18.06.2020
BÖLÜM 2 – EVE ALINMIŞ BİR TANRIÇANIN GAYRETLERİ
Çevirmen: Alper
“Ey
kentimizi koruyan tanrıça!” Yuuki sözleri alçak sesle yuvarladı. “Dükkanımızda
birikmiş kirleri almanı niyaz ediyorum.”
“Dileğini
gerçekleştirelim bakalım, Efendi.” Kız ciddiyetle baş salladı. “E, bunu
nasıl kullanmak gerekiyor?” Elinde tuttuğu toz bezini kaldırıp gösterdi.
Yuuki’nin satın aldığı eski kıyafetleri kuşanmış, başına üç köşeli bir bez
bağlamıştı. Tastamam hizmetçi bir kıza benzemişti.
“Önce
bezi kovadaki suya batır bakalım.”
“Böyle
mi?”
“Öyle.
Şimdi bezi iyice sık. Sonraki dileğim, rafların üzerinden birkaç kez geçmen.”
“Böyle
mi… bu arada, neden böyle resmi resmi konuşuyorsun? Rahat davranmana Albertina
olarak izin veriyoruz, Efendi.”
“Böyle
yaptıkça kinayeli konuşma isteğimi kaçırıyorsun. Haydi bakalım Tanrıça
hazretleri, şu baştan başlayıp malları yerinden indir de rafları sil bakalım. O
tarafa dışarıdan çok toz toprak giriyor. İşin bitince eşyaları yerlerine geri
koy. Malları düşürüp zedelememek için çok dikkat etmen gerektiğini söylemeye
gerek yoktur herhalde.”
“Hı–hı,
anladım hepsini.”
Tina
böyle söyledi ve sakat hareketlerle toz alıp temizlik yapmaya koyuldu.
Yuuki’nin desteğine karşılık, Tina şimdilik dükkan işlerinde yardım edecekti
–böyle konuşmuşlardı. ‘Efendi’ diye hitap etmek de, Tina’ya sorarsanız, bir
şükran ifadesi olarak Yuuki’ye saygınlık katma amacını güdüyordu.
Eh,
konuşma tarzındaki ve davranışındaki ufak tefek acaipliklere göz yumarsanız
kızın hal ve gidişatı hiç fena değildi. Okuma yazması da hesap kabiliyeti de
iyi kötü vardı. Biraz eğitilirse çok iyi bir tüccar olabilirdi.
Yuuki
bunları düşünürken dükkanın girişinden şöyle bir ses işitti: “İyi günler. Açık
mısınız?”
Franca
kapıdan dükkana bakınıyordu. Doğru ya, dün konuştuklarında ‘Uğrarım’ demişti.
“Ah,
evet evet. Hoşgeldin. Daha öğle bile olmadı, bugünkü araştırma seferi erken
bitmiş anlaşılan.”
“Hayır,
daha gitmedik. Hazırlık yaptıktan sonra Tanrıların İncisi'ni koyduğum kesede
bir delik gördüm, bu vesileyle yenisini almaya gideyim dedim…” Derken
Franca’nın gözleri Tina’ya rastladı ve rast geldikleri yerde uzun süre kaldı.
“Bi… bir kız? Bay Yuuki’nin dükkanında bir kız var?”
‘Neden
bu kadar sarsıldı ki?’ diye düşündü Yuuki. Gerçi Franca’nın hakkı vardı,
Tina’da hiç de erkek çocuğuna benzer bir yan yoktu ya…
“Şeyy,
müşteri gelince ‘Hoşgeldiniz’ demek gerekti değil mi patron?”
“Öyle.
Çok enerjik söylemelisin ama.”
“Öyleyse
bu kişi dükkanın bir müşterisi değil!”
Franca
dehşete düşmüş gibi dudaklarını büzüp bir adım geriledi.
“Dur,
dur; önce sakin ol, Franca. Bütün ihtimalleri düşünelim. Bu kızın sadece Bay
Yuuki’nin akrabası olması ihtimali de var değil mi, var. Kız kardeşi olması
ihtimali, ablası olması ihtimali, annesi olması ihtimali… yok o olamaz
herhalde. Bir de karısı olması…”
Yuuki:
“Orada dur Franca!” diye seslendi.
“Olmasın…
olmasın!” diye gözlerini iri iri açıp, yüksek sesle bağırdı beriki.
“Tamam
olmasın, olmasın da neden bahsediyorsun?”
“Kesinlikle
olması… ha? Eee, konu neydi?”
Görünüşe
göre aklı başına geri gelmişti. “Neyse, boşver onu.” dedi Yuuki. “Tanıştırayım,
bunun adı Tina.”
“Tina…
hanım. Şey, ‘bunun’ diyebildiğine göre çok yakınsınız… herhalde. Na, nasıl bir
ilişkiniz var, diye sorsam?” Franca bunu gülümseyerek sordu ama dudaklarının
gerginliği, zorla tebessüm ettiğini ele veriyordu. Yuuki, ‘Al bakalım, nasıl
izah edeceğiz şimdi?’ diye düşünüyordu ama Tina ona fırsat bırakmadan söz aldı:
“Bizi
satın aldı, o bizim Efendi’miz.”
“Efe,
Efendi mi? Kim Efendi?”
“Şu
Yuuki denen adam, Efendi.”
“Neyi
satın aldı demiştin?”
“Tina’nın
bedenini.”
Bu
sözcükler havada asılı kalmış gibi oldu, hava da adeta buz gibi soğumuştu.
“Be…
Beden… mi?”
“Dur
biraz, Tina.”
Etrafındaki
atmosferin nasıl değiştiğini hiç mi hiç algılamayan kız, hiç oralı olmadan
sözlerini sürdürdü. “Ya, öyle. Bedenini satarsan sana yardımcı olabilirim, dedi
Efendi. Yok, aslında tam öyle olmadı; ‘Ne istersen yaparım, yeter ki bana
yardım et’ diye Tina ondan ricada bulunmuştu aslında.”
“Yardım…
istedin ve…”
“Bundan
ötürü, eğer nasıl bir ilişkimiz olduğu sorusuna cevap vermek gerekirse Tina,
Efendi’ye ait bir mülk. Tina da, mümkün olsa kendi şahsını Efendi’ye, istediği
gibi kullansın diye sunmak istemezdi; ama başka seçeneğimiz yoktu. Elden ne
gelir?”
“………”
Franca’nın
yüzü Yuuki’ye doğru döndü. Gözleri yaşlarla dolmuştu.
“Benim
tanıdığım iyi kalpli Bay Yuuki, artık yok olmuş. Neden böyle oldu? Niye böyle
bir şey yaptınız?”
“Doğru
ya, niye böyle oldu ki şimdi?” diye Yuuki içini çekti.
“Biraz
çay içip sakinleşelim, olmaz mı Franca? Tina, sen de şu ağzını bir daha açma.
Yoksa iş iyice arapsaçına dönecek.”
*
“Şimdi
demin anlattıklarımı tekrar et bakayım.”
Franca
dükkandan ayrılmıştı, Yuuki de Tina’yı karşısına almış konuşuyordu.
“Tina,
şey, hafızasını kaybetti, haline acıyan Efendi de onu ağırlamaya karar verdi,
hepsi bu. Kesinlikle Tina’nın bedenini satın alma filan, öyle bir şey olmadı.”
“Aynen.
Bundan sonra bu hikayeye göre yaşayacağız. Ayrıca, ‘Efendi’ demeyi de bırak.”
“Ne
için? Tanrıça nasıl bir tanrıça ise, Efendi de bir efendi değil midir?”
“İyi
de…”
“Sonuçta
yanlış bir şey demiyoruz, değil mi? Zira şimdi, Tina senin mülkün, öyle değil
mi?”
“Mülk sözcüğünü
kullanmanı da yasaklıyorum.”
Franca’ya
durumu, biraz çarpıtarak izah etmişti. Olayları; Labirent’te baygın bir kız
bulduğu, kızın kimliğinin meçhul olduğu, onu geçici olarak koruyup kollamaya
karar verdiği şeklinde anlatmıştı: ‘Kızcağızın aklı hala biraz karışık, o
yüzden ara sıra tuhaf şeyler geveliyor ; ciddiye alma lütfen.’
Sonuçta
Franca ikna olmuş, hatta epeyce duygulanmıştı. Çabuk yargıya varmak gibi bir
kötü huyu olsa da aslında çok iyi kalpli bir kızdı.
Tanrıça,
bu yeni kurallardan hiç de hoşnut kalmamış gibi görünüyordu ama itiraz da
etmedi. Neticede, Tina’nın ‘özel kimliği’ni tamamen gizlemek şarttı. Hele de,
daha dün Tina ile beraber yaptıkları o ‘deney’in sonuçları düşünülecek olursa…
* *
*
“Bu,
‘Tanrıların İncisi’ dedikleri Kutsal Emanettir.” Yuuki, bıldırcın yumurtası
kadar iki adet taşı yanyana, Tina’nın önüne koydu. Medyumların güç kaynağıydı
bu taşlar. Kutsal Güç depolama özelliği bulunan cevherlerdi. İnsan iradesine
kolayca tepki verirlerdi, Medyumlar onlardan çıkardıkları Kutsal Güç ile
keramet yapabilir hale geliyorlardı. Yani, yoğunlaşırılıp taşınabilir hale
getirilmiş Kutsal Güçtü, bu inciler.
“De
bakalım, bunlardan hangisi gerçek?”
“Gerçek,
derken içinde Kutsal Güç olanını mı seçmemi istiyorsun?”
“Aynen
öyle.” diye baş sallamıştı Yuuki.
“Öyleyse
ikisi de gerçek. Lakin soldakinin Kutsal Gücü daha çok. Sağdakinde, çok az
Kutsal Güç var.”
“Doğru
yanıt.” Yuuki kızın kabiliyetini kabul etmek zorundaydı.
İçinde
Kutsal Güç barınan eşya, dış görüntüsü nasıl olursa olsun, hatta kullanılıp
gücü kısmen tüketilmiş bile olsa, Kutsal Emanet diye tanımlanırdı. Her Kutsal
Emanet’in değerini, sakladığı Kutsal Gücün miktarı belirlerdi. Ejder dişi taşı
gibi paha biçilmez ve nadir eşyalar, Birinci Sınıf Kutsal Emanetlerdi; Işıktaşı
gibi her yerde bulunanlar Beşinci Sınıftı. Kutsal emanetler, bu beş kategoride
sınıflandırılıp pazarda alıcıya çıkarlardı.
Tanrıların
İncisi edinmekte başlı başına bir zorluk yoktu, bir sürü dükkanda mal olarak
satılıyorlardı. Ama barındırdığı Kutsal Gücü yüksek olandan düşük olanlara
kadar, bir sürü çeşidi vardı incilerin. Elbette, Kutsal Gücü çok olanlar daha
nadirdi, uzun süre kullanılabiliyorlardı; fiyatları da hayli kabarıktı.
Şimdi,
Yuuki’nin elindeki iki küçük inciden biri, argoda Çöp Taş denen beşinci
sınıftan bir şeydi; diğeri bu dükkandaki yegane birinci sınıf Kutsal Emanet
olan, son derece yüksek saflıkta bir maldı. Hiçbir insanda, Kutsal Gücü
isabetli bir şekilde hissedebilme yeteneği yoktu. Yüksek Derece sahibi
Medyumlar bile kesin konuşamaz, olsa olsa “İçime öyle doğuyor” diyebilirlerdi.
Bu
yüzden normalde şekle, eşyanın büyüklüğüne veya temizliğine, üzerinde çatlak
olmamasına göre içindeki Kutsal Gücün büyüklüğü tahmin edilmeye çalışılır;
(İçinde büyük Kutsal Güç saklayan cisimler kolay bozulmazdı. Kutsal Emanet
kılıçlar ve zırhların büyük birer hazine sayılmaları bu yüzdendi) eşyalar işe
yararlılık ve kullanım alanına göre bir kategoriye sokulurdu.
Bu
tekniğe ‘Erbaplık’ deniyordu. Yuuki bu alanda yetenekli oluşu sayesinde
meslektaşlarının arasında iyi kötü bir itibara sahipti.
“Birazcık
bakmakla Kutsal Emanet’in kalitesini ölçebilmek, bunu ben bile yapamam.”
“Ben
bakmadan bile anlarım, Efendi. Kutsal Gücü hissediyorum çünkü.”
“Ya…
tamam, bir sonraki deneye geçelim öyleyse.” Kabzası gümüş rengi bir hançer
çıkarıp, masanın üstüne koydu.
“Deminki
inciye kıyasla seviyesi çok düşük bunun.”
“Gene
de hayli yüksek sayılır.” dedi Yuuki. Üçüncü Sınıf bir Kutsal Emanet idi bu.
Çok keskin bir aletti. Pazarda satılsa, ederi kabaca iki yüz, üç yüz dinar
kadardı. Bir aile herhalde o meblağla bir, iki ay geçinebilirdi.
“Bu
bıçak, düşük seviyeli bir canavarın derisine çalınsa o deriyi lime lime
kesebilir sanırım. Tina, senden bununla kendini kesmeyi denemeni istiyorum.”
“Olur,
tamam.”
Tina
hiç itiraz etmeden, hançeri kınından çekti. Hiç tereddüt etmeksizin hançeri sağ
eliyle kavradı, masanın üstüne koyduğu sol elinin tersine hızla indirdi.
“Oldu
mu, Efendi?”
“………”
Bıçağın
keskin ucu Tina’nın elinin tenine değmiş, değdiği noktada da duruvermişti.
Deride hiçbir yara açamamıştı.
“Tina
ve diğer tanrıçalar görünmez bir ilahi güç tarafından korunurlar. Böyle yarım
yamalak Kutsal Güçlerin o korumayı aşıp bize zarar vermesi imkansızdır.”
“…Kutsal
Kalkan, denen şey mi bu? O olduğu müddetçe hiçbir insan bir tanrıçayı
yaralayamaz, diyor Kilise. Labirent’te yara almadan dolaşabilmen de bunun
yüzünden mi?”
“Ne
oldu, Tina’nın sahici bir tanrıça olduğuna ikna olabildin mi? Efendi.”
Tina’nın
yüzünde muzaffer bir tebessüm vardı.
“Henüz
ikna olmadım. İhtiyaç duyduğum bir tek kanıt kalıyor geriye. Gerçek bir mucize
gösterebiliyor musun, gösteremiyor musun?”
Tina:
‘Amma da şüpheci bir adam bizim şu Sahip…’ gibisinden bir şeyler mırıldanırken
Yuuki söze devam etti:
“O
bıçağı yemeyi denesene.”
‘Bıçağı
ye’, kulağa çok tuhaf gelen bir istek olsa da Tina hiç sual sormadı. Sanki,
Yuuki’nin sözleri ile nasıl bir eylemi kastettiği başından belliymiş gibi,
hançeri eline aldı. “Bunun değerli bir şey olduğunu söylemiştin de… yok olursa
aldırış etmezsin, değil mi?”
“Senin
güçlerini test etmeme yarayacaksa, bu masrafa girmeye değer.”
Oldu
o zaman… diye mırıldanan Tina iki elini uzatıp
üzerinde tutunca hançer, masanın üstünden kalkıp yavaşça havaya yükseldi.
Hançer, bir ışık zerreciğine dönüştü ve kızın vücuduna gömülüp kayboldu.
Tanrıçalar,
kendilerine adanan Kutsal Emaneti parçalayıp içindeki Kutsal Gücü bedenlerine
katarlardı. Bu gücü de, türlü türlü mucizeler göstermek için tüketirlerdi.
Kutsal Emanetlerin mucizevi güçlerin kaynağı olduğunu kime sorsan bilirdi ya,
demin Yuuki’nin tanıklık ettiği manzarayı gözüyle görmüş adam pek azdı.
“Hakikaten
yapabiliyormuşsun. Öyleyse, bir de mucize göster lütfen.”
İnsanların
kullanabildiği kerametler ile Tanrıçaların mucizeleri arasında bazı büyük
farklar vardı. Bunlardan en bilineni, insanın elinden gelenlerle tanrıçaların
yapabildikleri arasındaki farktı. Geçmişi geleceği görmek, insanoğlunun ilmini
aşıyordu; hava olaylarını ve iklimi kontrol etmek, zamanı kontrol etmek gibi
tüm dünyaya tesiri dokunacak şeyleri tanrıçalardan başkası yapamazdı.
İnsanların kullandığı kerametler; saldırmak, kendilerini savunmak, yaraları
iyi etmek gibi ufak çaplı fenomenlerle sınırlıydı ve bunlar da en çok
Labirent araştırıcılığında kullanıma uyarlanmış kabiliyetlerdi.
Ayrıca,
harcanan Kutsal Güce karşılık açığa çıkarılabilen işin boyutu, yani verimlilik
düzeyi de farklıydı. Denilene göre insan soyundan gelme medyumların yaptığı bir
işin aynısını; bir tanrıça yüzlerce, binlerce kez daha az Kutsal Güç ile
halledebilirdi.
“Eh,
öylesine ‘mucize’ diyorsun da… görmek istediğin mucize hangi mucize?”
“İnsanın
yapamayacağı bir şey olsun da, ne olursa olsun.”
“Bu
kadarcık Kutsal Güçle öyle çok büyük bir iş yapamayız. Ufak ölçekli bir şeyi
bir defalık görmek istiyorsan, o başka. ‘Koruyucu’ bir varlık olan tanrıçalığın
doğasından ötürü, insanlara zarar verecek bir şey de yapamayız. Bunlar dışında
insanların yapamayacağı bir şey…”
“Bir
yerden başka yere göz açıp kapayana dek gitsen? Tanrıçalar bunu yapabilir diyorlar.”
İnsanları
ve cisimleri bir konumdan diğerine uçurmanın, imkansız olduğu varsayılıyordu.
Böyle bir sihirli teknik olsa, tehlikelerle dolu Labirent araştırıcılığı
mesleği çok kolaylaşırdı herhalde. Labirent’te çok nadir de olsa, insanı bir
yerden diğerine bir anda gönderen mekanizmalar ve tuzaklar vardı ama nasıl
işlediklerini kimseler çözememişti.
Ne
var ki, tanrıçaların mucizelerine gelince iş değişiyordu. Efsaneye göre, hayatı
tehlikeye düşen araştırıcıların pat diye, topluca Labirent’ten çıkıverdikleri
olmuştu.
“Hah,
eğer gidilecek yeri gösteren bir işaret varsa, bu mümkün. Yön ve mesafe doğru
tayin edilirse hiç sorun değil.”
“Ya
işaret yoksa, ne olur?”
“Bu
yerden kaybolur ama başka yerde açığa çıkmayı başaramayız.”
“Hiç
de kulağa hoş bir fikir değil bu. Nasıl bir işaret istiyorsun?”
“Uygun
olan… hah, mesela şu.” Tina’nın gözleri, iki Tanrıların İncisi’nden birine
odaklanmıştı.
*
“Haydi
bakalım, git!” dedi yemek odasına yeni dönmüş olan Yuuki.
Tina’ya
göre, her bir Kutsal Emanet’ten yayılan Kutsal Gücün emaresi birbirinden
farklıydı, bir tanesinin verdiği hissi akılda tuttu mu o Kutsal Emanet’i yol
işareti niyetine kullanabilirdi. Yuuki, Tanrıların İncisi’ni (daha ucuz
olanını) Tina’nın bilmediği bir yere saklamıştı. Tina oraya gidecek, inciyi alıp
dönecekti. Tina’nın güçlerini bu yöntemle sınayacaklardı.
Tina,
Yuuki çıktığı zaman oturduğu şekilde, pozunu hiç bozmadan oturuyordu hala. Tüm
o zaman boyunca yerinden hiç kımıldamamış gibiydi, Yuuki’yi takip etmiş gibi
görünmüyordu.
“Hı–hı,
öyleyse hemen kaybolup geri geleceğim. Beni bekle lütfen, Efendi!”
Bu
şevk dolu cümleyi der demez, Tina ortadan kayboluverdi.
Yuuki,
Tanrıların İncisini dükkanın ardındaki bir yere, bir ağacın ufak göletin üstüne
doğru sarkan ince bir dalına saklamıştı. İnci, Tina boyundaki birinin göletin
kıyısından uzansa da asla erişemeyeceği bir yerdeydi. Eğer kız, kendini
görünmez eden bir tür sihir kullanıp Yuuki’nin gözünü boyamaya çalışmıyor da,
sahici bir mucize ile kendini incinin yanı başına gönderiyorsa…
“Eee,
eaaaaaaaaaaaaay!”
Arka
taraftan bir çığlık geldi. Ve bir şeylerin, suya düşerken çıkardığı ses. Yuuki
mırıldandı:
“…
demek böyle oldu. Bu da demektir ki, kız gerçekten de tanrıçaymış.”
* *
*
“Dün o kadar deney yaptın, Tina’yı da
sırılsıklam ıslattın, Tina’nın tanrıça olarak sahip olduğu güçleri
kullanabildiğini de gördün; gene de tavrında bir değişme olmadı Efendi.” Tina,
adım atarken bir yandan da huysuz huysuz konuşuyordu. “Nasıl desem… daha çok
şaşırsan, itaatkar olsan, bize övgüler düzsen sana kızmayız, biliyor musun?”
“Şaşırdığımı
kabul ediyorum. Kırk yıl düşünsem, böyle şeyler yaşayacağım aklıma gelmezdi.”
“Öyle
mi! Öyleyse…”
“Ama,
daha en başında ‘Tina adında bir tanrıça gücünü geri kazanmak istiyor varsayımına
göre hareket edeceğim’ diye anlaşmıştık. Güçlerinin varlığını kanıtlayabilmiş
olmamız hiçbir şeyi değiştirmedi. Anlıyorsun ya?”
“Yani,
bir tanrıçaya bu şekilde muamele ediyorsun, öyle mi?” Tina, Yuuki’nin peşisıra
yürürken homurdanarak dudaklarını büzdü.
“Ah,
hazır konusu açılmışken… bundan böyle benim iznim olmadan Kutsal Emanet yemeye
mucize gösterme gücünü kullanmaya filan kalkışmayacaksın. Yoksa işler kesinkes
arap saçına döner.”
Tina,
surat asarak da olsa bunu onayladı: “Kabul. Efendi öyle emir veriyorsa, elden
ne gelir? Şimdi nereye gidiyoruz acaba?”
“Yapılacak
bazı işlerim var, hem onları halledecek hem de sana kenti göstereceğim.
Şimdilik benim dükkanımın bir çalışanısın. Solitus’un her yerini bileceksin ki
sonradan başımız ağrımasın. İşini doğru dürüst yapman gerekiyor. Öncelikle,
kiliseden başlayalım.”
Kentin
merkezine doğru, cadde boyunca yürüdüler. Tina, sonradan görme biri gibi
etrafına bakınıp duruyordu.
“Bu
civara ‘Labirent Yolu’ deniyor. Adı üzerinde, Labirent’in girişine kadar giden
bir yol bu. Araştırıcılara yönelik pek çok dükkan bu yolun kıyısına
dizilmiştir.”
“Tıpkı
Efendi’nin dükkanı gibi, ha? Ancak… gözümüze çarpan her dükkan, Efendi’nin
dükkanından daha büyük. Üstelik de içlerine bir sürü müşteri giriyor.”
“Ben
sattığım malı da müşterimi de dikkatle seçerim de ondan.”
“Ah,
demek öyle! O yüzden büyük bir ticarethaneye ihtiyacın yok!” Kızın masum
ifadesinde beğeni okunuyordu. Şüphe hissi diye bir şey yok bunda,
diye mırıldandı Yuuki. Kız, onun söylediği şeyi ciddiye alınca biraz utanmıştı.
Sözü çevirmeye karar verdi.
“”Ah,
buradan ilerisi kentin merkezi… Kuzeydeki dağın yamaçlarına doğru gidersen,
İşçi Yolu mahallesindeki konutlara varırsın. Ayrıca, birkaç tane de ufak meydan
var. Gıda ve gündelik kullanıma yönelik mallar satan dükkanlar ve Pazar yeri
oradadır. Oraları sonra göstereceğim sana.”
Labirent
yolunu geçince küçük bir meydana çıktılar, bunun kenarında beyaza boyalı bir
bina vardı. “Bu, Beş Kutsal Kilise... desem de, Kilise’nin en kıdemli azası
Papa’nın yaşadığı yer daha kuzeydeki Papalık Mahallesi’nin meydanı önündeki
büyük katedral. Buraya dikilmiş bina, asıl kilisenin şubesi gibi bir yer. Her
semtte bir tane var bunlardan.”
“Evet,
Tina gibilere tapınılan yerler.”
“Ayinler,
kutsal kitap okumaları filan burada yapılır. Kilisenin başka işleri de vardır.
Asayişi muhafaza etmek, vergi toplayıp kullanmak, anlaşmazlıklarda hakemlik
etmek gibi.”
Araştırma
yapılan Labirent dehlizlerinden “Halif Birlikleri” sorumlu olsa da, esasında
kentin idaresini üstlenen organizasyon Kilise’ydi. Kilise, Yuuki’nin bu dünyada
kendine düşman etmek isteyeceği en son güçtü. Kilise’nin otoritesi öyle
kuvvetliydi ki, zavallı bir tüccarı burnunun ucuyla hıhlayarak bile darma duman
edebilirdi.
“Benim
içeride biraz işim var Tina, burada beni bekle. Kendi başına bir yerlere
gitmeye kalkma sakın.”
Labirentin
girişini koruyan Melchior gibi adamlar kiliseye bağlı birer şövalyeydi, ama
Tanrıçalara inanç açısından kıyaslarsak rahipler şövalyelerden çok daha
katıydı. Eğer Tina’yı yanında götürür de kız ağzından tuhaf bir söz kaçırırsa,
Yuuki kızı kurtarabileceğinden emin değildi.
“Anlaşıldı.”
Kızın onayını böylece aldıktan sonra, Yuuki kiliseye girdi ve genç bir rahipçe
karşılandı: “Tanrıçanın selameti üzerinize olsun. Sizi buraya nasıl bir mesele
getirdi?”
“Ah,
mesele denecek kadar büyük bir durum yok. Bu aralar satışlarım biraz iyi gitti
de. Tanrıçaya şükranlarımı sunmak için, ufak da olsa bir bağış yapmak istedim.”
“Ne
iyi düşünmüşsünüz.” diye güldü Rahip. Yuuki, kendini zorlayarak onar dinarlık
beş gümüş parayı rahibin ellerine uzattı. Bunu yaparken kalbi sızım sızım
sızlıyordu, ama tebessümünü bozmamayı başardı. İşler yaver gitmezse, vergi
ödeme günü gelince parayı denkleştirmek için mallarının bir kısmını ucuzdan
satmak zorunda kalabilirdi. Bu rahatsız edici düşünceyi aklından savdı.
“İsminizi
kayıtlara geçireyim mi?”
“İsimsiz,
diye yazın yeter. Yalnız, sizinle biraz tüccarlık meseleleri hakkında sohbet
etmek isterim.”
“Bence
sakıncası yok. Derdiniz nedir?”
“Son
zamanlarda, dünyamızda bir şeyler değişmedi mi, sizce?”
“Hayır,
ben bu aralar bir değişiklik farketmedim. Beş yıl evvelki son vakadan beri
‘Büyük Kemirme’ yaşanmadı, ürünlerin kötü hasat vereceği şeklinde bir haber de
almadık. Salgın hastalık belirtisi de yok. Her yer barış içinde. Kuşkusuz bunu,
tanrıçaların bizi korumasına borçluyuz.”
“Ben,
Labirent Yolu üzerinde bir dükkan kurdum da… son günlerde araştırıcıların hali
nasıldır acaba?”
Kilise’nin
bir görevi, alelade insanlarla tanrıçalar arasında köprü rolü oynamaktı.
Tanrıçalara doğrudan bağlı sayılan “Halif Birlikleri” ile bu nedenle dirsek
teması halindeydiler. Tabii, Kilise ile Halif Birlikleri arasında da
anlaşmazlıklar çıktığı oluyordu. Öyle ya da böyle, Labirent içindeki
araştırıcıların durumunu ve hangi Halif Birliği’nin daha çok Kusal Emanet
kazandığını Kilise iyi bilirdi. O bilgiye ortak olmak isteyen tüccarlar da pek
çoktu. Bunu Kilise de bilirdi, biraz bağışta bulununca sohbet arasında ‘şefkat
gösterip’ bir şeyler anlatırlardı.
“Ah,
doğru ya… ‘Göklerin Halifleri’nin ana kuvvetlerine bağlı bir ekip, araştırma
esnasında ezici bir pusuya düşürülmüş diyorlar. Labirent’in derin katmanlarında
daha önce hiç görmedikleri türde bir canavarla karşılaşmışlar, beş üyelerinden
dördü hayatını yitirmiş, hayatta kalan liderlerinin de kolu ısırılıp
koparılmış.”
“Bu…
çok acı bir haber.” Dün Melchior’un lafını ettiği ‘kaza’ buydu herhalde.
“Ecel,
Tanrı’nın kurduğu değişmez düzenin bir parçası. Ondan bizi tanrıçalar bile
koruyamazlar. Liderin kopan kolunun yerine, ‘Göğü Tutan Tanrıça’ hazretlerinin
mucizesi sayesinde yeni bir kol bitmiş. Bundan böyle, bir diğer grup –genç dahi
Stephen Klose’un ekibi– durumu keşfetmek için yola çıkacak sanırım. Yüksek
seviyeden bir ekibi yok eden bir Cisimsiz Mahluk söz konusu ise, o canavar hakkında
bilgi toplamak lazım.”
Ah,
okulumuzun iftihar kaynağı dahimiz de onlarla demek ki… ‘Halif Birlikleri’nin seçkin üyeleri arasında bile gelecek vaadeden bir
genç olarak görülüyordu, herif.
“Ama,
herşeye rağmen Beş Kutsal Kilise’nin güçleri arasında ‘Gök’ün üstün konumu
sarsılmış değil. Labirent araştırmaları ve Kutsal Emanet toplamaya gelince
‘Göklerin Halifleri’nin başarı kaydı, diğer üç birliğin, elbette şimdilik boş
duran ‘Ay’ birliğinin de üstündedir. Büyük bir değişiklik olmadı yani.”
“Şimdilik
bundan fazlasını söyleyemem…” diye ilave edip ağzını kapattı rahip. Yuuki
teşekkür edip kiliseden çıktı.
“Beş
Kaidenin taçrıçaları ele ele verip kenti muhafaza ederler.” derdi Beş Kutsal
Kilise’nin öğretisi. Ancak, tanrıçalara bağlı sayılan araştırıcı ekipleri, yani
‘Halif Birlikleri’ arasında rekabet duygusu çok şiddetliydi. Bu rekabetin
etkisi, Kutsal Emanet alınıp satılan kent pazarına da uzanıyordu. Mesela, güçlü
bir Halif Birliği ile büyük meblağlı alışveriş yapan tüccarlar birbirleri ile
fiyat düşürme savaşına girişirdi. Falanca Halif Birliği şu fiyata Kutsal Emanet
almış diye bir söz yayıldı mıydı, ona rakip Halif Birlikleri daha iyi fiyat
teklif etmeye başlardı.
Halif
Birliklerinin ne yaptığını bilmek her zaman faydalıydı, Yuuki normalde de hep onlara
dair sözlere kulaklarını dört açardı. Ama şimdi, Kilise’ye dedikodu dinlemeye
gitmesindeki amaç başka türlüydü.
“Bir
ekibin ölü vermesini saymazsak, ‘Halif Birlikleri’nde göze batan bir telaş yok.
Demek ki beş kutsal mabedin hiçbirinde değişen bir şey yok…”
Bu,
Beş Kaidenin tanrıçalarının yerli yerinde, sıhhat ve afiyette olduğunu
gösterirdi. Lakin, Tina’nın tanrıçalara has kabiliyetlere sahip olduğu da
şüphesizdi. Öyleyse bu kız, neyin nesi oluyordu? Şimdi edindiği bilgiden yola
çıkarsa, “Birkaç gün önce Labirent’te doğdum” diyen Tina’nın sözleri
inandırıcılık kazanıyordu. Yeni doğmuş bir tanrıça… evvelce bilinmeyen bir
altıncı tanrıça.
“Henüz
kesin bir yargıya varamayız, ama eğer öyle ise…” Mırıl mırıl mırıldanarak
meydana döndü, etrafına bakındı. Tina’yı hiçbir yerde göremedi.
“Hay
şu salak…” Yuuki öfleyerek, kızı aramak üzere hızlı adımlarla yürümeye başladı.
Saat öğleydi, meydan da öğle vaktine yakışacak kadar işlekti. Nereye
gitti acaba? Bir tanrıçanın dikkatini en çok ne çeker? Yiyecek bir şeyin
kokusunu aldı da işportacılara mı takılıp kaldı; yoksa, acaba… diye
düşünüyordu ki, Yuuki ardından gelen bir takım alkış sesleri ve tezahüratlar
işitti. Durakladı ve topuklarının üstünde döndü.
Çok
büyük bir insan kalabalığı gözüne çarptı. Bu… çocuklara yönelik bir kukla
gösterisi değil miydi? Bir adalet savaşçısını sahneye çıkmış, kötü adamları
kılıcıyla biçmek üzereydi galiba.
“Çok
güçlü! Çok güçlü görünüyor! Başrol bu mu?”
“E,
evet, ‘Kar kılıcının kralı’ diyorlar ona.”
“Hmm,
nasıl bir adam peki?”
“Onlarca
yıl önce ‘Tacında Ay Parlayan Tanrıça’ya Silahşor olarak hizmet etmiş, kar gibi
beyaz bir kılıç kullandığı için bu ismi almış. Çooook güçlü, ama çok da asil
gönüllü, zayıflara karşı merhametli, tehlike ne kadar büyük olursa olsun
adaletten asla ödün vermeyen…”
Tina’yı,
kafasının ardından tanıdı. Yanındaki bir kıza kukla tiyatrosunu
açıklattırıyordu. “A, bu bizim öğrencilerden biri yahu.” Yuuki hemen o tarafa
doğru yürüdü.
“Ama
abla, doğrusu senin Kar Kılıcı’nın hikayesini bilmemen çok tuhaf.”
“Ya,
çünkü birkaç gün önce doğdum ben.”
“Birkaç
gün önce mi?”
“Öyle.
Labirentte… aay!” Sözü, Yuuki kafasını yumruğuyla tak diye dürtünce yarım
kaldı.
“A–aaa.
Yuuki öğretmenim?”
“Çırağım
sana sıkıntı çıkardıysa kusura bakma, Kaiya. Sana bekle demedim mi ben? Yürü,
gidiyoruz.”
“E,
en azından birazcık daha…”
Yuuki,
itirazlarına kulak asmadan Tina’yı kolundan çeke çeke götürdü. Kızın elini,
ancak kukla tiyatrosunun etrafında halka olmuş seyircilerden sıyrıldıkları
zaman bıraktı.
“Halbuki
ne kadar ilginç bir gösteriydi…”
“………”
“Neye
sinirlendin, Efendi? Tanrıçayım diye bir söz ağzımızdan çıkmadı ki.”
“Pekiyi Ben
birkaç gün önce doğdum gibi acayip şeyler söylersen, her tür şüpheyi
üstüne çekmez misin?”
“Eeeeee…”
“Normal
insanlar, doğumlarından sonraki günlerde bebektirler. Bu kadarından olsun
haberin vardır ya? Ağzından aptalca laflar kaçırma! Ayaklı bir risk faktörü
olduğunu anla artık. Düş önüme, gidiyoruz.”
“………”
Tina
hiçbir şey söylemedi. Yuuki, sinirini atmak için derin bir of çekip, yürümeye
koyuldu. Birden giysisinin kolu, yeninden çekiştirildi.
“Be,
bizi terk etmek istiyorsun artık, öyle değil mi?” Tina gülümsüyordu. Ama
kendini çok zorlayarak gülümsediği için, çehresi büsbütün acı bir ifade
almıştı.
“Ne?”
“A,
anlıyoruz. Tanrıça Tina’ya yardım etmek, alelade bir insan için fazlasıyla ağır
bir yük. Ka, kaçıp kurtulmak istemen doğaldır.” Yuuki, kolunu tutan elin
titrediğini duyumsuyordu. Ağzıyla başka türlü konuşsa da, Tina çok ama çok
korkuyordu.
“Ö,
önemli değil. Tina, merhameti bol bir tanrıçadır. İnananı, yükünün ağırlığına
dayanamayıp pes etse bile. Sen kaçsan da, biz seni kınamayız.”
“………”
Yuuki,
bir süre söyleyecek söz bulamadı. “Ah, demek öyle.” Biraz anlıyordu artık. Her
ne kadar gösterişli davransa da, bu kız herhalde ta en başından beri
korkuyordu. Doğalı henüz birkaç gün geçse de, kalbi bir bebeğin kalbi değildi.
Yalnızlığın acısını ve zorluğunu yeteri kadar idrak edecek bir durumdaydı: Tek
başına, tanımadığı bir dünyaya fırlatılıvermişti. “İnananımız” ve “Efendi” gibi
sözcükleri kullanmakta bu kadar inat ederek, başkalarıyla olan ilişkilerini bu
şekilde tanımlıyordu. İnsanlarla –daha doğru Yuuki ile– kurduğu bağda biraz
olsun güven hissi, korkularını gömüp kurtulacağı bir yer arıyordu. Yuuki derin
bir nefes çekip ağzını açtı:
“Kusura
bakma, fazla sert konuştum.”
Tina,
bu sözcüğü hiç beklemiyormuş gibi, nemlenmiş gözlerini kırpıştırdı.
“Tüccarlar
yaptıkları anlaşmalara büyük önem verirler. O yüzden kimseyi yol ortasında
bırakmayız. Eh, kontratımız geçerli olduğu sürece bana ‘İnanan’ da
diyebilirsin. Ama unutma sakın: Sadece inananın değil, Efendin de benim. Bu
sebeple… ağzımdan çıkan her lafa kesinkes itaat edeceksin. Tıpkı inananına
cevap veren iyi bir tanrıça gibi. Anlaşıldı mı?”
“Hı
– hı!”
Demin
ağladı ağlayacak gibi görünen Tina’nın ifadesi şimdi aydınlanıvermişti.
Gözlerini hışır hışır oğuşturdu, duygularına hakim olamadığını açık eden bir
ses tonuyla ilan etti: “Tina iyi bir tanrıça olacak! Efendinin sözünü
dinleyecek! O her ne derse desin!”
“İyi,
öyleyse bu mevzu burada kapanmış demektir.”
Yuuki,
Tina’nın başını okşadı. Kız, gıdıklanmış gibi gözlerini kıstı. “Kukla tiyatrosu
hep oynatılır buralarda. Daha sonra seyretmeye gelebilirsin. Haydi, dönelim
artık.”
Tina,
Yuuki’nin yenini tuta tuta, uslu uslu onun yanında yürüdü. “Şey, Efendi…”
“Ne
oldu?”
“Çok...
ünlü müdür? Deminki kukla tiyatrosunun hikayesi…”
“Öyledir
ya. ‘Kar Kılıcı ve Karanlık İblis’in Hikayesi’ diyorlar ona. Çok popüler
bir oyun. İlgin varsa, Franca’ya filan rica edersin seni seyretmeye götürürler.
Franca da çok severdi böyle şeyleri.” Hafıza kaybı diye bir hikaye uydurmuştu
nasılsa, Tina Franca’ya tuhaf sorular sorsa da kuşkusunu uyandırmazdı.
Silahşorlerin
ve tanrıçaların, ayrıca efsaneleşmiş araştırıcıların serüvenleri, sık sık
tiyatro oyunlarının ve hikaye kitaplarının melzemesi olurdu. Kilise, halkın
bilinç düzeyi yükselsin diye, bu tür sanat eserlerini desteklemeye bütçe
ayırır; onların daha geniş kitleye ulaşmasını sağlardı. Kukla tiyatrosu da
kentin şurasında burasında sahneleniyordu, isteyen hangi gün olsa kuklaları
izleme fırsatı bulabilirdi. Ağzından: ‘Ben biliyorum, olaylar aslında öyle
olmamıştı’ diye bir laf kaçırmadığı sürece, tiyatro izlemenin Tina’ya da
faydası dokunurdu.
“Efendi…
bizimle beraber izlemeye gelmeyecek misin?”
“Ben
mi… eee, pek ilgimi çekmez öyle şeyler.”
“Demek
öyle…” Tina böyle dedi ve üzgün üzgün gülümsedi.
* *
*
Ondan
sonraki birkaç gün hiçbir fevkaladelik yaşanmadan geçti. Yuuki ile Tina’nın
araları her geçen gün biraz daha iyileşiyordu. O günlerde yaşanan bir olay,
Tina’yı daha dikkatli ve uslu yapmıştı.
“Esasında,
mantarlar yetişmek için nem ve gölge ister.” Yuuki, bir dağ yolunda yürürken
bir yandan da Tina’ya bir şeyler öğretiyordu. “Zehirli olanları, şifalı
olanları, yenilebilenleri, türlü türlü çeşitlerini, bakarak ayırt etmek hayli
güçtür. Mantarlar o yüzden para ederler zaten. Herhalde, şifalı otları ve
meyvesi yenen ağaçları öğrenmen daha kolay olacak; o yüzden önce… ne oldu?”
Zorlanarak
da olsa peşisıra yürüyerek gelen Tina, nihayet kuvveti bitmiş olacak ki toprağa
çöküp kalmıştı. “Tü.. tüc.. car… lar…” Söylediği sözcükleri, derin derin aldığı
nefeslerin arasına sıkışıtırıyordu. “Da… dağlara… tır… manır mı?”
“Dağlara
tırmanmak ille de şart mı diye mi soruyorsun? Eh, normalde gerekli değildir.
Fakat benim dükkanımda, biraz ayak oynatıp kendi malını kendin bulmak prensibi
işler. Haydi, biraz gayret göster bakayım.”
Dükkanda
sadece pahalı Kutsal Emanetler değil, araştırıcılık için lazım gelen tüketim
malzemeleri de satardı. Hatta, satış rakamlarına bakılırsa esas gelir kaynağı o
tür mallar sayılırdı. En çok talep de, kanama durdurucu ilaç, sargı bezi
türünden şeylere idi. Araştırıcı ekiplerine genellikle şifa büyüsünden anlayan
birisi eşlik ederdi; ama Tanrıların İncisi israf olmasın diye hafif yaralara
ilk yardım çoklukla ilaç ve bandaj ile yapılırdı. Satılacak şifalı otları, ilaç
hammaddelerini Yuuki bizzat toplardı; masraflarını böylece asgariye indirir,
dolayısıyla kârını da bollaştırırdı.
Şifalı
otlar ilminin temellerini öğreteyim, diye Tina’yı da dağa getirmişti ama…
görünüşe göre kızın beden kuvveti buraya kadardı.
“Madem
öyle… biraz mola verelim!”
Yuuki
böyle der demez, Tina cevap bile vermeden matarasını ağzına götürdü. Akranı
gibi göründüğü kızlarla kıyaslanırsa epeyce narindi anlaşılan. “Eh, kim olsa
alışmadığı bir işe başlayınca çabuk yorulur. İlk başlarda bilgisi de yaptığı
işe yetişmez. Tabii bir şey bu. Acelemiz yok. Dinlene dinlene gidelim.”
Soluğu
nihayet yatışmış olacak ki, Tina oturduğu yerden konuşmaya başladı:
“Efendi
de, ilk başta böyle mi olmuştu?”
“Hiç
olmazsa fiziksel kuvvetim biraz vardı. Ama bitkiler hakkında zırnık kadar
bilgim yoktu. Ustamdan epey tokat yemiştim.”
“Usta
mı?”
“Tabelada
‘Boris’in Dükkanı’ yazıyor ya… eskiden, Boris diye bir amca bakıyordu dükkana.
Kimi kimsesi olmayan bir serseriyken bu dağlarda yığılıp kaldığım gün beni,
şifalı otlar toplamaya çıkmış Boris amca kurtardı.”
Üzerinden
beş yıl kadar geçmişti. O gün adam, yaşına hiç uymayan bir kuvvet gösterisi
yapıp Yuuki’yi sırtlanmış, dükkana kadar getirmişti.
“O
günden sonra ben onun çalışanı oldum, dükkanda iş güç öğrendim. Acayip katı bir
ihtiyardı, bana ikide bir bağırıp çağırırdı ya… gene de minnet duyuyorum ona.”
İhtiyar bir bakıma, doğru dürüst ve insan gibi nasıl yaşanacağını kafasına vura
vura belletmişti.
“O
adam, şimdi ne…”
“Vefat
etti, iki yıl önce.” Muhtemelen, beynindeki damarlardan birinde araz(belirti)
çıkmıştı. Günün birinde apansızca, kusarak baygınlık geçirmiş, bir daha da
gözlerini açmamıştı. Birkaç gün sonra da soluğu durmuştu. Acı çekmemiş, ölüm
korkusuna maruz kalmamıştı; herhalde iyi talih denebilirdi buna.
“Dükkanla
stoktaki mallar bana miras kaldı. Ne var ki, hiç de ihtiyar kadar iyi iş
yapamıyorum. Boyum uzadı gövdem büyüdü ama, büyük tüccar olamadım daha. Bu
alemde daha acemi sayılırım.”
“Anlaşıldı.
Demek ki insanlar bu şekilde, yarattıkları şeyleri miras alıyorlar.”
Tina
yüzünde uysal bir ifadeyle bir şeyler mırıldandı. İki üç kez derin nefes alıp
verdi, sıçrayıp ayağa kalktı. “Haydi bakalım, Efendi. Tina artık dinlendi.
Bugün zirveye kadar gidecektik değil mi? Bir an evvel yola koyulalım.”
“Eh,
buna itirazım yok ama…”
“Hııı?”
Tina ayakta sallanıyordu. Aşağıdaki bataklığa dosdoğru inen bir bayırın
yanındaydılar. Tina minyon gövdesiyle o yana yalpaladı, adımını bomboş havaya
doğru attı –gövdesi boşluğa gitti gidecekti. Fakat düşmedi.
“Birden
kalkarsan gözün kararır tabii.”
“A!”
Yuuki,
sol eliyle Tina’yı belinden kavramıştı. Düşmek üzereyken kolunu dolayıp kızı
yakalamıştı. Durdukları yer güvenli değildi ama, Yuuki denge duygusunun
keskinliği sayesinde kendi ağırlığını da kızınkini de tartabilmişti.
“Nefesin
ve nabzın düzene otursa da, vücudunun harcadığı enerji öyle kolay kolay geri
dönmez. Sırf kendini iyi hissettin diye kendine fazla güvenme. Bu hem dağda
yürürken, hem de Labirent’i araştırırken geçerli temel bir kuraldır.”
“Di–
Dikkat ederim.” Tina, yanakları biraz kızararak devam etti: “A, ama düşsek bile
Kutsal Kalkanımız var, o yüzden yara almayız ki! Tina bir tanrıça sonuçta!”
“Bu
bayırı çıkacak kadar kuvvetin var mı da konuşuyorsun?”
“Ö–
öyle olsa bile…”
Tina
aşağılarda, çok aşağılardaki manzaraya gözlerini dikti ve üzerine bir ürperti
geldi.
“He–her
neyse tırmanmaya devam edelim, Efendi! Bu– burası yüksek ve ür– ürkütücü…”
“Daha
yükseğe çıkmasak bile göstereceğim şeyi buradan görebiliriz belki. Ah, işte
şura!” diye Yuuki, Tina’nın sözünü kesip uzaklara baktı.
Ufuk
çizgisi görünüyordu. Ve gökyüzü ile yerin arasında, kara bir sisi andıran bir
şeyler kımıl kımıl hareket ediyordu.
“Büyük
Yutan…”
“Ne
olduğunu biliyormuşsun.”
“Hı–hı.
Önüne çıkanı yuta yuta ilerlemeyi sürdüren bilinçsiz bir hiçlik. Sihirli bir
engel çekip onu Kemirme yapmaktan alıkoymak, Tina gibi tanrıçaların
görevlerinden biri.”
Solitus
kentinin ve kent civarında tarım yapan köylerin toplam nüfusu, kabaca iki yüz
bindi. Doğuda ve kuzeyde dağlar, güneyde ova vardı; batıda ise, nehir boyunca
giderseniz, denize varırdınız. Her yandan, kent merkezine gitmek yürüyerek üç
gün kadar sürerdi. Ve yer altında, dibi var mıdır bilinmez Büyük Labirent
uzanıyordu.
Dünyanın
tamamı, bu kadardı işte.
Bunun
dışında, geriye tek kum tanesi bile kalmadan her şey, “Büyük Yutan” tarafından
yutulmuştu. Efsaneler öyle söylüyordu. Tanrıçalar şehri koruyordu, kelimenin
tam anlamıyla: Onların kurduğu savunma engeli sayesinde, Büyük Yutan’ın
ilerleyişi önleniyordu.
Araştırıcıların,
bilhassa “Halif Birlikleri”nin başlıca mevcudiyet sebebi de buydu. Onlara
Kutsal Emanet adanmasaydı tanrıçalar Kutsal Güç elde edemez, zamanla mucize
gösteremez hale düşerlerdi ve engelin devamlılığını da sağlayamazlardı.
İlaveten, bu kuşatılmış bölgede yiyecek üretmek gitgide zorlaşır, doğal
felaketler ve bulaşıcı hastalık salgınları hızla insanları mahvoluşa götürürdü.
Bunu mucizelerin gücü ile engellemek, yaşam alanına istikrar getirmek de
tanrıçaların göreviydi. Tabii ki bunun için de Kutsal Güç, yani Kutsal
Emanetler gerekliydi.
Mucizelerde
kullanılıp tüketilen Kutsal Gücün, tekrar Kutsal Emanet biçimine bürünüp
Labirent’e döndüğü söylenirdi. Bu gerçek miydi, değil miydi kesin bilmenin yolu
yoktu; ama araştırıcılar yıllardır var güçleriyle topladıkları halde
Labirent’in Kutsal Emanetleri tükenme belirtisi göstermiyordu.
“Ve
tanrıça, bir gün gelecek Büyük Labirent’in ucundaki yeni bir dünyaya, siz
insanoğullarını götürecek.” diye mırıldandı Tina.
Ağır
ağır yokolan bu kapalı dünyadan kaçmak. Efsaneye göre Labirent’in tam ortasına
ulaşılabilse, bu kaçış mümkün olabilirdi. Yani, Labirent’in kendisi bir yerlere
açılan bir nevi kapıydı. ‘Bab–ı Ali’ diye adlandırılması da bundan ötürüydü.
Araştırıcıların
gayreti, insanlığın ölüm kalım meselesi adına idi.
“Tina
herkesi kurtarmak zorunda. Tanrıçalar bunun için var.”
“Eh,
Kutsal Gücün sıfırsa bir şey yapamazsın.”
“Hı–hım.”
Yuuki,
kızın hafif gövdesini çekti, Tina’yı bayırın üstündeki dağ yoluna geri getirdi.
“Önce
iş yapmayı öğreneceksin. Dükkanın kâr elde etmesine katkı sağlarsan, sana
Kutsal Emanet veririm. O yüzden… azimle para kazanmaya bak!”
“Vücudumun
gücü tükendi de, geri gelmesini bekliyorum. Mühim bir şey değil.”
Tina’dan
cevap alınca, yüzü rahatlamayla endişelenmek arası bir ifadede kalakalan Franca
dükkana adım attı.
“Bu
sabah şifalı ot toplamaya dağa çıktı da, çok yoruldu. Tina, işinden vazgeçip
pes ediyor musun? İstersen seni biraz dinlendiririm.”
“Ayyy!”
Yuuki’nin sesini duyunca, Tina içinden kuvvetin son damlasını sıkıp
çıkarmışçasına ayaklanıverdi. “Daha değil! Haydi bakalım Efendi, bana emir ver
bakalım!”
“Aferin,
aferin. Madem öyle, ışıktaşlarını depodan çıkar da dükkan önündeki tezgahlara
diz bakalım. O bitince mola verebilirsin.”
Franca,
patır patır dükkanın içine koşturup gözden yiten Tina’nın ardından bakarak
ağzını açtı:
“Ne-,
nedense çok gayretli değil mi, küçük Tina?”
“Bu
da iyi bir şeydir, değil mi? Araştırma yapmaktan mı dönüyorsun?” Tina’nın
sırtında dolanıp kangal yapılmış halat ve bir de çanta vardı. Vakit neredeyse
akşam olacaktı. Bu saatlerde araştırıcıların çoğu evine dönüş yolunu tutardı.
Bu bir kural değildi ama dükkanların açık olduğu saatler düşünülürse, biraz
zaman da aileye beraber geçirilmeye ayrılır ise; çalışmaya en uygun saatler,
her meslekte olduğu gibi, gün batımına kadarkilerdi.
“Evet,
her ne kadar bugün pek bir sonuç alamamış olsam da.” Franca acı acı gülümsedi.
“Alfredo usta: Sen git ben de biraz sonra ardından gelirim, dedi. Şey…
bugünlerde Talim Okulu’nda gözükmüyorsun da, sebebi Tina’yla beraber çalışmanız
mı?”
“Öyle
ya. İşi öğretmem şart, o yüzden yardımcı öğretmenlik işinden de birkaç güç izin
aldım.” Talim Okulunundaki eğitimine gelince, devamsızlık ettiğini söylemeye
bile lüzum yoktu. Gerçi, normalde de hep devamsızlık yapıyordu ya... “Yoksa
bana yine öğle yemeği mi hazırladın? ”
“Ha–
hayır!” dedi Franca, yüzü bir anda kızararak. “He –hem o benim öylesine
yaptığım bir şey, o yüzden üzülmeyin lütfen! ”
“Tam
düşündüğüm gibi, okula benim için yemek getirmişsin. Benim yüzümden boşa gitti,
affet. Ama, bir süre Talim Okulu’na uğrayamayacak gibiyim.” Tina’yı bir başına
bırakıp okula gitse içi rahat etmezdi, kız bir tüccar çırağı olarak hiç değilse
kendi rızkını kazanacak kadar iş öğrensin istiyordu.
“Şey,
başı sıkıntıdaki bir çocuğua yardım etmekle, çok harika bir şey yapıyorsunuz
Bay Yuuki. Tıpkı bana yardım ettiğiniz gibi. Ancak, bu sizin için de çok güç
oluyordur...” Franca başını öne eğdi, sonra kesin bir karara varmış gibi yüzünü
kaldırdı. “Şe, şey… belki burnumu sokuyorum ama, be –ben de yardım etsem. Tina
ve Bay Yuuki için de yemek yapsam, hiç olmazsa çorbada bir tuzum…”
Daha
bu cümle bitemeden, dükkanın kapısı açıldı:
“Hey,
görüşmeyeli uzun süre oldu.”
Dükkana
giren kişi bir erkekti. Yaşı, otuzlarının ilk yarısındaydı. Sağ kalçasında uzun
bir kılıç asılıydı. Boyu uzundu, bünyesi biraz fazlaca uzun ve inceydi. Sevecen
bir yüzü vardı, adeta kalbinde hiç hırs yokmuş bir hava yayıyordu.
Alfredo.
Üçüncü seviyeden bir araştırıcı. Savaşçı. Ayrıca, Labirent araştırmalarında
Franca’nın ustasıydı.
“Hoş
geldin, amca.”
“İşler
tıkırında mı bari? İyice çalışıp güzelce kazanıyor musun? Franca, halinde bir
tuhaflık var senin…”
“Hayır,
yok bir şey.” diye, nedense omuzları düşmüş olan Franca cevap verdi.
“Bir
şey mi almaya geldin? Yoksa göz okşayan bir Kutsal Emanet mi bulup getirdin?”
“Yok,
bir şeyler bulmakta şansımız yaver gitmedi bu aralar. Şimdilik, biraz daha
ışıktaşı almak için geldik.”
“Işıktaşıysa,
getirsin diye içeriye birini yolladım. Biraz bekleyin.”
“Tamam,
tamam. Ama, şaka bir yana, işleri çok büyütemedin be. İhtiyar Boris sağ olaydı,
bir güzel bağırırdı sana, değil mi?” Eskiden beri huyu böyleydi, lafını hiç
esirgemezdi zaten. Alfredo, hiçbir ekibe bağlı olmadan serbestçe çalışan bir
araştırıcıydı. Çok deneyimliydi, ama normalde Labirent’in çok derin
katmanlarına inmezdi. Bir çırpıda zengin olmayı hedeflemezdi, sadece geçinmek
için araştırıcılık ettiğini söylerdi.
İnsan,
Talim Okulu’nda verilen temel bilgi ve becerileri öğrense dahi gerçek savaşı
Labirent dışında göremezdi. Tecrübesi az araştırıcıların, ağabey ve ablaları
ile beraber sefere gitmesi usüldendi. ‘Öğretmek’ işinde uzmanlaşmış
araştırıcıların sayısı hiç de az değildi.
Alfredo
bunlardan biriydi işte. ‘Halif Birliği’ üyeleri kadar şöhretli birisi değildi,
ama rahmetli Boris ona yürekten güvenirdi.
Franca,
Talim Okulu’ndaki arkadaşlarıyla bir ekip kurmuştu, ama Alfredo’dan eğitim
almaya da ayrıca zaman ayırıyordu. Ustasının deyişiyle: “Yeteneği de var, ama
en önemlisi yükselme azmi…” idi.
Tina,
dükkanın içinden göründü. Işıktaşının tahta kasası öyle çok ağır değildi; ama
kızcağız, kuvvetsizliğinden olacak, adımlarını dengesizce atıyordu.
“Ay!”
“Dikkat
et!” Dengesini yitireyazan Tina’ya, Franca atılıp destek oldu. Paldır küldür
düşmesine ramak kalan Tina, neler olduğunu anlayamamış, suratında şaşkın bir
ifadeyle kalakalmıştı.
“Tina,
teşekkür et.”
“Te–teşekkür
ederim, şey, Franca.”
“Bir
şey değil.”, diye gülümsedi Franca.
Bu manzarayı
seyrederek: “Küçük Tina bu mu? Vay, evinde bir güzel kızı daha misafir
ediyorsun demek.” dedi Alfredo.
“Amca,
sen böyle söyleyince, insanın burnuna bir yerlerden günah kokusu geliyor.”
“Ben
etine dolgun, yetişkin kadınları tercih ederim. Zaten karım da var…”
“Evli
olduğunu bilmiyordum. Yoksa çocuğun da mı var?”
“Yok,
henüz kısmet olmadı o. Neyse, bu kızın öyküsünü işitmişliğim var. Hafızasını mı
kaybetmiş nedir, sen de ona bakıyormuşsun.”
“Ne?
Yo, Tina hafızasını filan…” Kız cümlenin tam burasında, Yuuki’nin ona nasıl
baktığının farkına vardı. “Eee, yanlış oldu. Kaybettik, kaybettik, hı–hı.”
Yuuki,
kıza daha fazla sual sormasınlar diye sözü çevirdi: “Dükkanda biri daha çalışsa
fena olmaz diye düşündüm, ona yatacak bir yer de verdim. Hepsi bu. Sadece
kâr–zarar hesabına göre vardığımız bir sonuç bu. Biraz tuhaf bir tip ama,
kimseye zararı dokunmuyor sonuçta, onu hoşgör amca.”
“Elbette.
Ben, araştırıcı Alfredo’yum. Tanıştığımıza memnun oldum, küçük çırak.”
“Hı–hı,
biz de çok memnun olduk, Alfredo!”
Tina’ya
gülümsedikten sonra, Alfredo bakışlarını Yuuki’ye çevirdi. “Bu demektir ki, bu
kız dükkan emanet edilecek duruma gelince, sen de tüm zamanını araştırıcılığa
ayırabileceksin.”
“Öyle
bir şey yok, ben her şeyden önce araştırıcı değil tüccarım çünkü. Bazen
Labirent’e iniyorum ama onu da ticaret için yapıyorum.”
“Gerekli
özelliklere sahipsin, neden bizim ekibe katılmıyorsun? İleri kanatta bir
adamımız daha olursa işimiz çok kolaylaşır. Hem Franca da sevinir buna.”
Adam,
arada sırada Yuuki’ye şevk vermeye çalışırdı böyle. Söylediklerinin ne
kadarında ciddiydi, o kadarını Yuuki bilemiyordu. “Bir destek elemanına kılıç
salla mı diyorsun, amca?”
“Bak
şimdi, herhalde kılıç savurmayı hiç bilmem demeyeceksin bana. Gençsin, gücün
kuvvetin yerinde.” Alfredo neşeyle gülümseyerek, alıcı gözle süzercesine
Yuuki’ye bakıyordu. Karıncayı bile incitmez orta yaşlı bir adama benzese de…
böyle baktığı zaman gülümseyişinde hep insanı tedirgin eden bir şeyler olurdu.
“Bu
arada. Geçen gün Kutsal Emanet aramış da bir tane bile bulamamışsınız. Bugün de
eliniz boş dönmüşsünüz anlaşılan. Beni gruba çekmeye çalışmadan evvel,
burnunuzun önündeki neticeye bir baksanız nasıl olur?”
“Ah,
evet, o dediğin acil bir sorun.” Alfredo’nun suratı durgunlaşmıştı. “Son
zamanlarda ‘Halif Birlikleri’nin, hele de ‘Göklerin Halifleri’ tayfasının
gözünü kan bürümüş sanki. Halleri beni rahatsız ettiği için aşağıda fazla
kalmayıp dönmeye karar verdim. Dertleri ne acaba?”
“Haa,
yeni tür bir Cisimsiz Mahluk’un saldırısına uğrayıp kayıp vermişler diye
duydum.”
“Demek
buymuş, tabii öyle olduysa iş ciddiye binmiştir. O tarafın adamları, en çok
şereflerine leke sürülmesinden nefret ederler. Eh, bizim gibi hiçbir yere ait
olmayanları ilgilendiren bir mevzu değil gerçi.”
Franca
ve Tina, ışıktaşlarını beraberce tezgahtaki kutuya diziyorlardı. “Işıktaşları
şuradaymış… bu arada, yedek silah diye taşıdığım hançer çatladı. Yanlış
hatırlamıyorsam, sende üçüncü düzey Kutsal Emanet’ten sayılan iyi bir hançer
yok muydu? Şu gümüş rengi olan. Onu çıkarsan da bir baksam diyordum.”
“Ah,
kusura bakma. Onu sattım gitti.” Aslında, ‘tükettim gitti’ dese daha doğru
olurdu. Bahis konusu olan, geçen gün Tina’nın gücünü denemek için kullandığı
hançerdi.
“Demek
öyle, yazık olmuş. Burayı pek bilinmeyen bir dükkan sanıyordum, iyi malı
görünce tanıyan araştırıcıların sayısı mı arttı nedir?”
“Keşke
öyle olsaydı…”
Müşteriler
dükkanlardan ziyade insanlara sadıktır. İhtiyar Boris amca ölünce, bu dükkanın
satışları da pat diye düşmüştü. Yuuki ne yaparsa yapsın, Boris’ten arta kalan
boşluğu dolduracak kadar çok müşteri kazanamamıştı. Dükkan işletmeciliğine,
yaşının da deneyiminin de yetişmediği apaçık ortadaydı.
Neyse
ki Alfredo gibi, Boris zamanından beri müdavim olan müşteriler vardı; paçayı
biraz da o sayede yırtabiliyordu. Yuuki bu durum karşısında hem şükran duyuyor,
hem de kendi değersizliğine gıcık oluyordu. Bu rahatsız edici düşünceleri
aklından savıp:
“Şimdilik,
depoda başka bir hançerim var, bakmak ister misin?” demişti ki, dükkanın kapısı
açılıverdi.
“Selamlar
olsun.”
Bu sözle
birlikte, içeriye bir araştırıcı ekibi dalıverdi. Toplam beş kişiydiler.
Zırhlarındaki amblem Yuuki’nin gözüne çarptı: Gökyüzünün Tanrıçasına hizmet
eden kişilerdi bunlar –‘Göklerin Halif Birliği’.
Başlarındaki
herif tanıdıktı: Stephan Klose. Yuuki kaşlarını çattı. O oğlanı gördüğü anda,
Franca suratına sert bir ifade vermişti. Stephan ise kıza şöyle bir bakıp
geçti, doğrudan Alfredo’ya doğru yürüdü:
“Görüşmeyeli
uzun zaman oldu.” Sesinde hiç duygu yoktu.
“Öyle,
Stephan.” Alfredo, yüzünde belli belirsiz bir rahatsızlık ifadesiyle karşılık
verdi. Herhalde ikisi önceden tanışıyorlardı.
“Bu
dükkana girdiğinizi gördüm de… sizinle biraz konuşabilir miyiz?”
Konuşmayı
hiç istemediği belli olsa da, Alfredo iç çekip: “Olur ama kısa keselim.” diye
cevap verdi. İkisi, dükkanın bir köşesinde bir şeyler konuşmaya başladılar.
“Franca,
bir sorun mu var?” Tina donup kalmış gibi duran Franca’ya seslendi. Franca
derhal her zamanki güleryüzüne geri dönerek:
“Yo,
bir şey yok.” diye cevap verdi. “Bu kadar ışıktaşı yeter, değil mi? Haydi geri
kalanları depoya geri götürelim.” İki kız elbirliği edip ışıktaşlarını
toparlamaya başladılar.
Halif
Birliği’nin Stephan dışındaki dört üyesi, can sıkıntısı çekermiş gibi dükkanın
içinde gezinmeye, mallara göz atmaya başladı. Pek de alışveriş yapmaya niyetli
gibi değillerdi. Gerçi raflarda yüksek sınıftan araştırıcıların gözüne girecek
kalitede mal da yoktu ya. Yuuki:
‘Keşke
bir an evvel çekip gitseler şuradan…’ diye, içinden söyleniyordu ki…
“AAA!”
Tina,
birdenbire ayağa fırlayıp bağırıverdi. Hemen ‘Halif Birliği’nin adamlarına
yaklaşıp, aralarından birini parmağıyla dürttü: “Seni hatırlıyoruz!
Kurtardığımız halde Tina’yı bırakıp kaçtın. Kalpsizliğin de bir sınırı olmalı!”
Adam
yirmili yaşlarının ortalarındaydı, ters bir tipe benziyordu. Ekipmanına
bakılırsa, bir savaşçı olmalıydı. Parmakla dürtülünce bir an afallasa da, hemen
kendini toplayıp tersledi:
“Durup
dururken ne diyorsun, velet? Hiç karşılaşmadık ki seni…”
“Hayır!
Tina hatırlıyor! O Labirent’te –mmgh!”
Yuuki
atılıp gelmiş, Tina’nın ağzını kapamıştı. Debelenen kızı zaptetmeye çalışarak,
kibarca gülümsedi: “Ah, özür dilerim. Bu kızımızın biraz hayalcilik huyu var
da, ara sıra önüne gelene atlıyor böyle.” Böyle diyerek geri geri adım attı.
“Senin
dükkanın çırağı mı bu? İyice azarla da aklı başına gelsin. Ne boktan yermiş
burası!” Adam, asabı bozuk bir tavırla damağını şaklattı, yakındaki bir duvarı
tekmeledi.
Vaziyetin
böylece yatıştığını sanan Yuuki tam rahat bir nefes almıştı ki, adamların
arasından yangına yağ döken birisi çıktı:
“Neydi
bu şimdi? Berthold, ne yaptın bu bebeye, poposunu falan mı elledin? Senin boy
ölçüne de tam böyle bir kız yakışır zaten. Kıçını dönüp kaçmazsan için rahat
etmiyor herhalde, aciz köpek seni.”
Disiplinli
bir ekip görüntüsüne hiç uymayan bu bayağı, alaycı ses bronz tenli, sırtında
kocaman kılıç asılı bir erkekten geliyordu. Alay edilen adam –görünüşe göre adı
Berthold’du– öfkeli bir suratla elini belindeki kılıca attı.
“Beni
adam yerine koymuyorsun galiba, Jahar.”
“Diyelim
ki koymuyorum. Ne yaparsın?” Jahar denilen adam aşağılarcasına dudak büktü.
“Hey,
bir dakika, beyler –” Yapmayın şunu, diye düşündü Yuuki, içinden
ağlamak geliyordu. Eğer burada ölümüne bir döğüş yapılırsa, kesinkes dükkanın
altı üstüne gelirdi.
Tam
o esnada, kulakları yırtan bir ses işitildi. Gümüş rengi bir ışın, Berthold ile
Jahar’ın arasından geçti, duvarda ufak bir delik açtı.
“Siz
ikiniz, böyle çirkin hareketleri ıssız yerlere saklayın. ‘Göklerin
Halifleri’nin hepsine utanç getiriyorsunuz.”
Hiç
mi hiç sevecen olmayan bir sesle bunları söyleyen, Stephan’dı. Ne ara yaptıysa,
turkuaz rengi mızrağını kavramıştı. Halbuki demin ne elinde mızrak vardı, ne
kalçasında veya sırtında asılı halde bir mızrak taşıyordu. Stephen, her iki
adamının itirazsız boyun eğdiğinden emin olunca, elini şöyle bir salladı. O
böyle yapınca, mızrak sanki eriyip havaya karışıyormuş gibi, geride iz
bırakmaksızın kayboldu.
Bir
lider olarak, vitrine böyle bir tavır koyması doğaldı. Bu ekibin muhtemelen en
genç üyesi olsa da, yaşından beklenmeyecek kesin bir liderlik yeteneği
sergileyebiliyordu.
Stephan,
bakışlarını tekrar Alfredo’ya çevirdi: “Siz de böyle bir yerde boş yere soluk
tüketeceğinize, bizim tarafa dönseniz iyi olur. Bir araştırıcının değeri, ne
sahip olduğu güç ile ne de mazisiyle, yalnızca ve yalnızca başarılarıyla
ölçülür. Acemi araştırıcıların öğretmeni olmak size yakışmaz, böyle bir işten
kazancınız da olmaz… Fikriniz değişirse sizinle çalışmak isterim, Alfredo.”
Stephan
böyle söyledi ve gitmek üzere sırtını döndü.
“Orada
biraz dur bakalım, Halif Birliği!” diye seslendi Yuuki, Stephan’ın sırtına
doğru. Stephan, suratında hiçbir ifade sergilemeden dönüp ona bakınca, Yuuki
konuşmaya devam etti: “Dükkanın duvarında açtığın deliği öylece bırakıp gitmek
var mı?”
“…
Doğru, ayıp etmişim.” dedi Stephan, sıkkın bir tavırla burnundan hıhladıktan
sonra. “Duvarına delik açılmakla, bu binanın değerinin daha da düşebileceği
aklıma gelmemişti.”
Parmağıyla
bir gümüş para fırlattı. Yuuki parayı yakaladı. Stephan ve ekibi, yürüyüp
dükkandan çıktılar.
Acı
bir gülümseme ile, Alfredo sessizliği bozdu: “Özür dilerim, bir sürü hırgür
çıkardılar…”
“Bence
senin bir suçun yok amca. ‘Halif Birlikleri’ni tanıyormuşsun, galiba?”
“Eskiden,
biraz tanırdım.”
Daha
fazla soru sorulsun istemez gibiydi, bu yüzden Yuuki mevzuyu eşelemekten
vazgeçti. Onun yerine, Tina’nın:
“Aaaaaaaaaaaaaaaaa!
Saygısız adamlar!” diye bağıran sesi işitildi. “Efendi de hatalı, Efendi de!
Neden o adamlardan para aldın ki?”
“Alabileceğimi
alırım ben. Prensip meselesi.”
Yuuki
hafifçe omuz silkti. Herifin dediği doğruydu, bu saatten sonra duvarda bir iki
gedik açılsa ne olurdu,açılmasa ne olurdu? Ama başına sorun çıkaran adamlara,
hiçbir şey olmamış gibi eyvallah etmeye de mecbur değildi.
“Yine
de, ‘Halif Birlikleri’ ile mümkün mertebe kavga etmemek en iyisi. Böyle gelmiş
böyle gider…” diye Franca, üzgün üzgün gülümseyerek Tina’yı teselli etti.
Bu
arada… Yuuki, Stephan ve adamları içeri girdiği
an kızın gözlerine yerleşen tuhaf bakışı hatırladı. Şimdi her zamanki haline
dönmüş gibiydi, ama… o deminki hali neyin nesiydi?
“Sen
kızgın değil misin, Franca! Acemi dediler sana!”
“Şey,
seviyemin o insanlarınkinden daha düşük olduğu doğru çünkü…” Franca dördüncü
seviye bir araştırıcıydı. Stephan birinci seviyeydi, diğer tipler herhalde en
azından üçüncü seviyede varlardı. Ayrıca bu kent, ‘Halif Birlikleri’nin
Labirent’ten bulup getirdiği Kutsal Emanetlere bereket hayata tutunuyordu.
Sosyal konum itibarı ile, Stephan gibilerin başları göklerdeydi.
“Eee?
Ne istiyormuş senden, amca?”
“Şu
can kaybına neden olan, malum Cisimsiz Mahluk’un teranesi. Bu konuda bildiğim
bir şey var mı, onu sordu. Ellerinde pek ipucu yokmuş, o yüzden yüksek seviyeli
araştırıcılardan bilgi topluyormuş. Gerçi yaratık, ta altmışıncı kademenin
oralarda bir yerde yaşıyormuş, ama…”
Her
ne kadar canavarı avlamak üzere yola çıksan da düşmanın özelliklerini, saldırı
metodunu vesaire bilmemek büyük hata olurdu. Önceden veri toplamak, standart
bir önlemdi.
“Ben
uzun süredir derin katmanlara inmedim, böyle sorular sorulunca mahcup oluyorum.
Ah, evet –o tayfada Berthold diye biri vardı ya hani? O adam, yok olan ekibin
lideriymiş. Onun tanıklığına göre, o Cisimsiz Mahluk insan şeklindeymiş,
keramete benzeyen ama daha evvel kimsenin görmediği bir saldırı yöntemi
kullanıyormuş.”
“Berthold…”
diye fısıldadı Franca. Alfredo, kaşlarını biraz çatarak kızı süzdü.
“Ah,
özür dilerim. Bir şey yok. Sözünüze devam edin lütfen.”
“Demek
bir şey yok... pekala. Tanığa göre, insan şeklindeki Cisimsiz Mahluk ona kıs
kıs gülmüş. Eğer bu doğruysa canavarın zeka seviyesi çok yüksek olabilir, diye
düşünüyorlar.”
Bugüne
dek, hissettiklerini ifade edecek kadar akıl sahibi bir Cisimsiz Mahluk’a hiç
rastlanmamıştı –en azından resmi olarak. Eğer doğruysa, bu büyük bir keşifti
doğrusu.
“Stephan’ın
ekibine Berthold’u katıp, bu esrarengiz canavarın görüldüğü katmana inmeyi
deneyecekler.” Berthold, şaka yollu ilave etti: “Tabii, o alemde yaşananların
bizimle alakası yok. Üzerinde kafa yorduğumuza değmez.” Gülümsüyordu.
*
“Söyle
bakalım, ne demek oluyordu o deminki hareketlerin?” Alfredo ile Franca
gittikten sonra, Yuuki Tina’yı karşısına almış konuşuyordu. Kızda hala isyan
havası vardı. “O adamla ekibi sana bir şey mi yapmaya kalkıştı?”
“Onu
kurtarmaya çalışıyordu Tina.” Tina surat asa asa anlatmaya başladı.
* *
*
Büyük
bir oda. Bunun merkezinde büyüyen büyük bir ağacın kovuğunda, küçük kız
gözlerini dünyaya açmıştı. Doğal beşiğinden çıktı, çevresine bakındı. Zemine,
duvarlara, bitkilere baktı. Duvarın kenarında taştan yapılma, abideye benzer
bir cisim vardı. Kızın dışında hareket eden hiçbir şey yoktu.
Varolmaya
henüz başlamış küçük kız, gövdesini örten tek kat kumaş dışında hiçbir şeye
sahip değildi. Lakin kendini aciz hissetmiyordu. Kim olduğunun, ne yapması
gerektiğinin bilincindeydi.
Önce,
ilk takipçisi olacak kişiyi, Silahşor’unu çağırmak zorundaydı. Tanrıçalar
başkalarına saldıramazlardı, yani bir korumaya ihtiyaç duyarlardı. Sonra
Solitus şehrine çıkacak, sonra da düşmanlarını yenecekti.
Kız,
gözlerini yavaşça kapattı, içindeki Kutsal Güç’ü odakladı. Çağırma işlemi,
herhalde birkaç dakika içinde bitecekti. Bittiği anda da, kızın mücadelesi
başlamış olacaktı.
Tam
o sırada… kızın konsantrasyonu kesintiye uğradı. Birisinin, tanrıçalara
yalvaran –kurtarılmayı dileyen birinin telaşlı sesini işitmişti. Kızın kararsızlığı
sadece bir an sürdü. Çağırma işini bitirecek zamanı yoktu. Tek başına, sesin
geldiği yere koştu. Sahip olduğu Kutsal Gücün hepsini kullanıp bitirmesi
gerekse de, o adamı mutlaka kurtaracaktı.
Çünkü
o, şehri ve insanları koruyan bir tanrıçaydı.
* *
*
“Tina
hareket edip o yere gittiğinde gördü ki bir Cisimsiz Mahluk, kertenkelemsi bir
yaratık bir sürü insanı öldürmüştü. Bu bizi çok sarstı, gene de; hiç olmazsa
sonuncu insan yaşasın da evine dönebilsin diye elimizden geleni yapmalıyız,
diye düşündük. Kılpayı, Cisimsiz Mahluk’u bir başka boyuta fırlatıp hapsetmeyi
başardık. Tina’nın sırtından büyük bir yük kalkmıştı. Kutsal Gücü nasıl olsa
bir şekilde toplarız, diyorduk. Bir tanrıça olarak, bizden yardım isteyeni, bir
tek can olsa dahi kurtarabildiğimize seviniyorduk.
Kız,
bu yüzden gülmüştü. Adamı yanına alıp, yeryüzündeki şehre çıkarmaya niyetliydi.
Ancak… istediği olmamıştı. Tina’yı bir tür Cisimsiz Mahluk sanan Berthold, kızı
oracıkta bırakıp kaçmıştı.
Kutsal
Gücünü tümden bitirip, tek başına bırakılmış kız, Labirent’te yolunu
yitirmişti. Yaralanması mümkün değildi, ama bir süre sonra yorgunluk ve açlık
dayanılmaz hale gelmişti. Nihayet, kuvveti tükenmişti.
“Sonra
da ben seni buldum. Demek böyle olmuş…”
Berthold’un
tek kolunun koparılmış olması da, bilgi karmaşasından ötürü Tina’nın suçu
sanılmıştı. Kızcağızın üstüne çok pis çamur atmışlardı, doğrusu.
“O
yüzden… o yüzden Tina çok öfkeli! Minnet bilmezliğin de bir sınırı vardır!
Anlıyorsun değil mi, Efendi!” Tina, omuzları inip kalkarak derin derin
soluyordu; ve Yuuki’ye bakan gözleri adeta ateş saçıyordu.
“Ha?
Ah, evet, anladım. Öyle olduysa tabii ki öfkelenirsin. Labirent’te çok iyi bir
şey yapmışsın.” Yuuki biraz düşündükten sonra ekledi: “Ama, talihsiz bir yanlış
anlaşılma olmuş. O adam seni kötü kalplilikten ötürü yanlış anlamadı, sonuçta.”
Gerçi şu Berthold denen herif, hiç de sağlam karakterli birine benzemiyordu ama
o konu ayrı, bu konu ayrıydı.
“Tina
hatalı mıydı diyorsun yani, Efendi?”
“Yok
be, ne ilgisi var? Öfkelenmek beyhude diyorum alt tarafı. Dünyada kaç insan
varsa, o kadar da bakış açısı vardır. Fikirler de değer yargıları da kişiden
kişiye değişir. O yüzden, talihsiz yanlış anlaşılmalar doğar. İnsanların
yığıldığı bir şehirde yaşıyorsan, bunu hayatın gerçeği diye kabul edeceksin.”
“Üfff...”
“Sırf
seni anlamadılar diye her seferinde küplere binersen, yaşayamazsın. O adamla
bir alakan kalmamış artık. Unut gitsin onu. En iyisi bu.”
Araştırıcılara
işin aslını anlatmaları gerekmiyordu. Yeni tür Cisimsiz Mahluk hakkında, ‘Halif
Birlikleri’nin en seçkin elemanları öyle ya da böyle bir rapor hazırlayacaktı.
Tina bu olaydan biraz ders çıkaracak, dünyayı biraz daha iyi tanıyacaktı.
Böylece, mesele kapanmış oluyordu.
…daha
doğrusu, Yuuki öyle zannediyordu.