18.06.2020
Giriş ve Prolog
Çevirmen: Alper
“… Kimi öldüreyim?”
“Bana yardım etmeni istiyorum.” dediğimde oğlan bana bu yanıtı vermişti. Yaşı
belki on ikiydi, belki on üç. Siması sevimliydi ama yüzünde, ifade namına pek
bir şey yoktu. Ne de sesinin tonunda duygudan eser vardı. Sanki bu çocuğun
dünyasında, kuvvetli hisler duyularak konuşmaya değecek bir mesele değildi
öldürmek. Nasıl anlatsam? Kendini bir aygıt, bir alet gibi görmeyi
kanıksamıştı. Evet, o bir makineydi: İşlevi, bir hedef belirleyip o hedefi imha
etmek olan bir makine.
“Hımmm…”
Böyle bir söze nasıl cevap verilir ki? diye düşündüm. Gerçi, çağrıma kulak
verecek zatın kafasında az çok sakatlık bulunacağını tahmin etmiştim. Delilik,
büyük bir güce sahip olmanın bedelidir.
“Şey… öldürmek, öldürmemek; o mevzuları zamanı gelince konuşuruz. Hele bir
gülümsediğini görelim bakalım.”
Oğlanın ifadesi belli belirsiz değişti, kaşları biraz çatıldı. Adeta
‘gülümsemek’ sözcüğünün manasını idrak etmekte zorlanıyordu.
“Bence, senin yaşlarındaki bir çocuğun öyle bir suratla böyle sözler söylemeye
mecbur kalması büyük talihsizlik. Eline silah alacak, benim için savaşacaksın;
orası öyle. Fakat insan dediğin, ne için mücadele ettiğini bilmeli. Sırf
emirlere itaat etmiş olmak için, sırf vazifen öyle gerektirdiği için savaşmanı
tasvip edemem. Bundan ötürü; içinden ağlama ve gülme hissi gelen bir insana
dönüşmelisin.”
Oğlan uzunca bir sessizlikten sonra: “Bana o tür şeyler hiç öğretilmedi.” dedi.
“Öyleyse, bu ablanı taklit et bakayım. Bak böyle yapacaksın, böyle…”
‘Peyniiiir’ der gibi dudaklarımın kenarlarını yukarı kıvırdım. “Sen önce
bunu öğren. Görevini sana ancak ondan sonra anlatacağım. Zira, bugüne
kadar tecrübe ettiğin savaşlardan farklı bir mücadeleye girmek
üzeresin. Duygu, denilen şeyi bilirsen, azim denilen duyguyu da hissedersin. Bu
görevin üstesinden gelmek için, önce insanî hisleri keşfetmen gerek.”
Oğlanın sessizliği ikircikliydi. “Sen, bir defa öldün; ve yeniden
doğdun.” dedim. “Bari bu ikinci hayatında kılıcını can almak yerine, korumak ve
kurtarmak için kullanmayı denemez misin?”
“Korumak ve kurtarmak mı? Kimi koruyup kurtaracakmışım?” diye sordu.
“İnsanları koruyacaksın. Ve dünyamızı. Sen, burada tam bir kahramana
dönüşeceksin. Nasıl kahraman olunacağını sana ben öğretirim. Ayrıca, hayattan
nasıl keyif alınacağını; ve gönülden gülebilmenin sırrını… her şeyi
ben öğreteceğim sana.”
Sessizlik. “Neden böyle bir şey yapasın ki?” diye sordu.
“Çünkü sen benim Silahşorumsun, canım. Bana lazımsın. Orada durma da yanıma
gel. Birlikte bu dünyayı koruyalım.”
-- PROLOG --
Tüm kuvvetiyle indirdiği darbeyi, mahluğun sert pulları durdurmuştu; vurduğu
yerde yara namına neredeyse hiçbir şey göze çarpmıyordu.
“Şaka mı lan bu? Ne boktan iş bu be!” Berthold, sırtının
soğuk soğuk terlediğini hissediyordu. Elindeki pala; bu yerden,
yani Bab–ı Ali’den; nam-ı diğer Yüce Kapı labirentinden alınıp
getirilme ikinci sınıf bir kutsal emanet idi. İnsan demirciler ne kadar
inceleyip uğraşsalar da, bu kılıcın metali kadar sert ve keskin bir çelik
üretememişlerdi. Böylesi bir silahın, vurduğu yeri delip geçivermesi icap
ederdi.
Canavar, şekil itibarı ile bir kertenkeleyi andırıyordu. Ancak gövdesinin
uzunluğu yetişkin bir insanın boyunun üç, dört misli kadardı; başında da üç
gözü vardı. Sadece labirenti mesken tutan, yeryüzünde asla görülmeyen
türde canlılardan… Cisimsiz Mahluk’lardan biriydi.
Labirentte tek sıra halinde ilerlerken arkadan saldırıya uğramışlardı. Beş
kişilik ekibin üç üyesi can vermişti bile.
“Ba-Bana bak! Artık elimizden bir şey gelmez, kaçalım buradan!”
Ekibin lideri Berthold öfkeyle: “O çenen kapalı dursun gerizekalı! Bilmez misin
ki, hazineler hemen şuracıkta! Buraya kadar gelmişken geri çekilinir mi hiç!”
diye, yoldaşı Medyuma bağırdı. Talihi yüzüne gülmüş, tesadüfen büyük bir şey
keşfetmişti. Ve… azıcık ileri gidebilse, birazcık daha gidebilse; şu
canavarın ardında gördüğü o şeyi ele geçirebilecekti. Şimdi kaçarsa; hazineyi
de, haysiyetini de, para ödülünü de geride bırakmış olacaktı.
Üç gözlü kertenkele, aheste aheste kafasını kaldırdı. Hiçbir duygu pırıltısı
taşımayan kara gözleri, adeta bir mala paha biçer gibi insanlara baktı. Bir an
sonra o muazzam gövdeden umulmaz bir hızla hücuma kalktı.
“Hiii!” Medyum çığlığı koyverdiği anda, güçlerini de serbest bıraktı. İki
insanın önünde, donuk bir ışıltı yayan, yarı saydam bir savunma bariyeri
meydana gelmişti. Böylesi bariyerlerin sağlamlığı, medyumun gücüyle doğru
orantılıydı. O kişi bu düzeydeki bir medyum ise; bariyer bir at veya öküz
dörtnala tos vursa bile zedelenmez, saldırıyı geri püskürtüverirdi.
Üç gözlü kertenkele de tıpkı bir öküz gibi sihirli sedde kafasını tosladı,
sersemlemişçesine birkaç adım geriledi. İnsanlar tam rahat bir nefes almışlardı
ki, hayvan iyice gerileyip hız aldı; bariyere peş peşe kafa atmaya başladı.
“E-Eyvah…” Medyum’un rengi attı.
Dördüncü vuruş bariyerde kocaman bir göçük oluşturdu, beşinci vuruş ise onu
paramparça etti. “İ-İşe yaramadı. Kaçmalı… Hiiii!”
Daha cümlenin sonu gelmeden canavar Medyum’u altına aldı, onun boynunu ısırdı.
Berthold yoldaşını gözden çıkarıp kaçmaya başladı. En üstün kategoriye, birinci
sınıfa mensup bir Kutsal Emanet olan Ejderdişi Taşı’ndan vazgeçmek çok acıydı,
ama vaziyet ortadaydı. Sorun şu ki, kaçma kararı iş işten geçtikten sonra
alınmıştı. Güdüleri yemeye değil taze avlar tedarik etmeye öncelik verdiğinden
midir nedir, üç gözlü kertenkele Medyum’un cesedini öylece bırakıp saldırıya
geçti. Ağzında sıralanan testere gibi ince ve keskin dişleri Berthold’un sağ
koluna geçirdi, kolu çekiştirip kopardı.
“Aaaah!”
Çektiği acıya rağmen ayakta kalmayı her nasılsa başaran Berthold, koşmaya devam
etti. Zihninde, telaşlı düşünceler birbirini kovalıyordu: Daha erken geri
çekilmeliydi. Hiç olmazsa ilk can kaybını verdiğinde tabanları yağlayıp kaçması
gerekiyordu.
Ardında gelen seslere bakılırsa, kertenkele hala peşindeydi.
“Sıçayım böyle işe… Silahşor olmayan birinin, öyle bir canavarı alt
etmesine imkan yok!”
Berthold ağzından lanetler saça saça, bacaklarının olanca kuvvetiyle koştu.
Telaşı, korkusu artık tüm sınırları aştığı için olsa gerek, kolunun acısını
duymuyordu; ancak dengesini kurmakta zorluk çekmeye başlamıştı. Nihayet paldır
küldür yere kapaklandı.
Zemine çarptığı an maruz kaldığı darbenin şoku ile birlikte içi, midesini alt
üst eden bir dehşet duygusu ile doldu. “Hayır, hayır, hayır hayır
hayır. Ölmek istemiyorum ölmek istemiyorum ölmek istemiyorum…” Azimle
Kutsal Emanet’leri toplamış, bazen bir rakiple teke tek mücadele edip
hiyerarşide daha yüksek basamaklara tırmanmış; bunu tekrarlaya tekrarlaya
nihayet ‘Göklerin Halifleri’ adlı ekibin liderliğini ele geçirmişti.
Evet, kendisi ölmemesi gereken bir insandı. Hayatının böyle bir yerde sona
ermesi doğru değildi. Bu işte bir yanlışlık vardı.
Bunları kendi kendine söylese de, gerçekler elbette değişmezdi. Kertenkelenin
ayak sesleri; ve tıss… tıss… diye çıkardığı
tehditkar ses hemen yanı başından geliyor, yakınlaşıyordu. Birinci sınıf
mertebeye sahip çevik bir Araştırıcı olarak, doğrudan doğruya ‘Gökkubbeyi Tutan
Tanrıça’ya bağlı seçkin bir zümrenin mensubu olarak… onun yüreğini
burkan bir vaziyetti bu.
“Ta-Ta-Tan-Tanrım!”
Kıç üstü oturmuş halde, Berthold kısılmış bir sesle yakardı:
“Şe-Şehrin her daim koruyucusu, Tan-Tanrıça! Ne olur, ben kulunu, koru
beni, kurtar beni…”
Bu, imanı 'aman aman' derin olmayan Berthold’un, doğduğundan beri gönülden
ettiği ilk yakarış idi. Ne var ki mucize falan gerçekleşmeksizin,
ölümün açık çeneleri ona gitgide yaklaşıyordu. Karanlığın içinden beliren
kertenkele, ağzını kocaman açmıştı… ki zınk diye durdu.
“Ah…? ” Berthold gözlerini kırpıştırdı.
Canavar kendiliğinden durmuş değildi. Şu an bile kafasını sallıyor, koca
gövdesini kıvırıyor, debelenmeyi deniyordu. Bu korkunç gücü bastırıp, onu
hareket etmekten zorla men eden şey…kertenkelenin vücudunu kuşatmış bir
ışık kuşağıydı.
Keramet, bu mutlaka bir Keramet idi. Öyle olsa bile, bu cüssede bir
Cisimsiz Mahluk’a böyle kolayca mühür vurabilecek medyuma ömründe
rastlamamıştı.
Üç gözlü kertenkelenin yanı başında, oraya ne zaman geldiği meçhul, ufak tefek
bir insan silüeti duruyordu. Bol gelen bir cübbe kuşanmıştı. Kapüşonu kafasına
iyice çekmişti. Soğuk ışık saçan yosunların loş aydınlığında kapüşon gölge
düşürüyor, çehresini gizliyordu. Boyu, ufak yapılı bir ihtiyarınki yahut bir
çocuğunki kadardı. Bu labirentte insan şekline yakın görüntüye sahip
Cisimsiz Mahluk türleri de yaşıyordu ki bu yabancı onların hiç birine
benzemiyordu. Gene de, insan bir başına bu derin katmanlara dek
gelemezdi. Ayrıca, bu kişinin varlığını fark edene dek onun yaklaştığını
hiç hissetmemişti. Yaraları ve korkusu yüzünden aklı bulansa da, Berthold’un
gelen birini görmemesi imkansızdı. Dünyada ne ses, ne nefes vermeden hareket
edebilen bir canlı hiç yoktu.
Tekinsiz silüet, elini huysuzlanan kertenkeleye başının üstüne doğru, yavaşça
uzattı. Apansızca, hayvanın devasa gövdesi balon gibi söndü; boşluktaki bir
nokta tarafından emilip yutulurcasına yok oldu.
Berthold, ses bile çıkarmadan gerçekleşen bu olaya bakakalmıştı. Gücü kuvveti
yerinde dört Araştırıcı’yı öldüren, Keramet ile örülmüş bir savunmayı
zahmetsizce parçalayan canavar bile, labirentin bu katında kral
değildi demek.
Gölge, yavaşça Berthold’a doğru adım attı. Karanlıkta zor görülüyordu; yalnızca
ağzı, beyaz bir leke gibi belirgindi. Dudakları bir sırıtışla çarpılmıştı.
Sanki dünyada en mutlu kişiymiş gibi kocaman bir gülüşle sırıtıyordu.
İşte o an Berthold’un duyduğu korku, zihninin tahammül sınırlarını aştı.
“Aaaaaaaaaaaaaaah!”
Berthold boğazı yırtılırcasına bir çığlık atıp, dehşet içinde kaçmaya başladı.