”
Hem
sayıları beş olan tanrıça mabedlerini – tanrıçaların barınağı sayılan
ibadethaneleri– hem de kentin insanları arasındaki ilişkileri idare eden,
Beş Kutsal Kilise idi. Hiyerarşisinin doruk noktasında, Papa diye anılan
önderin oturduğu muazzam bir kuruluştu bu, yönetim de asayiş mekanizması da
ondan sorulurdu.
Kentte,
sözüne Kilise kadar itibar edilen yegane kurum ‘Halif Birlikleri’ idi:
Tanrıçalarına Kutsal Emanetler adamayı tek gaye edinmiş, bir tanrıçaya doğrudan
bağlı Araştırıcı organizasyonları. Her biri bir mabedin denetimi altındaydı,
yani toplam beş ekip vardı. Bu ekiplerden birine kaydolmak; tüm gözlerin
üzerinizde olması için, son derece dolgun bir maaş almak için, yeme içme
barınma ihtiyaçlarınızın ücretsiz karşılanması için yeterliydi.
Getirisi
ne kadar çoksa, o ekiplere seçilmek de bir o kadar zordu. Gruba kabul edilmek
için geçilmesi gereken sınava girebilmek için Üçüncü Sınıf ve üstü bir
Araştırıcı Ehliyeti şarttı, bu şart bile başlı başına çoğu insanı elemeye
yeterdi. Halifliğe açılan kapı geçilmesi zor, dar bir kapıydı. Araştırıcılar
için Halif Birlikleri bir hedef, bir idealdi.
Önce
talim okulundan çıkmak; sonra, gerçekten savaşıp tecrübe toplaya toplaya Halif
Birlikleri’ne göz dikmek, bir Araştırıcılık kariyerinin olağan seyriydi.
Okuldan bir sene zarfında, o veya bu Halif birliğine katılmasına izin verilen
üç talebe ya çıkıyor ya çıkmıyordu. Şu demin geçen oğlan, daha Orta Kademe
talebesiyken “Göklerin Halifleri” birliğine girmiş olağanüstü başarılı bir
gençti.
“Ah,
hatırladım. Stephan Klose. Şu meşhur Klose ailesinin en küçük oğlu.”
“Ha?”
“Demin
yaverleriyle beraber yürüyüp giden şu adam. Şeref Öğrencisi filandı, değil mi?”
“Ah,
evet. Öyle.” Kız baş sallayarak onayladı. Öğrenimde üstün başarı gösterenler
Beş Kutsal Kilise’ye girmeyi hedefler, gücüne güvenenler de Halif Birlikleri’ne
girmeyi amaçlardı. Klose ailesi, Halif üretmekle meşhur, Halif Birliği
komutanlığı yapmış insanlar içeren bir aileydi.
“Benim
yanımda görülürsen senin de adın çıkmaz mı?”
“Ben
bu tür şeyleri pek önemsemem. O değil de… siz üzülmüyor musunuz, Bay Yuuki?”
Franca kaşlarını biraz çatarak bakışlarını Yuuki’ye çevirdi. “Araştırıcılık
ile… değilse bile, buradaki derslerinizle iyice meşgul olsanız da insanların
size bakışını değiştirseniz…”
“Dükkanın
kârı şimdikinin on katı kadar olur da, kalfa tutacak duruma gelebilirsem o
dediğini düşünürüm.” diye, geçiştirircesine cevap verip ekmeğin son lokmasını
yedi, Franca’nın uzattığı mataradan su içti. “Eline sağlık. Çok lezzetliydi.”
Franca,
pes etmiş gibi iç geçirdi. “Ayaküstü geçiştirilmelik bir yemekti, afiyet olsun.
Böylece size minnet borcumun birazını ödemiş oluyorum. Eğer Bay Yuuki olmasaydı
ben ekmek bile alamayacak halde olurdum şimdi.”
“Öyle
minnet duyulacak bir şey yapmadım ki.” Franca’nın ebeveynleri vefat etmişti.
Yuuki ona biraz yardım etmiş, Franca’ya Araştırıcılığa giden yolu tanıtmıştı
ama ondan sonraki başarılar kızın kendi emeğinin ürünüydü. “Hem sana faydam
dokunduysa, mesleğime de faydam dokundu. Araştırıcılar çoğaldıkça dükkanıma
gelecek müşteriler de çoğalıyor. Sen de özel müşterisin.”
“Öyle
bile olsa size teşekkür borçluyum. Bu okula devam etmeye başladığımda, günün
birinde Bay Yuuki ile beraber Araştırıcılık yapabileceğim diye düşünürdüm. Beni
en mutlu edecek şey o hayalimin gerçekleşmesi.”
“Beklentini
boşa çıkardığım için kusura bakma.”
Yuuki
acı bir gülümsemeyle omuz silkti. Hepsi ‘Araştırıcı’ diye geçse herkesin
kendine göre tarzı, duruşu vardı. Yuuki gibi, kendi gönlüne göre çalışan
insanların sayısı çok değildi. Normalde tüccarlar görev verir, onlar hesabına
çalışan Araştırıcılar Labirent’e inerdi. Franca da Talim Okulu’na devam ediyor,
bir yandan da bir ekiple beraber iş üstleniyordu. Kutsal Emanetler, Labirent
dışında hiçbir yerden alınamayacak bitkiler, mineraller; duruma göre Cisimsiz
Mahluk eti ve boynuzu bile… bunlar para ederdi. Kilise öğretisi para kazanmaya
hoş bakmasa da, pratikte Labirent Araştırıcılığı iyi kâr bırakıyordu.
“Evet,
ben yavaş yavaş gideyim artık. Franca, okuldan sonra bir ara dükkana gelsen
de…” Tam bunu söylerken çok önemli bir problemi anımsadı. “Ah, pardon. Dükkan bugün
kapalıydı.”
“Öyle
mi? Öyleyse yarın gibi uğrarım. Yarın, Ustamla beraber Labirente gideceğiz.
Dönüşte dükkana gelirim. Müsaadenizi isteyeyim ben artık.” Franca ayağa kalkıp
neşeyle el salladı ve yürüyerek uzaklaştı.
* *
*
Yatak
boştu.
“Nereye
gitti ki bu?” Dinlenmek istiyorum diye tutturan kıza odayı ödünç vermiş, işbaşı
yapmak için Talim Okulu’na doğru yola çıkmıştı. O arada, kız da çıkıp gitmişti
herhalde. Yuuki yatak odasına girip içeriyi inceledi. En azından yatak,
kullanılmış gibi görünüyordu.
Tam
o sırada, kulağına ufak, metalik bir ses geldi. Kulak kesildi. Mutfaktan, hayır
mutfağın bitişiğindeki kilerden mi geliyordu? Oraya doğru seğirtip odanın
girişinden içeriye göz atınca, ufak tefek bir gölge gözüne çarptı. Gölge, eline
aldığı bir elmayı ağzına yaklaştırıp, fikrini değiştirmiş gibi tekrar
uzaklaştırıyordu… sonra iştahı onu baştan çıkarmış gibi, dişlerini elmaya
geçirdi.
Haşırt,
diye bir ses çıktı ve o sanat eseri denecek güzellikteki çehreyi, çocuksu ve
art niyetsiz bir gülümseme kapladı. Herhalde şu an, elmanın sululuğu ve şekerli
tadı ağzında dağılmaktaydı.
“Hey,
ne yapıyorsun bakayım?”
Laf
ağzından çıkar çıkmaz, kız şaşalayıp titredi, dönüp ona baktı. “A, ah, sen
miydin? Geri döndün demek?”
“Şimdi
geldim. Eee, o elma nereden çıktı?”
Tina
telaşa kapılmışçasına elindeki kırmızı meyveyi ardına sakladı.
“Eğer
onu kilerde bulduysan, bana ait demektir.” Geçen gün Franca’nın alıp Yuuki ile
paylaştığı elmalardan biri olacaktı. Ekonomik durumu açlık sınırında gezen
Yuuki için değerli bir gıdaydı o elma.
“Yok,
şey… öyle değil.” Kız, eli halen ardında, kafasını hızla iki yana
salladı. “Tina bir şeyler çalıp da yemeye çalışmaz ki! Sadece, şey, gözümüzü
açınca karnımız acıkmıştı da, yiyecek bir şey arayıp…”
“Arayıp?”
“Burayı
bulduk, sonra da elma, şey, sanki onu yememizi istiyormuş gibiydi…”
“……”
“Şey,
ya da Tina’ya verilmiş bir adaktı belki…” Sesi gitgide küçülüyordu. Görünüşe
göre suçluluk duyuyordu. Eh, labirentte baygınlık geçirmişti; karnında
sabredemeyeceği kadar büyük açlık duyan birini suçlamanın manası yoktu. Tam
içinden: ‘Kafasına acıtmadan vurmak ceza olarak kafi, bir tanecik meyveyi de
verelim bari’ diye geçirip iç çekiyordu ki, Yuuki’nin gözünün önüne üzerinde
küçük küçük diş izleri taşıyan bir elma uzatıldı.
“Şey,
özür dilerim.” Tina bunu derken başını eğmişti. “Aslında, senin meskeninde olan
şeylerin sana ait olacağını düşünmüştüm. Lakin ne yapayım, yeme isteğine
direnemeyip…” Yaramazlık yapmış azarlanan küçük bir köpeğe benziyordu.
O
sırada, kızın karnı işitilecek bir sesle zil çaldı. Yuuki kendini tutamadan
güldü: “Ah, canın sağolsun.”
“…
Kızgın değil misin?”
“Yanlışını
anlamışsın. Şu oda yemek odası. Sana kıyak yapıp bir şeyler hazırlayacağım,
elmanı orada beklerken yiyebilirsin.”
İnsan,
alıp getirdiği şeylerden sorumludur. Sofraya çocuk porsiyonuyla bir tabak daha
koymaktan ne çıkardı ki?
“Immm,
çok lezizdi.”
Tina
elindeki kabı sofraya koyup, doymuşluk anlatan derin bir oh çekti. İkram, alt
tarafı salamura et katılmış lapaydı. Yuuki sonuçta usta bir aşçı filan değildi,
ama eskiler ‘boş bir mide dünyadaki en güzel baharattır’ demişler. “Fakat, pek
değişik bir tahıl bu. Tina bu nedir bilmiyor.”
“Pirinç
bu.”
“Pirinç?”
“Bilmiyor
musun? Eh, buralarda pek görülen bir tahıl değil; kentte satılmaya başlanması
bile yeni sayılır.”
Genel
konuşursak, başlıca gıda tahıllardı, onları yumrulu bitkiler takip ederdi.
Şehrin dışındaki tarım alanından çok çeşitli bitkiler elde edilse de, pirinç
halen az rastlanan bir besindi.
Elma
üstüne bir de lapa yiyince, çakma tanrıçanın karnı doymuştu anlaşılan. “Tekrar
teşekkür edelim. Yuuki Katamiga, Takaagami…”
“Takamigahara.
Söylemesi zor, istersen Yuuki diyebilirsin.”
“Öyleyse
Yuuki. Labirentten Tina’yı çıkarmana, bize sofra donatmana yürekten şükran
bildiriyoruz. Bir mümin olarak, eline Tanrıça’dan teşekkür dinleyecek çok
fırsat geçmez. Kendinle gururlanabilirsin!” Çabuk konuşup nefesi tükenmiş gibi
dümdüz göğsünü kabarttı, ‘Hı–hı!’ diye bir ses çıkarıp sözü bitirdi.
“Terbiyeli
bir çocuk musun, kibirli bir çocuk musun anlamadım gitti. Ayrıca ben bir mümin
değilim.”
“Değil
misin?”
“Değilim.
Evet, bir soru da ben sorayım bakalım. Sen kimin nesi oluyorsun?”
“Kaç
kere tanrıçayız dedik ya. Hayır, öfkelenmemeliyiz. Kendini kavminin yerine
koyup, kavmini memnun etmek bir tanrıçanın görevidir. Bir tanrıça, sırf
muhatabının anlayışı kıt diye gazaba gelmeyen bir varlıktır. Ne harikayız,
değil mi? Şimdi hayranlık duymana müsaade veriyoruz.” Hımlayarak başını öne
salladı.
“Eeee,
velev ki tanrıçasın. Beş tanrıça arasından hangisi oluyorsun?”
‘Göğü
Tutan Tanrıça’ ‘Güneşi Göğe Çıkaran Tanrıça’ ‘Tacında Ay Parlayan Tanrıça’
‘Yıldızları Işıldatan Tanrıça’ ‘Yerleri Koruyan Tanrıça’. Beş tanrıçanın
künyeleriydi bunlar, kim olsa bilirdi. Ama Tina beklenmedik bir cevap verdi:
“Bilemiyoruz.”
Yuuki
kaşlarını çattı. “Bilemiyoruz mu? Niye be?”
“Bilmediğimiz
şeyi bilmeyiz da ondan. Tanrıçalar için beş künye var, onu biliyoruz. Fakat
Tina, kendisi hangi tanrıçadır, bunu bilemiyor.”
“Bilemiyorsun
da, bu özgüven nereden geliyor? Neden tanrıça olduğunu düşünüyorsun?”
“Düşünüyor
değiliz, biz bir hakikati biliyoruz.”
Tartışma
bir duvara toslamıştı. Yuuki iç çekip soruyu değiştirdi.
“Öyleyse,
mevkice kentimizin koruyucusu ve Tanrıça olan Albertina hazretleri, neden
Labirent’te baygın yatıyordu acaba?”
“Tina,
diyebilirsin demedik mi? Çekingenlik etmene gerek yok.” Hiç de ironiden
rahatsız olmuş gibi görünmeyen kız, söze devam etti: “Labirentte bulunmamızın
nedeni, orada doğmuş olmamızdır.”
“Orada
mı doğdun?”
“Mevcut
hale geldim, de denilebilir. Labirentteki geniş bir odada, Tina kendi
varlığının farkına vardı. Biz, o an var olmuştuk artık.”
“Labirenti
araştırırken belleğini yitirmiş falan olmayasın?”
“Hayır.”
“Böyle
kestirip atman da ‘bir hakikati biliyoruz’ diye mi?”
“Öyle.”
Yuuki
hımlayarak kafa salladı, başını kaşıdı.
“Eeee,
hani ‘doğdum’ diyordun ya, ne zaman oldu bu iş?”
“Gözümüzü
açmamızdan sonra; şey, sonra bir sürü şey oldu işte, sonra Labirent’te
gezinmeye başlamamız, yürümekten bitkin düşüp devrilmemiz, bir iki gün kadar
herhalde. Vücut saatimize göre, tahminimiz budur.”
“Seni
bulduğum yerdeki ayak izlerinin tazelik derecesine ve senin üzerine birikmiş
tozların miktarına bakarak, orada bir gün kadar yattığını söyleyebilirim…”
Yani, Tina’nın sözüne inanırsa, o dünyaya geleli en fazla üç gün geçmişti. “Ama
birkaç günlük bir bebeğe benzemiyorsun, konuşabiliyorsun, elma nedir
biliyorsun; normal olarak insanın burnuna yalan kokusu geliyor.”
“Yalan
değil. Tina en baştan beri bir sürü şey biliyordu.” Keyfi kaçmış gibi
dudaklarını büktü. “Mevcut hale geldiğimiz anda bilgiye halihazırda sahiptik.”
Yuuki,
ağzını tekrar açmadan evvel biraz düşündü.
“Sana
birkaç soru soracağım. Fazla düşünmeden, mümkün olduğunca kısa zamanda cevap
vermeyi dene. Bilmediğin şeye bilmiyorum deyip geçebilirsin. Bu kentin ismi
ne?”
“Solitus
değil mi?”
“Labirent’in
diğer adı?”
“Bab–ı
Ali.”
“Amblem
olarak Pentagram sembolünü kullanan topluluğun adı?”
“Penta…
gram?”
“Şöyle
bir şey…” diyerek Yuuki masanın üstüne parmağıyla beş köşeli bir yıldız şekli
çizdi.
“Ah,
Beş Kutsal Kilise tabii.”
“Pekala,
Beş Kutsal Kilisenin katedralindeki yeni çan kulesi ne zaman yapıldı?”
“Onu
bilmiyoruz. Herhalde güzel bir ses çıkararak çalıyordur, değil mi?”
“Bu
dükkandan kent meydanına inmek için, hangi yoldan geçmek gerek?”
“Onu
da bilmiyoruz. Kente çıkmışlığımız yok çünkü.”
Yeri
gelmişken: Çan kulesinin inşası biteli bir ay olmuştu. Kulenin açılışını
kutlamak için epey büyük bir festival düzenlenmişti. Meydanına inmek için
dükkanın önünden geçen yolu dosdoğru takip etmek yeterliydi. Bu şehrin hangi
sakini olursa olsun, bunları kesin bilirdi.
Yuuki,
sorularıyla kızın bilgi alanlarını sınıyordu. Kız herkese mal olmuş bir
bilgiyi, elmanın ne olduğunu bilip de yakın geçmişe dek hiçbir yerde satılmayan
pirinçten habersizdi. Tanrıçalar ve kilise üzerine bilgisi vardı da, yeni çan
kulesi hakkında hiçbir şey duymamıştı, kentin coğrafyasına da yabancıydı. Lisan
becerisinin özünde bir problem yoktu. Konuşma tarzı biraz değişik olsa da, bunun
şahsiyetinden öte geldiği varsayılabilirdi.
Yani…
genel geçer bilgiye sahip; ama kentin durumunu, güncel haberleri bilmiyor. Tüm ipuçları birleşince bu sonuç çıkıyordu. Ayrıca, Tina ısrarla yer altı
dehlizlerinde doğduğunu iddia ediyordu. Temel bilgilere başından beri sahipti.
Kente gelmişliği ise yoktu. En azından, Yuuki’nin yaptığı çıkarımsama bu
yöndeydi. Baştan sahip olduğu bilgiler yalnızca umuma mal olmuş bilgilerse,
değişken şeyleri bilememesi tabii idi. Soruları ‘refleksle’ denecek kadar çabuk
cevaplamıştı, yapmacıklık edecek kadar düşünmeye vakti olmamıştı. Eğer hesap
yapıp rol kesmeyi becerebildiyse bu büyük başarı olurdu doğrusu, kız pek öyle
işlere yatkın karakterde gibi de görünmüyordu. Anlattığı hikayeye olasalıkla
kendisi de inanıyordu.
“Bu
kadarı kafi midir?”
“Evet.
Zahmet oldu, sağol.”
“Lafı
mı olur, müminlerin suallerine yanıt vermek bir tanrıçanın ödevidir. Tasa etmen
lüzumsuz. Eee, bu sorularınla neyi öğrenmek istedin?” Tina merakla, Yuuki’ye
doğru eğilerek sordu.
“Senin
gerçekten bir tanrıça olup olmadığını. Ama kesin bir sonuca varamadım.”
“Gerçekten
öyleyiz dediğimiz halde… bir numaralı inananım amma da kuşkucu çıktı.”
“Kuşkucuysam
bana ‘inanan’ da diyemezsin gerçi. Neyse, öyle bir yerde tek başına bulunman
öyle tuhaftı ki, ben de kendi içinde tutarlı bir izah bulmaya çalışıyorum.”
Yuuki,
sorularının açısını değiştirmeye karar verdi: “Hey, eğer sen bir tanrıça isen,
Silahşorun nerede?”
“Uhhh…”
Tina, diyecek bir şey bulamadı, gözlerini yere çevirdi. Silahşor: Normalde her
tanrıçanın yanında ona hizmet eden, aleme dehşet verecek kadar güçlü bir
muhafız, bir üstün insan bulunurdu. Beş Kaidenin tanrıçaları birer silahşorle
beraber gezerdi. Çocuk olsa bilirdi bunu.
“Eğer
senin yanında bir Silahşorun varsa, senin tanrıçalığına inanabilirim. Çağırsana
onu.”
“Her
tanrıça önce bir Silahşor çağırır ve kendini ona korutur. Bunu Tina da biliyor.
Elbette, biz de Silahşor çağırma yetisine… sahiptik.”
“Sahiptik
derken?”
“Şeyy,
doğduğumuz sırada Silahşor çağırmaya yarayan Kutsal Güce sahiptik. Ancak, şey,
bazı nedenlerden ötürü o gücü çok kullanıp bitirdim.”
Kutsal
Güç, diye bir tanrıçanın mucize gösterme kudretine deniyordu. İnsan medyumlar,
Tanrıların İncisi denen cisimler sayesinde bu güçten geçici olarak
faydalanabiliyordu; böylece, asıl mucizelerin çakması denilebilecek ufak çaplı
kerametler gösterebiliyorlardı.
“O
‘bazı nedenler’ hangi nedenlermiş bakalım?”
“Bunun
ne ehemmiyeti var ki?” dedi Tina, anlatmak istemediğini belli eden bir suratla.
“Sebepler bir yana şu an açık olan şey, Tina’nın Kutsal Güçlerinin sıfıra
indiği. O yüzden Silahşor çağıramam.”
“Anladık
anladık. Silahşorun olmadığı için şehre gelmek zorunda kaldın, Labirent’te
yolunu şaşırıp sonuçta bir yere yığılıp kaldın demek.”
“Evet,
aynen öyle.”
“Ama,
bir tek mucize bile gösteremiyorsan tanrıça olduğunu da ispat edemezsin. Akıl
sağlığını yitirip zıvanadan çıkmış biridir bu, deseler bu herkese daha makul
gelir.”
Yuuki
böyle der demez, kendine tanrıça diyen kız yanaklarını şişirdi: “Kutsal Gücü
geri dönerse Tina da Silahşor çağırabilir, mucize gösterebilir. Zıvanadan da
çıkmadık. Tanrıça olarak yapmamız gereken şeyleri, yenmemiz gereken düşmanları,
hepsini aklımıza yazdık!”
“………”
Yuuki’nin: Hah.
Her şey bir yana, hayli duygusal bir tip bu… diye düşünerek seyrettiği Tina
burnundan tıs tıs soluduktan sonra boğazını temizledi, kendini
sakinleştirdi: “Evet Yuuki, şimdi biz soru soralım: Sen tanrıçalar
için çalışan bir Araştırıcı mısın?”
“Ne
münasebet.”
“………”
Daha
baştan duvara toslayan Tina ağzını pat diye kapattı… bir an sonra, kararsız bir
sesle devam etti: “Ne, nede, neden? Tina’yı kurtarıp labirentten çıkartmadın
mı? Hem, Araştırıcıların görevi tanrıçalar için Kutsal Emanet toplamak değil
midir?”
“Benim
asıl mesleğin tüccarlık. Labirent’te bulunmuş ne varsa satarım, biri
Labirent’te bulduğu bir şeyi satın almamı isterse satın alırım. Araştırıcılara
yönelik sarf malzemeleri pazarlarım. Arada araştırıcılık yaparım ama tamamen
ticari amaçlarla. Seni oradan çıkarmam da şans eseriydi.”
“Ö,
öylese Tüccar Yuuki’ye söylüyorum: Ey Bizim, Albertina’nın birinci inananı,
bize hizmet etmene müsaade veriyoruz!”
“Ney?”
“Şu
an için Tina’nın hedefi, Kutsal Güçler elde edip bir Silahşor çağırmak. Bunun
için Kutsal Emanet devşirmek gerekli. Güvenebileceğimiz birinin yardımını
istiyoruz. Ayrıca, geçici mabedimi buraya kuracaksak, şüphesiz şehri tanıtacak
danışmanlık edecek biri gerek. Tina yeni doğdu ve dünya meselelerine yabancı!”
Bunu
sanki böbürlenir gibi söylüyor… Neyse,
uzun lafın kısası: ‘Yardımını istiyoruz’ kısmıydı. Tina’nın Yuuki’ye bakan
gözlerinden, kızın duruşundaki güçlü tavrın tam tersi bir ifade, endişe
okunuyordu.
“Sana
demek istediğim birkaç şey var. Ama bir konuda baştan anlaşalım –benim evimi
öyle kafana göre mabet filan yapmayacaksın.”
“…olmaz
mı?”
“Olmaz.”
Kızın
omuzları düştü. Buradan kovulursam gidecek yerim yok, diye
düşündüğü belliydi.
“Fakat.
Barınak istiyorsan burada kalmana itiraz etmem. Seni kapı dışarı etmek içimden
gelmiyor.”
“Sahi
mi!”
Birdenbire
Tina’nın yüzü aydınlanıverdi. Yuuki, geçmişte bizzat pek çok kişinin iyiliğini
görmüştü. İnsan da olsa tanrı da olsa, birilerinin başı sıkıntıdaysa ona yardım
olmak güzel şeydi. Karşılığında para alamayacak olsa bile.
“Hey,
seni kutsuyorum! Benim bir numaralı inananıma da bu yakışırdı zaten!”
“İnananın
değilim. Dahası, sana karşılık talep etmeden verdiğim tek şey kalacak bir yer.
Kutsal Emanet toplamak, Silahşor çağırmak gibi şeyleri kendin hallet lütfen.”
“Ya,
yaaa…”
“Sonradan
başıma dert sarılmasın diye net bir şekilde söylüyorum. Sana kayıtsız şartsız
yardım etmeyişimin iki nedeni var.” Tina’yı karşısına alacak şekilde bir
sandalyeye oturan Yuuki, kızı süzerek konuştu. “Öncelikle; ister doğruyu
söylesin ister söylemesin kendine ‘tanrıça’ diyen birinin yanında olmak sıkıntı
doğurur. Duyanlar, bunu yüksek ihtimalle küfür diye yargılarlar. Bu şehirde
Kilise’nin düşmanı durumuna düşersen seni barındırmazlar. Bu yüzden, seni
tanımadan sadece ev sahibin olan birisi say beni.”
“Bu
senin bana inanıp inanmamanla ilgili bir mesele değil yani, öyle mi?”
“Aynen.
İkinci şartım da şu: Ben güvenilir ve dürüst ticaret yapan bir tüccarım. Tüccar
dediğinin işi, karşılığında para alıp hizmet vermektir. Sen benim yardımıma
gerek duyuyorsan, ne âla. Herkes istediğini istemekte özgürdür. Ama sen,
yardımım karşılığında ne ödeyebilirsin ki? Paran var mı yanında?”
“Yok…”
Tina
böyle deyip başını eğdiyse de, hemen ardından yüzünü kaldırıp Yuuki’ye baktı.
“Ama,
gücümüzü geri getirirsen Tina kesinlikle sana yeterli mükafatı…”
“Öyle
yarım yamalak vaadlere karnım tok benim.” ‘Günün birinde öderim.’ diyenlerin
borçlarını eksiksiz ödediğine hiç tanık olmamıştı. “Benim inandığım tek şey
paranın alımgücüdür. Yokluk içine düşmeyi reddederim. Meteliksizsen kendi
sorunlarını kendin çözmelisin. Herkes kendisinden mükelleftir, sen de kendi
sorumluluğunun sahibisin. Başkalarının yardımı, bedelsiz alınacak şey değildir.
Bu dünya bu mantıkla işler. Bu kadar.”
Söylerken,
Yuuki bunların kulağa çok kalpsizce geldiğinin farkındaydı. Ama bir çizgi
çekmeye mecburdu. Ancak, Tina hiç öyle karamsarlığa kapılmadan, kaşlarını biraz
çatıp düşünceye daldı; nihayet ağzını açtığında:
“Bunun
tersini söylersek, para ödersem Yuuki’nin seve seve yardımcı olacağı sonucu
çıkar, değil mi?”
“Eh,
istersen lafı öyle de anlayabilirsin. Nasıl anlarsan anla, sonuçta paran yok
değil mi?”
“Evet,
Tina’nın şu sıra parasız olduğu doğru ama… bir yol daha var.”
“Bak
sen. Neymiş o, sorabilir miyim?”
“Sana…
bu bedeni satacağım!”
“…………”
Yuuki boş bulundu, sandalyesinden kayıp düştü.
“Ne
oldu?”
“Ne
mi oldu? Bak buraya, Tanrıça hazretleri, aklın başında mı? Aklınız başınızda
mı? Bedeni satmak ne anlama gelir biliyor musun?”
“Ne
anlama?” Tina boş bakan gözlerini kırpıştırdı. “Eee, getir götür işlerine
yardım etmek gibi, elimden ne gelirse yaparım. Bana istediğin gibi emir
verebilirsin. Kutsal Emanet alabileceksem, ondaki Kutsal Güce uygun mucizeler
gösterebilirim. Sadece senin için. İnsan dünyasının parasıyla tanrıça satın
almak, alıcı için çok iyi bir alışveriş doğrusu.”
“Tam
tahmin ettiğim gibi, ne dediğini kendin de anlamıyormuşsun çocuk. Haydi onu
geçtim, kendine ucuzluğa çıkmış mal muamelesi yapan ilah da ilk defa
görüyorum.”
“Burası
Labirent’ten ne çıkarsa çıksın alan bir dükkan değil mi? Öyleyse, Labirent’te
bulduğun Tina’nın ta kendisinin bedeni de pekala satılır. Bu mantığa uygundur.
Haydi, hiç çekinmeden beni alabilirsin! Oradan gelen parayla Tina, seni ona
yardım etmekle vazifelendirecek!”
“Bir
ağzımı açsam bir sürü laf sokacağım ama nereden başlayacağımı bilemedim. Her
şeyden önce, ben insan alıp satmam. İnsan ticareti şehir kanunlarınca
yasaklanmıştır.”
“Öyleyse
mesele yok.” Hımlayıp baş salladı ve devam etti: “Tina insan değil tanrıça
çünkü. Bu yasaları çiğnemekten sayılmaz. Yani bu insan ticareti değil, ilahi
varlık ticareti.”
“İlahi
varlık da alıp satmam canım.”
Tina,
bu karşılığı beğenmemişçesine dudak büktü. “Tina Labirent’te yere düşmüş halde
bulunduğuna göre, senin onu satın alman gerekir. Yoksa deminki sözün yalan
mıydı? Güvenilir ve dürüst ticaret yapan tüccar, yalan mı söyler?”
“Yok,
şimdi yalan dediğin normalde… tamam buldum: Bak şimdi, sen bulunmuş bir
eşyaysan, kurtarılmış mal prensibinden ötürü senin sahibin zaten benim. Çünkü
seni ben aldım getirdim. Senin, kendin üzerinden satış yapma yetkin yok,
anlarsın ya.”
“Daha
şimdi ‘Herkes kendinden mükelleftir, kendi sorumluluğuna sahiptir’ diye ders
veriyordun ya.”
Yuuki
diyecek söz bulamadı. Tam kaçış yolu buldum sanırken kız birden laf ebesi
kesilivermişti. Kızın art niyeti de kötü niyeti de yoktu, besbelli; bu yüzden
onu idare etmek daha da zordu. Yuuki bir müddet düşündü, ve ağzından şu soruyu
çıkardı:
“Farzet
ben seni almadım. Başka dükkanlara gidip aynı teklifi onlara da yapacak mısın?
‘Benim bedenimi satın alın’ diye.”
Tina
tereddütsüz yanıtladı: “Hı – hı. Öyle yapmaktan başka çarem kalmayacak, değil
mi?”
Yuuki,
böyle bir durumda neler yaşanacağını gözünde canlandırdı. Şehirde yasadışı
mallar pazarlayan bir sürü kötü ruhlu tacir vardı. Dahası, demeye dili
varmıyordu ya, her yerde böylesi yaşı genç, vücudu dümdüz kızları seven üç beş
zengin bulunurdu. Tabii, her talep de kendi arzını doğururdu.
“………”
“Ne
oldu, bir sorun mu var?” Tina sessizleşen Yuuki’ye bakıp kuşkulanmış bir sesle
sordu. Sonunda Yuuki derin bir soluk aldı ve ağzını açtı: “Elden ne gelir?
Anlaşıldı. Ben seni alacağım. Bunun bedeli olarak da elimden geldiği kadar sana
yardım ederim.”
“Şey,
yani…”
“Lakin!”
Yuuki, şen bir sesle bir şeyler söylemeye yeltenmiş Tina’yı susturup lafa devam
etti. “Koşullarım var. Umuma açık yerlerde ben tanrıçayım demeyeceksin. Bu
kural, tanrıçalık hakkında her şeyi ve gelecekle ilgili planlarını da
kapsıyor.”
“Anladım.”
“Bir
koşul daha. Seninle kontratımız, sen Silahşor çağırabilecek kıvama gelene dek
geçerli. Bu dileğin asla gerçekleşmemesi durumunda, ikimizin de kontratı
bitirmeye karar vereceğimiz güne dek geçerli. Kontrat bittiğinde,
çalışmalarımın karşılığı olan ödülü alacağım. Artık para mı olur, ejder dişi
taşı falan mı olur, ödemenin cinsi çok mühim değil; ama Yüksek Kademeden bir
Kutsal Emanet şeklinde yapılmasını yeğlerim.”
“Anlaştığımıza
göre, Tina’nın bir tanrıça olduğunu kabullendin diyebilir miyiz?”
“Kabullenmedim
efendim. Ama red de etmiyorum. Kesin konuşmak gerekirse, tanrıça olup olmaman
önemli değil.”
“Önemli
değil…” Kız, kafası karışmış gibi bir surat takındı.
“Sahici
de olsan sahte de olsan sana yardım edip karşılığını alacağım –netice
değişmiyor. Kısaca, ‘Tina adında bir tanrıça gücünü geri kazanmak istiyor’
varsayımına göre hareket edecek, seninle işbirliği yapacağım.”
Kız
hımladı, güzel kaşlarını birbirine yaklaştırarak düşünceye daldı. “Hoşuma
gitmeyen yanları olsa da, bir uzlaşma noktası yakaladık. Pekala, bugünden
itibaren Tina’nın bedeni senin mülkün, sen de Tina’ya yardımcı olacak kişisin.”
Yuuki: Anlaşma
imzalandı, diye düşünerek başını hafifçe salladı. Muhtemelen başına bela
alıyordu… ama risk olmadan alışveriş yapılamazdı. “E, öğrenelim bakalım. Bir
Silahşor çağırmak için nasıl bir Kutsal Emanet gerekiyor?”
“Bir
düşüneyim…” Tina, bir fısıltıya kulak kabartır gibi gözlerini yumdu. “Şurası
senin depondu değil mi? Şu an, bu dükkandaki tüm Kutsal Emanetlerin toplam gücü
bile, kafi gelmekten çok uzak.”
“Ya,
böyle şeyleri anlıyorsun demek.”
“Kutsal
Gücü hissetmeden mucize gösterebilir miyiz hiç? Tina’ya göre son derece doğal
bir şey bu. İstersen çok hayran kaldım diyebilirsin, bu bizi rahatsız etmez.
Haydi bakalım, bir iki övgü fena olmaz.”
“Dur
bakalım, senin şu yeteneği bir test edelim.”
Yuuki’nin
iltifat etmeksizin geçiştirmesi Tina’yı biraz düş kırıklığına uğratmıştı. Yüz
ifadesine de yansıdı bu. “Test etmek, ne demek?”
“Senin
gerçekten mucize gösterip gösteremeyeceğini sınamak istiyorum.”
Dedik
de, nasıl bir işlemle sınasak…
diye kendi kendine fısıldadığında, Tina yüksek sesle:
“Önce
bir sorum var.” dedi. “Hazır yeri gelmişken…”
“Nedir?”
“Tina
senin mülkün olmuş olsa da, halen bir tanrıçadır. Öyleyse sen de, şu sorunun
cevabını düşünmelisin: Sen Tina’nın sahibi misin, yoksa kulu musun?”
Tanrıçalık
iddiasındaki kız böyle dedi; ve yüzünde son derece ciddi bir ifadeyle, boynunu
yana doğru eğerek, Yuuki’yi süzdü.
* * *