20.06.2020
Hangi durumda olursa olsun, Yuigahama Yui'nin gözleri her zamanki gibi sıcak ve dokunaklıydı.
Çevirmen: Forevertr3
O gün kar bir tuhaf yağıyordu. Böylesi
Chiba'da pek görünmezdi. Japon Denizi tarafından gelen yağmur bulutları Honshu
bölgesinin arkasında kalan dağlar arasında sıkışıp kalmıştı.
Dahası, kar yağdığı anda Pasifik tarafından
gelen ve normalde kuru olan bu rüzgar Chiba'nın düz yerleşkelerine
saldırıyordu. Kar tuhaf aralıklı zamanlarda yağıyordu. On yedi yıllık
deneyimimde kar fırtınaları Yeni Yılın başında, Ocağın ikinci haftasında veya
Martın sonunda olurdu. Bu zamanları hiç şaşmazdı ve şimdide Komachi'nin lise
giriş sınavına denk gelmişti. En azından rüzgar esmiyordu.
Çiçek yaprakları kar dansı yapıyorcasına
çırpınıyorlardı.
Okul kıyafetinin üzerine her zaman
takındığı montunu, atkısını ve eldivenlerinin yanında ayağında bir çift deri
botlar vardı. Kapının ağzında tüm hazırlıklarını tamamlamanın bile ötesine
geçmişti. Sınav vaktine daha vardı fakat sanırım olası bir trafik
sıkışıklığından dolayı korkuyor olduğundan en iyisini yapmıştı.
“Giriş belgen yanında mı? Silgi, peçete ve
beşgen kalemin?” Beşgen kalem babamız tarafından, Komachi'nin sınavına başarı
dilemek için gittiğimiz tapınak ziyareti sırasında onun için getirdiği en iyi
şeydi.
ꕥ Beşgen kalem Japonya'da yaygın, var ya şu
animelerde üzerilerine şıkları sallanan kalemlerden.
Kaleme tepeden baktığın zaman tamamen
beşgendi. Bunun dışında normal bir kurşun kalemden farkı yoktu. Fakat ben
normal bir kalemin kullanış açısından daha kolay olduğunu düşünüyorum. Beşgen
kalemler daha çok sınava girecek kişilerin üzerini kazıyıp A'dan E'ye, veya
1'den 5'e, bazen de ア – オ karakterleri yazdıkları bir kalem. Çoktan seçmeli, sonucunu çıkaramadığın
her bir soru ile karşılaştığında bu kalemin hayatını kurtarması için
yalvarıyorsun. Bu kalemin birinin hayatının gidişatını iyi yönde
değiştirebilmek için yapılmış olduğunu düşünüyorum.
Komachi son bir kere çantasına baktı,
enerji dolu bir 'tamamdır' yaptı. Sonra şemsiyesini eğdi ve bana döndü.
“Hazırlıklarım tamam! Ben gidiyorum
Onii-chan!”
“Oh, hadi güle güle. Adımlarına dikkat et!”
“Tamam. Brrrr, soğuk. Sin, cosinüs,
tanjant... Ah, bundan sonrasını unuttum.”
Yoluna başladığı gibi titreyerek, bir ritim
halinde bir şeyler mırıldanıyordu. Bir sorun olmayacak gibi. Acaba aşırı
çalıştığı için bu tuhaf enerjik havaya sahipti...
Neyse işte, sonunda bugün geldi çattı.
Bunca yolu tepmişti şimdi kalan tek şey sınavla yapacağı savaştı. Sınavının
başlamasına daha vardı ama süre gelene kadar verilen savaşlar ve alınan yaralar
bu dünyanın bir kuralıydı.
Benim yapabileceğim şeylere gelirsek, tek
yapabileceğim başarısı için dilek dilemekti, sonrasında kabul görüp görmeyeceği
mevzusuydu.
Alçaktan hareket eden koca bulutlar açık
bir gökyüzünü bir süre görünmeyeceğine işaret ediyordu, sadece yoğun yağan kar
ve düştüğü zaman çıkardıkları ses vardı. Görünüşe göre bugün tüm gün kar
yağacaktı.
Soğuktan titriyordum ve evime doğru gitmeye
başladım. Adım attığım anda yine titredim.
Bu titremenin kaynağını öğrenmek için elimi
cebime soktum ve birinin telefonumu çaldırdığını gördüm. Ekranda çıkan yazıya
göre beni arayan [★☆Yui☆★]. Yuigahama'ydı. Rehbere böyle
kaydedildiğinden beri hiç değiştirmemiştim adını.
Çağrıyı açıp açmamak konusunda bir kaç
saniye düşündüm. Fakat hala çağrı cevapsız devam ediyordu ve telefon
titriyordu. Pes ettim ve yeşile dokundum ve kulağıma götürdüm.
“... ... Alo.”
Açtığım anda, enerjik ve neşeli bir sesin
telefon altındaki mikrofondan girip bana geldiğini duydum.
“Hikki, hadi randevuya çıkalım!”
“... ... Ne?”
Söylediği ilk şey bir merhaba falan
değildi, sadece bir kaç belli belirsiz kelimeydi. Yerimde şaşa kalmıştım,
ağzımın yanlarından tiz bir “Pshhh-tsuuuu” sesi çıkıyordu.
Çağrıyı aldıktan sonra ayrılmak için tüm
hazırlıklarımı tamamlamıştım. Ayrılmadan hemen öncesinde, bir önlem olsun diye
telefonumdan trafik durumuna baktım. Benim gideceğim patikada bir sıkışıklık
falan yoktu. En azından buluşma yerine tam zamanında varmak için endişelenmeme
gerek yoktu.
Akıllarda bulunsun diye söylüyorum,
Kanto'nun kitlesel ulaşım araçları özellikle kar var iken hiç iyi
çalışmıyorlar. Hele Chiba bölgesinde durum daha kötü, sağ olsun bölgeyi
oluşturan Edo ve Tone nehirleri, onların yüzünden oluyor. Onların üzerinden bir
köprü geçirmek mümkün olmadığı için burası yalnız ada gibi oluyor. Bu gidişle
[Chiba Bağımsız Halk] devletini kursak devletin haberi olmazdı. Hala hava
aynıydı, asfalt buzlanmış ve artık kar tutmaya başlamıştı.
Bu kadarcık kar beni düşürmek için yeterli
olmazdı fakat karın şerbet gibi bir hal oluşturması kaymalara sebep oluyordu.
Otobüs durağına doğru giden yolda ayak ve tekerlek izleri vardı. Otobüse binip
tren istasyonuna gitmem zaman almıştı. Metronun pencerelerinden dışarı
bakıldığında okyanus görünürdü. Benim baktığım camda düşen karın sağa doğru
hızlıca kaçıştıklarını görüyordum. Güneş çok üstte, gri bulutların arkasında
yalnızca beyaz bir parıltı saçıyordu.
ꕥ Şerbet gibi kar-> Karın durumu böyle
tanımlamış ama şöyle bir link var:
https://www.youtube.com/watch?v=bzysWK5cWeI
Yollar çok kalaba denilebilirdi. Havadan
dolayı değil, bir etkinlik falan olduğunda burası hep kalaba olmuştur. Mesela
Makuhari Messe'de Oyun veya Motor şovları oluyordu, veya yakındaki büyük
meydanda Comiket veya Shin-Kiba canlı konseri oluyordu. Bugün de o günler gibi
çok kalabaydı.
ꕥ Mukahari Messe-> Etkinlikler düzenlenmek
üzere yapılmış Chiba'da bir yer.
Comiket->
Comic Market
En kalaba olduğu zaman ise Japonya'nın en
büyük eğlencesi olan ve Tokyo Disney Eğlence Yerine, kısaltması TDR, buradaki
bir istasyondan gidiliyordu.
Hele ki düşün bugün Sevgililer Günü.
Kar yağmasına rağmen büyük bir müşteri
akınına sahiptiler. Kulaklarımı açtım ve benimle aynı trende olan sevgililerin
konuşmalarını dinledim. Ne kadar da romantikler? Bu kara bile aldırış
etmiyorlar gibiydi!
Aslında, hiç tartışmasız, bir Sevgililer
Günü randevusu için iyi bir ortam oluyor.
Biraz sonrasında, tren hareket yönünde
birlikte büyük beyaz kale ve volkandan gelen dumanlar görüş açıma girdi. Trende
sonraki duracak durağı için bir bildiri geçti ve tren yavaştan durmaya başladı.
ꕥ Her DisneyLand'da olan yapay volkan,
oradaki normalden daha büyükmüş.
Durmasıyla beraber kapı 'Pshhh-tsuu' sesi
çıkarak açıldı. Soğuk rüzgar ve kar içeriye girmeye başladı, trendeki
sevgililerde benden önce indiler. Sonra kapılar kapandı ve melodi çaldı. Bu
tren istasyonunda duraktan ayrılış melodisi olarak 'Disney' çalıyordu. Bu
melodiyi dinleyerek tren iyice boşalmıştı ve bu sayede kapıya sırtımı
verebiliyordum. Beyaz kale ve aktif volkan sol gözümün uçlarından uzaklaştı.
Bugün bu istasyondan ineceğim gün değildi.
Her buralardan geçsem, yarın veya daha da
yarın bir günde, beraberce buraya tekrar geleceğimiz konusunda içimde his
vardı, fakat bu hiç olmadı.
Konuşulmamış söz, aramızda geçen ve devamı
gelmesi gerekip de gelmeyen kelimeler. Birkaç değişikliğe maruz kalmışsa da
hala verdiğim söz devam ediyordu. Buluşacağımız yer, bir sonraki istasyon, yeni
sözlerin verileceği bir yer olabilirdi.
Uzun köprüyü geçtikten sonra kocaman dönme
dolabı görebiliyor hale geldim. Bu Japonya'nın en büyük dönme dolabıydı.
Bu sabahki telefon konuşması aklıma geldi.
Onun belli belirsiz kelimelerle kurduğu davetini reddetmemem şaşırılacak veya
hayret uyandıracak bir şey değildi. Zaten ilk olarak ben onu davet etmiştim. Bu
hep bunu geciktiriyordum
ꕥ Söz ve Davet geçen bölümler-> [S1
Böl12, S2Böl9]
Onu reddetmek için bir nedenim yoktu.
Fakat bu iyi mi oldu? Bir anda bu şüphe
düştü içime. Bunu düşünüyorken trenin hızı yavaşladı. Trenin hareketinin sona
ermesiyle benim düşüncelerim de durdu.
Bilet gişesinin önünden çıktım, büyük dönme
dolabı buradan görebiliyordum. İstasyonun önündeki su çeşmesi dekora sahip
meydandan herkes rahatlıkla o devası dönme dolabı görürdü. Daha yakından
bakınca daha büyüleyici oluyordu.
Yavaştan titrek karın içerisinden geçerek
ilerledim.
Dönme dolaba yandan bakarak kendimi zorla
ittiriyorum.
Aileler için yapılmış böylesi küçük bir
meydanda kaybolmak zor olurdu herhalde. Buluşma yeri ile ilgili hafızamı
yoklarken önümdeki harita panosundan oraya nasıl gideceğimi öğrendim, hızlıca
oraya doğru gittim.
Deniz kenarındaki uzun ana caddeden
ilerledim, bir zaman sonra kubbe şeklindeki bir yapı solumdan göründü. Orası bir
akvaryumun girişiydi.
Burası buluşma noktamızdı.
O binanın altına girdikten sonra şemsiyemi
kapattım. Bir çevreme bakındım ve sonra koşmaya başladım.
Hafta içi olmasından gerek ki fazla kimse
yoktu. Bu sebeple mavi ceket içindeki Yuigahama'yı çıkarabilmiştim.
“Hikki!”
Muhtemelen benden önce trene binmişti.
Yuigahama bana doğru geliyordu, bana sesleniyordu, elindeki şeffaf pembe
şemsiyeyi bana sallıyordu.
Ona başımla tamam işareti yaptım ve
yavaşladım.
Fakat bir anda ayaklarım durdu.
“... ... Ah.”
Gri bir ceketin uçları Yuigahama'nın
arkasında sallanıyordu.
Yuigahama'nın arkasında ayakta duran kişi
yüzünü bana çevirdi, gözleri şaşkınlığını ifade ediyordu.
“Hikigaya-kun ... ...”
Bu mırıldanma Yukinoshita Yukino'dan geldi.
Neden o buradaydı? Onu görünce içime bir merak girmişti.
“Yukinoshita'da buraya gelmiş?”
Bir şey demeye gerek yoktu. Fakat olayları
idrak etmek güçtü. Görünüşe göre o da buraya gelmişti.
Yuigahama, Yukinoshita'nın kendi vücudunu
merak içinde kıvırmasıyla bir şeyler açıklaması gerektiğini anlamıştı.
“Uh, Şey... Eğer, eğer ikinizin bir planı
varsa, ben geri döneyim...”
“Gerek yok! Beraberce takılalım!”
Bununla beraberinde, Yuigahama geri dönmeye
hazırlanan Yukinoshita'nın kolundan tuttu. Bu sırada benim de kolumdan
yakaladı. Yuigahama ellerimizi kendine çekti ve göğsü etrafında sıkıca tuttu.
“Üçümüz, beraberce oraya gitmek
istiyorum... ” Diye başlayan sesi fısıltı ile sonra erdi. Gözleri yerde
olduğundan yüz ifadesini göremiyordum. Fakat sesindeki rica eden tonu kendi
isteklerini ifade etmesinde yeterinden fazlaydı. Yukinoshita ve ben birbirimize
baktık, bir şey diyemiyorduk. Yukinoshita'nın bakışları etrafta geziniyordu ve
sonra bir soluk verdi.
Sonrasında Yuigahama'nın başını kaldırıp
bize kibarlık dolu gözleriyle bize bakmasıyla Yukinoshita başıyla tamamdır dedi
ve küçük bir soluk verdi. Ve sonra Yuigahama'nın bakışları bana döndü.
İkisinden her hangi bir reddetme gelmeyince
benim de reddetmem için bir sebep yoktu.
“... ... Bu, iyi olur mu ki?”
“Evet, sorun yok.” diye cevapladı Yuigahama
aniden.
Gözlerini kaçırmadan bana baktı, dayatmacı
bir ifadesi vardı.
Benim sorumun arkasında her hangi bir gizli
anlam yoktu, direk söylemiştim. Muhtemelen bu, onun cevabı için de geçerliydi.
Hayır, bundan emin değilim. Bu aşırı basit kelimelerinin ardında daha fazla
anlamın var olmadığından emin değilim. Her ne olursa olsun, bu Yuigahama'nın
isteğiydi, o zaman karşı durmak için bir neden yoktu.
“Peki.”
“Evet! Kar için endişelenmeye de gerek yok!
Beraberce eğlenebilirsek ne mutlu bize!” Yuigahama övünerek göğsünü kabarttı.
Evet, burası herkesin eğlenebileceği çok uygun bir yer.
Burası, gelmek için uğraşa girmen gereken
bir yer. Bu yüzden, belki bir gün, bir kez daha geliriz. İşte o gün muhtemelen
sözümü tutmak zorunda kalacağım gün olacak.
“Peki, hadi gidelim.”
Bugün, burası herkese ait.
Uzaktan güneş ışınların camdan kubbeden
içeri girdiğini görüyordum. Burayı yapmak için ne kadar cam parçası kullanılmış
olursa olsun, maalesef, bu havada, güneş ışınları tek bir yerde toplanmışlardı.
Kubbenin yüksekçe tavanında birleşmişlerdi, yoğun parlaklığın hissini
veriyorlardı. Bir asansör Akvaryum Parkın yanından karanlık yer olan aşağıya
doğru iniyordu.
Zeminin kenarlarındaki lambalar sanki
sinemalarda gösterime başlamadan önce görebileceklerdendi. Burası hakkındaki beklentilerim
kalbimde çarpıntı yapıyordu. Ve dahası, asansörden indikten sonra ilk gördüğüm
şey büyükçe bir su tankının camıydı. Vov, burası ne de büyükmüş, dedi Yuigahama
heyecanla koşuştururken.
“Köpek balıkları!” Yuigahama tankın
içindeki köpek balıklarından bahsediyordu. Burada siyah camgöz ile çeşitli
köpek balıkları vardı. Bu siyah camgöz köpek balığı tuna ile aynı okunuyordu
fakat tabi ki tuna değildi. Bu köpek balığı. Süper bir köpek balığıydı. Bu
tankın içindeki çipuralar ve dere pisileri de vardı ve dans ediyorlardı.
Bunların dışında, vatozlar ve sardalyalar vardı. Yuigahama neşeyle tanka
elindeki kamera ile bakıyordu ve fotoğraf çekiyordu. Ve şimdi başını yana eğdi.
“Ehehe” diye güldü ve yine “köpek balıkları” diyerek tankı işaret etti.
“Köpek balığı, demek?” Yukinoshita şaşkın
bir ifade ile aksırdı ve bu Yuigahama'dan kaçmadı. Sesi bir takım korku
oluşturacak şekilde yankılandı. Bunu üzerine Yuigahama bir “Ahaha” diye
gülerken sakar kız rolü yaptı, ayrıca eli saçının topuzundaydı ve hiç beklemeden
Yukinoshita yaklaştı.
“Yukinon, bunu söylemediğim için özür
dilerim. Hadi ama neşelen biraz!”
“Öyle diyorsun ama...”
Ben onların konuşmalarına alakadar
olmaksızın tankı izliyordum. Yuigahama sessiz kalmıştı.
Korkunç köpek balıkları. Köpek balıkları
çok muhteşemler. Rüyaymış gibi izliyordum onları. Önümde olan manzara çok
rahatlatıcıydı, dahası zerafetin yansımalarından biriydi.
Çekiç başlı köpek balığı. Sağ olsun
isminden anlaşıldığı üzere gidip de bilgi panosundan ona bakmama gerek yoktu.
Erkekler en azından çocukluklarında köpek balıklarına karşı ilgi duyarlar. Daha
doğru söylersek, o dönemler bizim dinozor veya okyanuslu fotoğraflara falan
ilgi duyduğumuz dönemler.
Hikigaya Hachiman. Ben üç yaşındayken en
sevdiğin dinozor Triceratops(üç boynuzlu bir dinozor)du ve favori balığım ise
barreleye(şeffaf bir balık)tı. Evet ben böyle bir çocuktum. Tanka çok istekli
bakıyordum ve istemeden ağzımdan bir “opps” kaçtı. Ben camların trompetinden
dolayı kendinden geçen bir çocuktum. Tutti'nin verdiği his! Beni kendimden
alırdı.
ꕥ Tutti-> Louis Armstrong hakkında Rieko
Saibara'nın mangasından olabilir.
ꕥ Hibike Euphonium
göndermesi(?) Endingin ilk cümlesi ile Romandaki yazımlar aynı:
トゥッティ!って感じ。めっちゃ心奪われる.
“Voah!... Çekiç başlı köpek balığı! Eh,
resimlerini çekmemize izin var mı?” Bu sırada parmağım ile köpek balığını
işaret ediyordum. Yuigahama “uh-huh” abla tarzında bir tamamdır dedi.
Vov, demek resim de çekebiliyoruz.
Sonrasında kameranın sesleri geldi, ardı ardınaydılar. Gözlerimin köşesinden
Yuigahama'nın Yukinoshita'ya küçük hızlı adımlarla yaklaştığını gördüm.
Sonrasında onun kulağına fısıldadı.
“Bak! Hikki bile kendince eğleniyor!”
“Haaa... ...”
Yukinoshita pes eder gibi bir soluk verdi.
Fısıldaşmaları bana kadar geliyordu.
Sonrasında oluşan sessizliği fark edince yandan onlara baktım. Elini
şakaklarına götürmüş, bana doğru bakan gözler ile karşılaştı.
“N... ... Ne?”
Onların fısıltılarını dinlediğimi anlamış
olduklarını düşününce utancımı gizleyemedim. Yukinoshita omuzlarından eli ile
saçlarını süpürdü. Sonrasında beni incitir şekilde bir gülümseme çıkardı.
“Meraklanma, sadece şaşırdım, o kadar.
Köpek balıkları ile fotoğrafını çekebilirim.” Dediği üzere elini bana uzattı.
Eğer ona telefonumu uzatırsam çekiç kafalı köpek balıkları ile bir hatıra
fotoğrafı çektirebilecektim.
“Ciddi misin? Komachi çok kıskanacak.”
Yavaşça ona telefonumu verdim, parmak
uçlarımla ekrana dokunmamak için elimden geleni yapmıştım.
“Çekiç kafalı köpek balığı. Ondan bir tane
geçtiği anda fotoğraf çeken tuşa bas! Eğer yan tarafından boyunca göründüğü
zaman yaparsan makbule geçer, tabi çekiç başı da görünmesi lazım.”
“Bu kadar detaylandırman beni çok
şaşırttı...”
Yukinoshita benim meydan okumamı kabul etti
ve bir kaç sefer fotoğraf çekti. Yuigahama ne kadar mutlu öyle, kıkırdayıp
duruyor?
“Bunlar nasıl?”
Geri aldığım telefonuma baktım, tam
istediğim gibi olan var mı diye baktım, tam anı yakalayan bir fotoğraf vardı, o
fotoğrafta sanki köpek balığı beni yutuyormuş gibi görünüyordu.
“Oh-ho! Bunlar iyi çıkmış.”
“Ne iyi o zaman.”
Yukinoshita bir soluk verdi, sanırım
yorgunluk ile içine rahatlık gelmiş arasındaydı. Yuigahama onun kolundan sıkıca
tuttu ve hafiften sarıldı.
“Peki millet, sonraki yere gidelim!”
“... ...Tamam.”
Bir gülümseme ile cevap verdikten sonra
Yukinoshita, Yuigahama'yı takip etti. Yukinoshita'nın ilk başta biraz
çekinceleri vardı ama sanırsam Akvaryum Park onun beklentilerini aşmıştı. Çekiç
başlı köpek balıklarına veda verdikten sonra onları arkalarından takip ettim.
Hafta içi olduğu için Akvaryum Parkta pek
kimse yoktu. Ara ara yeni evli çiftleri bebekleriyle görüyordum, genelde
arkadaşlarıyla gelen genç kızlar ve sessiz sakin duran tekil kimseler vardı.
Eğer bugün hafta sonu veya tatil olsa
burası çocuklar ve onların aileleri ile dolardı.
Tankların içinde karanlık, kasvetli bir
hava vardı. Böyle bir sahneden olsa gerek herkes sesini alçak tutuyordu. Bizde
aynıydık. Büyük tankların içindeki orkinos tunalara ev sahipliği yaptığını
görünce muhteşemliğinden ötürü şaşkınlıktan ağlayacaktım.
“Dünya'nın Denizleri” bölümü çeşitli
kategorilere ayrılmıştı. Uzak güney denizlerinin balıkları çekici bir görüntü
sergiliyorlardı.
Doğa'nın ihtişamı, güç ve güzellik.
Önümüzdeki bu manzarayı görünce kendimizi “muhteşem”, “güzel” ve “lezzetli
görünüyorlar” demekten alıkoyamadık. Pardon, ne... Lezzetli görünüyorlar? ...
...
Evet, tabi ki farklı düşünen birileri
olacaktır.
Her neyse, bay balık-san önümüzden
geçtiğinde Yuigahama durdu. Onun ardından Yukinoshita ve ben de durduk. İlk
bakışta karanlık ve basit bir balık tankı gibi görünüyordu. Çevrelerdeki çok
renkli tanklardan bambaşka görünüyorlardı.
Işık bunlara vurmuyor galiba, ve ince odun
parçaları kum tabanın üzerinde ayrı ayrı bölgelerde toplanmıştı. Bunların
ortasında hüzünle yüzen bir balık vardı. Bir nubot hissi veriyordu.
ꕥ Nubot-> Boş, hissiz olan şey.
Hayır buna yüzmek bile denmezdi. Pek
ilerlemiyordu, öyle suda askıda kalmıştı.
“Ughhh, iğrenç.” Yuigahama mırıldandı
üstünkörü.
“Bunlar Nursery balıkları sanırım.”
“Bulanık sularda yaşarlar ve yüzmeyi fazla
sevmezler.”
Yukinoshita açıklamaları okudu ve bana
baktı.
Bu kız niye bana bakıyor? Açıklama panosuna
baktım, daha okumadıkları vardı!
Oh? Önlerinden geçen karidesleri falan
yerlermiş.
“İdeal bir yaşam sürüyor gibiler...”
“Onlarla empati mi kuruyorsun?!”
Öylesine ortaya attığım düşüncemin
karşısında Yuigahama şok oldu. Bunu duyan Yukinoshita birden gülümsedi.
“Şimdi dedin de aklıma geldi, bu balık
birini hatırlatıyor. Değil mi HikiBalık-kun?”
“Hiç benzemiyoruz, isimlerimiz bile.”
Neden bana gülümsüyorsun? Bu nursery
balıklarının bir diğer ismi Komoriuo'ymuş. Sanırsam bu bebek bakıcısı falan
anlamına geliyor. O zaman ben bu Hikikomori balıklar gibi değilim. ....Benim
için bebek bakıcılığı çok iyi bir fikir.
ꕥ Balık isimlerinde bir kelime
oyunu. コモリウオ ve bakıcı( こもり) --- hiragana'da yazımı-- コモリ gibi karışık bir şey.
Ben küçük çocukları severim!
Mest olmuş bir ifade ve biraz kıkırdama ile
neşeli bir tonla konuştu.
“Ugggh, iğrenç.”
“Onlara iğrenç deme, onlar da yaşamak için
çok uğraşıyorlar.”
Biz aynı dünyada değil miyiz? Yani, bu kız
bunu derken neden bu kadar neşeli olabiliyor... Yuigahama nursery balıklarla
meşgulken Yukinoshita yanına çömeldi. İkisi arasında “İğrenç, değil mi?” ve
“Korkunç, değil mi?” diye konuştular.
Sonrasında Yuigahama aniden gülümsedi.
“Fakat... Tatlılıkları var gibi, değil mi?”
“Onlara tatlı diyebilir misin bilmem ama
kesinlikle sevecenler.”
Ve bunun ardından, Yukinoshita ve Yuigahama
birbirilerine baktılar ve kıkırdadılar.
“Onlara iğrenç dedikten sonra “tatlı”
demeniz bir şey ifade etmiyor...”
Dahası, bu nursery balıklar iğrenç yüze
sahipler. Bunlara ne kadar “tatlı” diyebilirsin?
Bu kızların “tatlılık” kavramına nasıl
baktıklarına şaşıyorum. Öyle değil mi? İfadesi tatlı veya saçı tatlı veya sesi
tatlı. Bunlar tanışma etkinliklerine falan gittiklerinde erkeklerin kızları
başkalarına tanıtırken kullandığı kelimeler değil mi? Bunlar, dolaylı yoldan o
kadar da tatlı değil demek isteyenlerden değil mi? İnternette buna benzer bir
şey görmüştüm. Cidden, kızların tatlı dediği her şeye inanmamak lazım.
Kirpi balıklar ile palyanço balığı. Deniz
atları ve yapraklı deniz ejderhası. İki yanımızda dere pisisi olan tanklardan
geçtik. En sonunda, Japon deniz zambakları ve biraz daha balık...
Bu yolu izledik ve dışarı açılıyordu.
“Dünaya'nın Denizleri” kategorisinde gördüğümüz tüm balıkları içeren bir tank
daha gördük.
Karanlıkta fazla zaman harcadıktan sonra
güneşin ışınlarını yemek iyi gelmemişti. Otomatik kapıdan çıktıktan sonra, dış
bölüme girmiştik, burada denizden gelen soğuk rüzgar yanaklarımızı sıyırıp
geçiyordu. Bu sırada kuvvetli bir koku hissettim.
Görünen o ki burada açık ama küçük tanklar
vardı. Yengeçler, kısgaçlıgiller, deniz kıyılarında bulabileceğin yıldız
balıklar ve diğer çeşitli deniz hayvanları vardı. Gökyüzünden yukarı doğru
bakıp yürüdüğünde sanki buradan çıkıp yükselecekmişsin gibi oluyordu. Kar eskisi
kadar hakim değildi. Önceki soğuk dalganın etkisinden dolayı havaların kararsız
olabileceğini duymuştum ama böylesine bir etki beklemiyordum. Artık kar
derdimiz yoktu, bu ikindi havası çok güzeldi.
“Ah, burada kalabalık var gibi.”
Hava hakkında düşünüyorken önümüzde
Yuigahama arkasını döndü ve öndeki kalabalığı işaret etti.
Orada kaç kişi toplanmış öyle? Hepsi de
“Kyaa” ve “Waaa” sesleri çıkarak eğleniyolardı.
“Hadi gidip ne olduğuna bakalım.”
Bunu söyledikten sonra bu kadar ilgi çeken
ne var diye bakmaya gittik. Buraya giderken üzerinde yürüdüğümüz yolun
kenarlarında uzun ve küçük havuzlar vardı, içerideki tanklara benziyorlardı.
Fakat onların aksine üzeri kapalı değildi. Suyun üzeri hava ile buluşuyordu.
Açıklama panosuna baktığımızda “onlara iki parmağınız ile nazikçe dokununuz!”
yazıyordu.
Sanırsam burada deniz hayvanlarına
dokunabiliyorduk. Acaba hangi deniz hayvanlarına dokunabilirim diye düşünerek
havuzun yanına gittim.
Köpek balığı. Yine köpek balığı, köpek
balığı vardı içlerinde.
Bunlar diğerlerine oranlar çok küçük olan
tembelce yüzenlerdendi. Açıklama panosuna baktım, içlerinde イヌザメ(Kahverengi Bambo Köpek Balığı), ネコザメ(Japon Küçük Köpek Balığı), vatozlar ve çekirdeksiz vatozlar vardı.
ꕥ Burası önemli;
O
havuzda bu iki köpek balığı var.
ヌザメ(Kahverengi Bambo Köpek
Balığı) ile ネコザメ(Japon Küçük Köpek Balığı)
İnu-zame ile Neko-zame
İki
de köpek balığı cinsi var ama burası Türkçe anlatamam.
Zame
=Köpek
balığı; İnu=Köpek; Neko=Kedi;
Fakat
aslında bilimde ikisi Nekozame'nin türleri olarak geçer. Inuzame gerçekte
yoktur. Bu yüzden yazar ilk tanıtımdan sonra her ikisi içinde nekozame'yi
kullanmamış. Benimde çevirim her yerde “kedi balığı” olmuştur.
“Hey Hikki, bu kedi balığı!”
Yuigahama neşe içinde kedi balıklarına
bakarken, bir heyecanla onları bana gösteriyordu. Onu izliyordum, sadece
parmaklarıyla dokunuyordu. Balıklar tepki vermiyorlardı, sadece sessizce
duruyorlardı. Bir müddet sonra Yuigahama bir şeye tatmin olmuş gibi kafasını
yukarı aşağı salladı.
“...Sable'ye benziyor gibiler!”
Neresi? O da kahverengi olduğu için mi? Bu
balık kesinlikle bir köpek gibi hissettirmez. Yani eğer bu ona benziyorsa, sen
köpek sahip olduğundan emin misin? Yoksa kahverengi balık olmasın? Bunlara
neden kedi balığı diyorlar aklım almıyor. Sanırsam aynı şeyi düşünen tek ben
değildim.
Hemen yanımda olan Yukinoshita elini çenesine
götürmüş ve kedi balıklarını inceliyordu. Japon Küçük Köpek Balığı hemen
yandaki Kahverengi Bambo Köpek Balığına oranlar bir kaç kat daha küçüktü ve
vücudu da çizgili yapıya sahipti, ikisini ayırmak hiç zor değildi.
“Kedi balığı...”
Yukinoshita ayakta bir kaç kelime
mırıldanıyordu, bakışlarının yüzen kedi balıklarından ayırmıyordu.
“Hiç anlamıyorum. Bunların neresi kediye
benziyor? Eğer böyle bir isim vermişlerse elbet bir yeri benziyor olmalı.”
Oh, bu kız işin içine kedi girince yerinde
duramıyor değil mi? Cidden kedileri ne kadar seviyor ve deli oluyor öyle.
Bir çözüm bulmaya kararlı gibiydi,
Yukinoshita elini sıvazladı ve elini o balığa doğru uzattı ve biraz okşadı. Ve
sonrasında aniden tatmin olmuşça gülümsedi.
“Sanırım kedinin diline dokunur gibi derisi
var.”
“Bilmeni isterim ki bu balığın derisinin
verdiği his.”
Yukinoshita bana hiç aldırış etmedi ve
dünya umurunda olmadan kedi balığını okşamaya devam etti.
“Kedi, kedi balığı, kedi... “Miyav”... ...
Yok, daha çok, “shaaaa”.
“Balıklar “shaaa” diye bir ses çıkarır diye
bir şey yok.”
Her neyse işte önemli olan balıkların ses
çıkarmadıklarıdır... Yani, çıkarmıyorlardır muhtemelen. Aklımdan bunlar
geçerken Yuigahama'nın elini o balıktan çektiğini gördüm ve yeni bir hedef
arıyordu. Yuigahama suda biraz gezindi.
“Ah, deniz yılanları da var!”
Yuigahama “gel buraya” diyerek elini
uzattı. Fakat o bir vatoz. Hataya doğru gidiyor.
“Hyaa!?”
Bak, dedim ama, hemen elini çekti ve
parmaklarını sıvazladı.
“Yapışkan bir şeye dokundum! Çok yapışkan!”
Sanki ağlayacakmış gibi bağırarak söyledi,
bunun ardından Yukinoshita kedi balıklarıyla olan rüyasından uyandı ve
Yuigahama'nın yanına koştu ve meraklı ses ile sordu.
“Neye dokundun? Hikigaya-kun'a? Elini
yıkasan iyi olur.”
Ne? Bana bir vatoz muşum gibi davranmayı
kes lütfen. Ben mukus falan mı salgılıyorum? Eğer bir kız terli elleriyle
dokunursa işte o zaman yılan balığına dokunmuş gibi olursun. Eğer bir kızla
böyle iletişime geçersem ellerimi yıkamayı unutmayayım!
Böyle dememe rağmen bir köpek balığına veya
vatoza dokunma şansı eline her zaman geçmez. Ben de kollarımı sıvazladım ve
kedi balıklarına ve yılan balıklarına dokundum. İri tenli sümüksü vücuduna
dokunmak neşe vermişti. Hemen yanımda olan Yuigahama onlardan elini çekti.
Fakat onlara hala hayranlık ile baktığını gördüm.
“Onlara daha da dokunmak istemiyor musun?”
“Evet. Onlara fazlaca dokunursam onlarda
yorulacaktır.”
“Anladım, bu tam senlik, Yuigahama.”
İstemsizce bir gülümseme yaptım. Evet,
hayvanlara gelişi güzel dokunulduğunda strese girebilmeleri bilimsel bir
gerçek. Mesela bizim kedimiz, onu dürttüğüm zaman patisiyle bana yumruk atıyor.
Stresini bu şekilde göstermesi hoşuma gitmiyor da değil.
Söylediğim kelimeler tamamen normal çıkmıştı.
Fakat her nedense Yuigahama yere bakıyordu, benden kaçınıyordu ve birden
omuzlarını titretti.
“...Benlik, bilmem öyle mi acaba?”
Bakışlarım onu takip etti. Kar dans eder
gibi düşüşüne devam ediyordu, suyun yüzeyine çarptıklarında suda küçük dalgalanmalar
oluşturuyordu. Yuigahama bana bakabilmek için yavaşça başını kaldırdı.
“...Ben, ben düşündüğün kadar nazik biri
değilim, Hikki.”
Gözleri de, yüzünde oluşan kısa süreli
gülümsemesi de, aramızdaki mesafeden bahsediyorlar gibiydiler.
İkinci cümlesi fısıltı olarak çıkmıştı ve
daha çok kendisiyle konuşuyor gibiydi.
Bunu duyunca nefesimi tuttum.
Ben ne yapıyorum? Senden de bunu beklerdim
Yuigahama Yui, derken ben ne kastetmek istemiştim?
Bir kez daha vücudumdaki o rahatsızlık
veren şeyi hissediyordum, göğsüm ağrıyordu. Yumruğumu sıktım, ben muhtemelen,
bu rahatsızlık veren şeyin ortaya çıkmasını sağlayan ciddi şeyi gözden
kaçırdığımı fark ettim. Yine de bir şeyler söylemem lazımdı, fakat ne denersem
deneyim, aklımda doğru kelimeleri sıralayamıyordum. Titreyen dudaklarını,
yalnızca gülümsemesini ve yere bakan yüzünü gördüm.
Bir ses çıkmadan, bir şey denilmeden geçen
bu vakitte çevreden bir ses geldi.
Bu, “Kyui~~” diye yüksek frekanslı,
ağlarken çıkan bir gibiydi.
Bunu duyan Yuigahama başını kaldırdı ve
sakin halinden çıktı.
“Ahh, penguenler! Hikki, Yukinon, hadi
gidelim!”
Neşe içinde söyledi Yuigahama. Sersem
gözlerle bana doğru bakan Yukinoshita'ya seslendi ve ona baktı. Yuigahama'nın
gözleri ikimiz arasında dolandı, ikimizi de yokluyordu.
“Hadi gidelim?”
“Evet! Gidelim.”
Yukinoshita neşelice ona baktı ve durumdan
kaçış olmadığını ifade eden gülümseme ile cevap verdi. Yukinoshita az önce
Yuigahama ile benim aramda geçenleri duyduğu konusunda şüpheliydim. Belki o,
Yuigahama'nın yüz ifadesini görmüştür. Yuigahama Yukinoshita'yı kolundan
yakaladı ve taştan yığıntıların olduğu yere gitmeye başladılar. Orası iki
adımlık mesafe uzaklığındaydı.
Yuigahama'ya bakıyordum, zorla neşeli
olmaya çalışan biri gibi görünüyordu. Belki de az önceki meseleden dolayı böyle
hissediyor olabilirdim. Bu zaman, üçümüzün de kendini eğlendirdiği vakit
olmalıydı, o böyle demişti.
Bir soluk vererek içinde bulunduğum halimi
değiştirmeye çabaladım, arkalarından onları takip etmeye başladım.
Hemen ardından, taşlık dağ gibi olan yığıntıların
oraya vardık ve ne var ne yok diye önümüze baktık. Burası penguenlerin
bölgesiydi, bir çok penguen “Kyuuui” “Kyuuu” diye bağırıyordu. Bazıları havuza
dalıyordu, bazıları ise kayalara sırtını vermiş ısınmanın peşindeydi.
“Waa, çok tatlılar!”
“Katılıyorum.”
Yuigahama neşe içinde penguenlerin
fotoğraflarını çekiyordu. Gülümsemesi yandan fark ediyordu. Karşısında
Yukinoshita durmuş o da sayısız kere telefonu ile fotoğraf alıyordu.
Tam tahmin ettiğim gibi, Penguen-san kızlar
arasında çok popülerdi.
Havalı olduklarını da düşünüyordum.
Aerodinamik bir biçime sahip olmak zorunda olduklarına rağmen, yine de yuvarlak
yapıya sahiplerdi. Çok hoşuma gitmişti.
“Kahretsin, bunlar çok tatlılar! Komachi'ye
fotoğraflarından bir kaç tane göndermeliyim!”
Elimde tuşu bekletip, penguenlerin
olabildiğince demire yaklaştıkları anda elimi çekip fotoğraflarını alıyordum.
Ve bir de, flaşları kapalı tutmamız
zorunlu.
Eğer Komachi sınavı bittikten sonra bunları
görünce muhtemelen, “Komachi de gitmek istiyor!” diyecek. Bu hep böyle
olmuştur. Ve sonra ben de “Peki kalk gidiyoruz!” dediğimde bana masum tatlı bir
yüz gösterecekti. Sonra bu penguenleri falan yine görebilme imkanı bulacaktım!
NURUFUFUUUUUUFUFU.
Şeytani planımı aklımda kuruyorken
Yuigahama ve Yukinoshita başka bir bölüme gittiler. Hey beni geride bırakmayın.
Hızlıca yakalayabildiğim kadar anı çektim
ve bu ikisini takip ettim. Bu ikisini takip ederek, yolu izledim ve bir kat
aşağıya inen bir merdiveni indim.
Tabi burası da penguenlerin bölgesiydi,
şimdi o büyük penguen havuzunu içeriden görebilecektik. Buradan penguenleri
yüzerken görebilirdik. Penguenler su içinde çok farklı stillere sahip oluyordu.
Karadakiler ancak boş ve küçük adımlar atabiliyorlardı. Su içinde ise
rahatlıkla yön değiştirip, gayet hızlıca hareket edebiliyorlardı ve su içinde
uçuyor gibiydi oluyorlardı.
Bunu gören Yuigahama merakla sesini
yükseltti ve Yukinoshita'yı kolundan çekiştirdi.
“Vov, şahane! Bak yüzüyorlar! Böyle
görününce sanki kuş gibi falan görünüyorlar.”
“...Penguenler ZATEN kuşlardır.”
Yukinoshita şoke olmuş bir tonda
söylemişti. Başağrısı varmış gibi elini şakaklarına götürmüştü. Bunu duyan
Yuigahama bir ahmak gibi ağzını açtı ve şaşırmış olan bir diğer kişiye, bana
baktı.
“...Biliyordum zaten!”
Yukinoshita bocalayan Yuigahama'ya nazik
bir gülümseme yaptı, bu sırada ben de zoraki gülümsüyordum. Şu an ne
hissettiğimi tamamen bilemiyordum.
Penguenler yüzerken verdikleri ihtişamı
burada gördükten sonra geri döndük. Buradan Humboldt penguenlerinin kayalık
alanlarda toplanıp kıvranmalarını izleyebiliyorduk. Bu anda iki penguen gözüme
ilişti. İkisi dip dibe girmiş birbirlerinin kanatlarını tırmalıyordu, ara ara
birbirlerine bağırıyorlardı.
Onlara bakmak iyi bir his veriyordu. Bu
sırada önümde olan bilgilendirme panosuna baktım. Yukinoshita ve Yuigahama
yanıma geldiler ve onlarda panoya bakmak için başlarını eğdiler, beraberce 'ne
yazıyor diye' başladık okumaya. Onların rahatça okuyabilmesi için bir adım
gerideydim, buradan bakarak okuyordum. Açıklamada yazana göre bu dip dibe
girenler karı ve koca penguenlermiş. Hamboldt penguenlerinde yaşamları boyunca
bir eşe esaret olurlarmış ve ikisinden biri ölene kadar ayrılmazlarmış. Bunları
okuduktan sonra o iki penguene baktım. İşte o sırada önümde olan
Yukinoshita'nın omuzlarının titrediğini ve şaşırmışça nefesini hapsettiğini
gördüm.
Ve sonra, hızlı adımlarla buradan ayrıldı.
“Bir şey mi oldu?”
Yukinoshita acele içinde görünüyordu, fakat
meraklı sesimi duyunca yarı yolda bana doğru baktı.
“...Ben içeride bekliyor olacağım.”
Bu kelimelerinin ardına bakamadan içeri
girdi.
Bu penguen bölgesi açık alandaydı. Havanın
soğuk olduğunu göz önünde bulundurarak içeri girmenin iyi olacağını düşündüm.
İçeri de bekleyeceğini söylemişti, oraya giderken, Yuigahama hala Humboldt
penguenlerine bakıyordu. Gözler yarı kapalı ve kibar bir bakışı vardı.
“Biz de içeri girsek iyi olacak.”
“Ah, şey. Biraz daha izlemek istiyorum.
Biraz daha fotoğraf çekeceğim! ...Sen önden git!”
Bunu söylerken, elini peri penguenlerinin
yönünde dikmişti ve sonra telefonuyla beraberinde elini Humboldt penguenlerinin
yönüne doğru çeviriyordu. Fakat fotoğraf almıyordu, telefonunu elinde sıkıca
sarmalamıştı.
“...Peki.”
Onu böyle görünce daha bir şey söylemedim.
Sadece kısa bir tepki ile içeriye doğru adımlarımı attım. Penguenlerin
ağlamalarını hala duyuyordum. O iki penguen şimdi daha üzgün gibiydiler. Uzun
süre dışarıda kalınca içerinin sıcaklığı beni iyi bir soluk çıkarttırmaya
zorlamıştı. Bu penguen bölümüne girdiğimiz yerde bir kat aşağıya inen bir
merdiven olmalıydı. Orada da hep balık tankları vardı. Burayı tabeladaki “Yosun
Ormanı” tanımlıyordu.
Tabeladaki yazılanlar hiç yardımı
olmamıştı, ellerimle sağımda solumda sallanan yosunların arasından çıkmak
zahmet gerektirmişti. Ne yosun tutmuşlar. Açık kahverengi su yosunu dışında,
parlak kırmızı, yeşil deniz şakayığı ve mercanlar ışık saçıyorlardı. Daha
farklı, güçlü bir aydınlatma olmadığından burası karanlıktı. Balık tankının
önünde bir bank bile vardı, sanki bir tiyatro sahnesi oluşturuyordu. Fakat şu
anda orada oturan kimse yoktu. Yine de, balık tankının olduğu, ışığın daha
yoğun olan bölümde, bir insan figürünün, oracıkta ayakta olduğunu fark ettim.
Bu kişiyi bir başkasıyla karıştırmam mümkün değildi.
Yukinoshita Yukino.
Onun görünüşü, karanlıkça tanktan gelen loş
ışıkla parlıyordu, sanki bir çizime benziyordu. Ona seslenemedim. Vermek
istediğim soluk kalbimin arkasına saplanmıştı.
Ve hareketimi sona erdirdim. Adım
hareketimin kesilişini fark eden Yukinoshita bana doğru baktı. Zar zor
görülebilen bir ifadesi vardı. Sonra ona doğru azar azar ilerledim.
“Yuigahama nerede?” Diye sordu Yukinoshita,
önüne dönüp beni görmemiş gibi davranıp tankı seyrederkene. Bu sırada onun
yanına varmıştım.
“Peri penguenlerinin fotoğraflarını
çekiyor. Hemen geleceğini söylemişti, burada bekleyelim.”
“Peki.”
Bu kelime ile konuşmamız kesildi. İkimizde
sadece önümüzde duran tankı izliyorduk. Yosunlardan gelen zayıf ışıklar yüzen
çok renkli balıklara vuruyordu. Yüzen sayısız balık vardı içinde. Sallanan
büyük su yosunu gibi, balıklar da sallanıyordu, sanki tüm her şeyi bu
hareketlere bağlıymış gibiydi. Mavimsi pullara sahip yosunların arkasına
saklanan bazı küçük balıklar da vardı. Diğer taraftan, parlak kırmızı bir balık
yavaştan yol alıyordu, dünya umurunda değildi sanki.
Yukinoshita'nın gözleri balığın
hareketlerini gözlemliyordu, sonra bir anda konuştu.
“...Özgür görünüyorlar.”
“Aynen! Oh, bu balık büyük olduğundan.”
Yukinoshita'nın zayıf sesi kimseye
seslenmiyordu. Monolog gibiydi daha çok. Fakat aynı balığa bakıyor
diyebilirdim. Eğer öyleyse, bu sesle yanıtlamam çok doğal olmuştu. Zayıf bir
soluk dudaklarımın arasından kaçtı.
“Eğer gidecek bir yer bulamazsa, ait olduğu
yeri bulamayacaktır. Saklanacak, içinde olduğu akımda sürüklenecek veya ne
bulursa takip edecek, ta ki göremeyeceği bir duvara çarpana kadar.”
ꕥ Burası önemli bir yer olmasına karşın
İngilizce'ye de Türkçe'ye de adapte olamayan bir yer. 居場所 ile 寄る辺 kelimeleri işi zorlaştırmış. Anlamı üç
aşağı beş yukarı çıkartırsınız umarım.
Yukinoshita narince elini uzattı ve cama
dokundu. Fakat uzun sürmeden o el gücünü yitirdi ve sessizce aşağıya indi. Ona
yandan baktığımda, onun tam olarak neye baktığından emin olamıyordum, tek
çıkarabildiğim öne baktığıydı.
“Hangi balıktan bahsediyorsun?”
Nereye baktığını bilemiyordum, ve sordum.
Yukinoshita hemen cevabını vermişti, bir
sakin soluklanma ile beraberinde.
“Kendimden...”
Bunu söyledikten sonra bir kez daha tanka
nazikçe dokundu, boynunun hafifçe yana bükerken yüzündeki yalnızlık gülümsemesi
görülüyordu.
Elini cama uzatmış figürü ile, sanki suya
dalacak gibi görünüyordu fakat olması gereken yere geri dönemezdi ki, camdan
duvar onu engelliyordu. Köpüklerin kaybolması gibi bu an da kısa sürdü.
Burası çok sessizdi, ufak bir ses
duyulmuyordu. Köpüklerin patlama sesleri de camdan dolayı duyulmuyordu.
Yukinoshita'nın dünyadan izole edilmişçesine balık tankına bakmasını seyrettim.
Burada ayakta dururken, sonunda bir adım sesi duyuldu.
Arkamı döndüğümde Yuigahama'nın sakin ve
kibar gözlerle Yukinoshita'yı izlediğini gördüm. Evet, yüz ifadesi kibar ve
ağlamaya hazır olma arasında bir ifadeydi.
“Beklettiğim için üzgünüm!”
Yuigahama sanki daha yeni gelmiş gibi
davrandı ve ellerini bize salladı, her zamanki gülümsemesi ile karşılıyordu
bizi.
Yosun ormanı kısmından çıktık, etraf daha
aydınlıktı. Duvarların tepelerindeki aydınlatmalardan olsa gerek camlar daha
canlı ve tavanda çok yüksekte görünüyordu. Bu kata gelene kadar her yer
siyahımsıydı ama şimdi, krema renginde ağaçtan kerestelerle döşeli olan bir
yere vardık. Tak, tak, tak, bu enerjik yürüyüşü ile daha neşeli olduğunu anlıyordum.
Bu ayak sesleri bir anda durdu ve ne olduğuna baktım.
“Ah, buraya gelin, buraya!”
Bunu söyledi ve ikimizi yanına çağırdı.
Bizi sayısız silindir şeklindeki tanklara bakmak için çağırmıştı.
Pembe, mor, deniz mavisi. Çeşitli renkte
ışıklandırmalar, suyun içinde kayan jel tarzı balıklara ışık tutuyordu.
Yuigahama Yukinoshita'yı kolundan yakaladı ve ikisi yan yana izlemeye
koyuldular. Bu tankları görebileceğin yer beni pek almayacağından, ben bir adım
arkada durarak izledim.
“Vov, havai fişeklere benziyorlar!”
Suda dolaşan deniz analarını izlerken
Yuigahama bir şeyler hatırlarmışçasına fısıldayarak konuşmuştu.
“Oh?” Fakat denizanaları denizanasıdır.
Yakından da baksam onları havai fişeklere benzetememiştim.
Yuigahama başını bana döndürdü ve tankı işaret
etti.
“Anlamadın mı? Hani orası? Pewwww,
Bangggg.”
Yuigahama'nın işaret ettiği denizanası
yıldız şeklindeydi. Önce kasılıp sonra salıyordu, kasılıp salıyordu, aynı
hareketi yapıp duruyordu.
Açıklaman pek faydalı olmadı gibi, hala
bunun neresi havai fişek anlamadım.
“Oh, anladım. Eğer yuvarlak olanları
vücudunu açarsa ona benziyorlar gibi bir şey oluyor.”
Bu cevapla, Yuigahama küçük başını salladı.
Ve bir kez daha gösterdi, bu sefer tankın camına parmağıyla dokunuyordu.
“Öyle değil, buraya bak...”
Bunu söyledi ve arkada olan denizanasını
işaret etti, o denizanası vücudunun içinden dokunaçlarını çıkarıyordu. Bu uzun
dokunaçları bir anda kapanmadan önce tekrar açılıyordu. Aydınlatmadan gelen
ışık onları parlatıyordu. Suyun içinde altından bir süs çeşme gibiydi.
Evet, bu tip havai fişek görmüştüm.
Mevsim yazdı. Kalabalık bir parkta, sayısız
muazzam STARMINE göklere yükseliyordu ve Chiba Kule'sinin yarı ayna camlarına
yansıyorlardı. Patlamasının son anında süs çeşmelerine benziyorlardı. Parlak
bir gece gökyüzü ve bu ışığın havada bıraktığı izler. Hafızamdaki bu an.
Önümde duran Yuigahama Yukinoshita'ya
yakınlaştı.
ꕥ STARMINE-> Havai fişeklerin aralıksız
patlaması.
“Çok yakın...”
“Ehehe.”
Yuigahama söylenene aldırış etmediğinde,
Yukinoshita hayret içinde ona doğru vücudunu kıvırdı.
Birden Yukinoshita'nın elinden tuttu ve
tankı tam karşısına aldı.
Camdan yansımama baktım, kendimce onların
arkalarında olduğumu kontrol ettim.
Ve sonra, Yuigahama bir an için sakince
gözlerini kapadı.
“Üçümüz beraber bunu izlediğimiz için...
çok hoşnut oldum.”
Kelimeleri soluğu gibi rahatlamışca
çıkmıştı.
Bana tuhaf geliyordu bu kelimeler, yine de
anlamıştım. Yukinoshita çenesini tuttu ve başıyla onaylama yaptı. Tam bir şey
söyleyemem, şunu söyleyebilirim, o zaman hissettiklerimiz ile şimdikiler farklı
değildiler. Dayandığım şey bir ilizyondu. O koridordan çıktık ve çıkış bölümü
olan, içinde restoranlar, alış veriş yerleri olan yere girdik. Buradan sola
dönmek bizi dışarı çıkartacaktı. Görünüşe göre yol burada bitiyordu. Eğer bir
merdiven yukarı çıkılırsa girişe gidilirdi.
Geriye doğru baktım, buradan sağa dönülürse
ilk gittiğimiz çekiç başlı köpek balıklarının olduğu yere giderdik. Fakat bilet
bize tek turluk bir geziye izin veriyordu.
“BİTTİ!”
Yuigahama enerjik bir zıpladı ve bize
döndü.
“Hey, hadi bir kez daha dönelim!”
“Asla. Aynı yerleri gezmenin bir anlamı
yok.”
“E...Evet. Katılıyorum. Ben biraz da
yoruldum.”
Yuigahama'nın zıttına Yukinoshita yorgundu.
İçeride çok yürümüştük, Yukinoshita'nın
yorulmasına şaşmamalı. Onun gibi zayıf bir dayanıklılığa sahip biri için çok
zor geçmiştir zaten.
Bakışlarımı Yuigahama'ya kaydırdım. Lütfen
Yukinoshita'nın haline bir bak demek istiyordum.
Ve sonrasında Yuigahama saçının topuzu ile
oynarken yolun burasına kadar da geldiğimiz için yüzündeki isteksizliği
görmüştüm.
“Öyle mi?... Bence eğlenceli olurdu. Neyse
vaktimiz az zaten...”
Yuigahama saatine bakarken söyledi. Sonra
gözüne bir şey kestirdi.
“Ah!”
Sesini yükselterek büyük dönme dolabı
işaret etti.
Japonya'nın en büyük dönme dolabı. Çok büyük.
Ceketin arka gözünden dönme dolap biletimi
çıkardım ve göz gezdirdim. Çapı 111 metre ve yüksekliği 117 metre olduğunu
okudum.
Geçekte ne kadar olduğunu tanımlayamazdım.
Onunla bir şeyi kıyaslamak mümkün değildi. Yine de bir kelime ile açıkla
deseler bu uzun olurdu. Bir de korkunç.
İstemsizce ikinci bir kelime ile onu
tanımlayınca daha korktum.
Yuigahama buna binmeyi planlamıştı, pek
kuyruk olmadığı için bileti aldıktan kısa süre sonra hemen binebilmiştik.
Ve şimdi, korku başladı.
En son 10 yıl önce buna binmiş olduğum
aklıma geldi. Doğal olarak endişelenmeye başladım, yürürken ayaklarım
titriyordu. Dönme dolap başladığı anda acayip bir macera hissini her yerimde
hissediyordum. Dolabın rüzgar tarafından savrulması bana hayatımın riskte
olduğunu hissettiriyordu.
“Korkunç...” İstemsizce bir fısıltı kaçtı
ağzımdan.
Fakat, sadece fısıltıydı. Bir beyefendi iki
kızın önünde korkmamalıydı. Ve eğer buna tek başıma binmiş olsaydım şuan
titreyen başımı tutuyor olurdum.
Onlardan bahsetmişken, ikisi yan yana
oturmuşlardı. Ne kadar korktuklarını merak etmiştim.
“Waaa, çok yüksek! Korkunç! Delice
titriyorum!” Pencereye yaslanmış kendince eğleniyordu, yerinden kalacak gibi
yapıyordu. Onun sayesinde önceki fısıltım duyulmamıştı. Diğer taraftan Yukinoshita
solmuştu. Dışarıdaki manzaraya bakmıyordu, ayaklarına bakıyordu. “Bizi
dinlemedin galiba? Eğer istemiyorsan binmek zorunda değiliz demiştik.”
Yukinoshita zoraki bir gülümseme çıkardı ve
benden böyle sözler geleceğini biliyordu.
“Önemli değil... Herkes, bir arada...”
Bunu söylerken gözlerini kaçırdı. Ve sonra
bir anlığına altımızdaki dünya onun görüş alanına girmişti. Sesini yuttu. Ve
sonra yardım dilenircesine ellerini Yuigahama'ya uzattı. Onu kollarından tuttu
ve güçle onu yerine oturtturdu.
“Yuigahama-san. Dönme dolapta bunu
yapamazsın. Talimatları okumadın mı?”
“Yukinon, korkmuş gibi görünüyorsun!
Ö...Özür, ben kendimce eğleniyordum...”
“Eğlenmen ile bir sıkıntım yok ama, şu
talimatlara biraz uysan.”
Ahaha, Yuigahama gülerken onu azarlayan ve
soğuk tavırları olan Yukinoshita'dan özür diledi. Fakat Yukinoshita tuttuğu
kolu bırakmakta geri çekilmedi.
Kolunun hala tutulduğunu görünce Yuigahama
sakince yerine oturdu ve aralarındaki mesafeyi azalttı.
Ve sonra Yuigahama sağ taraftan bir yer
işaret etti.
“Bak, orada! Yukinon'un evi muhtemelen
oralarda. O yönde biraz yakın olsaydık kesinlikle görürdük.”
“Yeterli ama. Görebilmek için yeterince
yüksekteyiz.”
Bunu söylemesine rağmen Yukinoshita,
hareket etmemekte kararlıydı. Fakat göz uçlarından dışarıya bakmaya başladı.
“Haaaa” diye bir soluk verdi, tamamiyle merak ve tatminlik içeriyordu.
Onun ardından ben de dışarıdaki manzaraya
baktım.
Akşamüstünde Chiba'nın üstüne kalın ve
hızlı düşen kar sahnesi gözümdeydi.
Uzaktan, şehrin üzerini örten ince beyaz
makyajı görülüyordu.
“Çok güzel...”
Yuigahama'nın kelimeleri başımla onayladım.
Ben de öyle hissediyordum.
“Benim Chiba'mdan bu beklenirdi~”
“Ne zamandan beri senin oldu şehir?”
“Hem burası Tokyo, değil mi?” Dedi
Yuigahama.
“Edogawa Tokyo'nun 23 bölgesinden biri. Her
neyse işte, burası Kansai'ye yakın. Yani, buradan Chiba'nın görülebileceğine
eminim.”
Benden böyle bir şey duyduklarında
Yuigahama kıkırdadı, Yukinoshita hayret içinde gülümsedi.
Ve önümüze serilen manzarayı izlemeye devam
ettik, hiç sıkılmadık.
Bu her zamanki muhabbet, her zamanki ortam,
tam bizlik diye düşündüm. Ama yine de, ayağımda can çekişen bu kararsızlık ve
belirsizlik hakimdi.
Dönme dolap inişe geçmişti.
Kendi kararsızlığını saklayıp, yavaşça
dönmeye devam ediyordu, bir yol almıyordu, hep aynı yerinde dönüp duruyordu.
Fakat yine de, zamanla...
“...Az sonra sona erecek.” Diye mırıldandı.