31.03.2021
Kutsal Milis Krallığı
Çevirmen: AllahDiyenKirpi
Kısım 1
Kutsal Milis Krallığı.
Başkenti Milishion.
Kutsal Kılıç Anayolu’ndan
baktığınızda şehrin tamamını görmek mümkün.
Öncelikle, kaynağını [Mavi
Ejderha Sıradağları]’ndan alan [Nikolaus Nehri]’ni görüyoruz.
Bu nehir, masmavi rengi olan
[Yüce Göl]’e akıyor.
[Yüce Göl]’ün ortasında ise,
yüzen büyük beyaz bir kale, [Beyaz Saray] bulunmakta.
[Nikolaus Nehri]’ni takip edip,
oraya gittiğinizde…
Altın renginde parıldayan [Büyük
Kilise]’ye ve gümüş renginde ışıklar saçan [Mecaracılar Loncası Karargâhı]’na
ulaşmış olacaksınız.
Eğer oradan etrafa dikkatlice
bakacak olursanız, planlı bir şekilde oluşturulmuş bir şehrin önünüze serilmiş
olduğunu görebilirsiniz.
Son olarak da, şehri sarmış olan
yedi büyük kule ve şehrin hemen dışında bulunan çimenlik bir bölge bulunuyor.
İhtişam ve Uyum.
Bu iki niteliği de taşıdığından
dolayı, buraya dünyanın en güzel şehri de denilebilir.
Maceracı Kanlı Kont’un [Dünyayı
Geziyorum] seyahatnamesinden alıntıdır.
Kısım 2
Harbiden de çok güzel.
Sadece bir fantezi dünyasında
bulabileceğin mavi ve yeşilin o enfes uyumu.
Buna ek olarak, Edo veya
Sapporo’yu andıran iyi planlanmış bir şehir yapısı.
Eris hiç ses çıkarmadan, ağzı
açık bir biçimde manzarayı seyrediyordu.
Ruijerd de gözleri kısık bir
biçimde bakıyordu.
Bu ikisinin “hana yori dango”
kafasında olduklarını sanıyordum, ama demek ki güzel şeyleri de
görebiliyorlarmış.
ꕥ
Hana yori dango: Bir şeyin görünüşünden
çok, o şeyin özüne odaklanmak diyebiliriz.
‘Harika, öyle değil mi?’
Ve nedense, Gisu gururlu bir
biçimde böyle söyledi.
Niye gururlandın ki?
Diye bir düşüncem vardı, ama
harbiden sırf bu manzarayı görebilmiş olmak bile sizi gururlandırmaya yeter.
Böyle söylesem de, bu herifin
götünün gereğinden fazla kalkmasına izin vermek gibi bir niyetim yok.
‘Harbiden de harika, ama şu göl
yağmur mevsimi zamanlarından sıkıntı çıkarmaz mı?’
Olumsuz yorumlarda bulunmaya
başladım.
Gerçi cidden merak ediyorum.
Şehir, neredeyse tamamen, şu
devasa gölün merkezinde kalıyor.
Burasının hemen sadece kuzeyinde,
Yüce Orman’da, aralıksız üç ay boyunca yağmur yağıyor.
Öyle bir doğa olayının, haliyle,
buraya da bir etkisi olmalı.
‘Eskiden cidden büyük bir
sorunmuş bu, ama şimdileri şu büyük yedi kule, suyu devamlı kontrol altında
tutuyor. Bu yüzden, rahat davranıp böylesine büyük bir kaleyi gölün üzerine
inşa edebilmişler. Hiç sur falan görmüyorsun, değil mi? Çünkü şu kulelerin
şehrin etrafında durmaksızın büyülü bir bariyer oluşturmasından dolayı.’
‘Anlıyorum, yani Kutsal Milis
Krallığı’nın başkentine saldırmak için önce bu yedi tane kuleyi bir şekilde yok
etmek gerekiyor.’
‘Öyle tehlikeli şeyler söyleme,
eğer şaka bile olsa, kilise şövalyeleri duyarsa seni yine de yakalayıp hapse
atarlar?’
‘…Tamam söylemem.’
Eğer Gisu’nun söylediğini doğru
kabul edecek olursam, şu yedi tane kule ayakta kaldığı sürece, şehir hiçbir
zaman bir afetten ya da salgından etkilenmeyecek.
Arkasındaki teoriyi bilmiyorum
ama kulağa bayağı kullanışlı bir şeymiş gibi geliyor.
‘Hadiyin, gidiyoruz!’
Eris heyecanlı bir şekilde
bağırdı ve biz de at arabası ile ilerlemeye devam ettik.
Kısım 3
Milisihon şehri, dört semte
ayrılmış bir şehir.
Kuzeyde, [Yerleşke Bölgesi]
bulunuyor.
Şehrin müstakil ev ve lojmanları
için ayrılmış olan kısmı.
Soylu ve şövalyelerin ailelerinin
kaldığı kısım, ortalama bir vatandaşınkinden biraz farklı ama mantıken hepsi
müstakil ev.
Doğuda, [Ticaret Bölgesi]
bulunmakta.
Her çeşit tüccarın bir araya
geldiği bir bölge orası.
Bir sürü küçük küçük dükkanların
olduğu bir yer.
Şirketlerin almış oldukları
ticari sözleşmeleri tamamladıkları veya genişlettikleri, bu dünyanın ticaret
merkezi gibi düşünebilirsiniz.
Demirciler ve müzayede evleri de
burada bulunuyor.
Güneyde, [Maceracılar Bölgesi]
var.
Maceracıların toplaştıkları yer.
Maceracılar Loncası Karargâhı’nın
etrafına dizilmiş, maceracılara yönelik olan, her çeşit dükkan ve han burada
bulunuyor.
Bozuk maceracılara yönelik
olarak, kumarhane gibi yerlerin bulunduğu bir kenar mahalle de mevcut, yani
temkinli olmakta fayda var.
Çoğunlukla, köleler, ticaret
bölgesindense burada satışa çıkartılıyor.
Batıda ise, [Kutsal Bölge] olarak
adlandırılmış yer var.
Kutsal Milis Kilisesi ile
bağlantılı olan kişiler burada yaşıyorlar.
Ayrıca şu devasa Büyük Kilise de
burada.
Bir de, Kutsal Milis Şovalyeleri’nin
üsleri de burada.
Diyerekten, Gisu bize hepsini bir
bir anlattı.
Kısım 4
Biraz dolaştık ve maceracılar
bölgesinin bulunduğu kısımdan şehre giriş yaptık.
Gisu’nun dediğine göre, eğer
maceracılar bu bölgeden başka bir bölgeyi kullanarak şehre girmeye kalkarlarsa,
gözaltına alınıp sorguya çekilirlermiş ve bu işlem bayağı uzun sürebilirmiş.
Ne kadar da meşakkatli bir şehir.
Şehre girdiğimiz anda, ortamın
havası değişiverdi.
Eğer dışarıdan bakacak olursanız
Milishion çok güzel bir şehir; ama, içine girdikten sonra diğer şehirlerden pek
de farklı değil.
Şehre girdiğimiz yerin yakınında,
hanlar ve ahırlar bulunuyor.
Seyyar satıcılar yan yana
dizilmiş bir şekilde, müşterilerin onlara gelmeleri için bağırıp duruyorlar.
Anayolun birazcık aşağısında da
bir silah dükkanı olduğunu gördüm.
Şu dar ara sokakların birinde,
muhtemelen daha ucuza tutabileceğimiz hanlar falan vardır.
Bu arada, gümüş gibi parlaması
gereken Maceracılar Loncası Karargâhı da şehrin girişinden görülebiliyordu.
İlk önce, at arabamızı ahırlardan
birine bırakmaya gittik.
Söylediklerini birazcık
dinledikten sonra vale hizmeti sunduklarını öğrendim.
Öbür şehirlerde sunulmayan bir
hizmet.
Sonuçta, böylesine büyük bir
şehirde tutunmak istiyorlarsa, sunabilecekleri en iyi hizmeti sunmaları lazım.
Yoksa muhtemelen kepenkleri kapatmak zorunda kalırlar.
‘Şimdi~, uğramam gereken bazı
yerler var da, o yüzden bana müsaade!’
Atımızı da ahıra bıraktıktan
sonra Gisu birdenbire böyle söyledi.
‘Eh? Şimdiden ayrılıyor musun?’
Çok ani oldu bu.
En azından bu gecelik birlikte
aynı handa falan kalırdık.
‘Ne oldu? Ben yokken yalnız mı
hissedersin yoksa, senpai~?’
‘Evet, birazcık yalnız
hissederim.’
Söylediği alaycı sözlere karşı
dürüstçe cevap verdim.
Sadece kısa bir süreliğine Gisu
ile beraber olduk ama, kötü zamanlar değildi.
Yolculuk sırasında kafa dengi
birileri bulmuş olmak, kıymetinin bilinmesi gereken bir şey.
Gisu sağolsun, kim bilir ne kadar
stresten kurtulmuşumdur.
Ayrıca, o gittiği zaman
yemeklerin yeniden kötüleşeceğini düşündükçe moralim bir hayli bozuluyor.
‘Yalnız hissetmene hiç gerek yok
senpai. Aynı şehirde olduğumuz sürece yeniden görüşebiliriz, merak etme.’
Gisu omuz silkti ve kafamı
okşadı.
Sonra öylece el sallayıp
uzaklaşmaya başladı.
Ama Eris önünü kesti.
‘Gisu!’
Kollarını çapraz yaptığı ve çenesini
de yukarı kaldırdığı bir halde; yani her zamanki duruşu.
‘Bir dahaki sefere bana yemek
pişirmesini öğret!’
‘İşte bu yüzden asla olmaz
demiştim. Çok ısrarcısın.’
Kafasını kaşırken yanından
yürüyüp geçti.
Ve yanından geçtiği sırada
Ruijerd’in omzuna elini koydu.
‘O zaman, kendine iyi bak Danna.’
‘Sen de kendine iyi bak. Çok
fazla kötü işlere girişme.’
‘Tamam, tamam.’
Bize el sallarken, kalabalığın
içine karıştı.
Bir anda olup bitti.
Öyle ki, gören, beraber yolda iki
ay geçirmemişiz zanneder.
Cidden bir anda ayrıldık.
O maymun suratlı herif,
kalabalığın içinde tam kaybolacağı sırada.
Birden kafasını geri çevirdi.
‘Ah, aynen senpai. Maceracılar
loncasına gidip yüzünü gösterdiğine mutlaka emin ol!’
‘He? Ah, peki!’
Zaten maceracılar loncasına
illaki gideceğiz, gidip para kazanmaktan başka seçeneğimiz yok.
Ancak, şimdi neden böyle söyledi
ki?
Nedenini tam olarak bilmiyorum
ama cevabımı duyduktan sonra Gisu yeniden kalabalığın içinde kayboldu.
Kısım 5
İlk iş, kalmak için bir han
bulmak.
İlk defa yeni bir kasabaya
vardığımızda kalmak için bir han aramak, giriştiğimiz en temel görev.
Milishion’da, ana caddenin her
yerinde, bulabileceğiniz hanların sayısı sürüsüne bereket.
Pasajı geçip biraz daha
yürüdüğümüzde, hanlar sokağı denilebilecek bir yere ulaştık.
Her birine bir defa baktıktan
sonra, sonunda birisinde karar kıldık.
[Şafak’ın Işığı Hanı]
Han ana caddeden birazcık uzakta
kalıyor.
Ancak, arka sokaklardan da uzak
kalıyor ve çevresi de asayiş bakımından fena sayılmaz.
Gizlice sunduğu bazı hizmetleri
de düşünürsek, C ila B seviyesindeki maceracıların ihtiyaçlarını karşılamaya
yönelik işletilen bir han.
Odalarının pek de güneş ışığı
görmemesi biraz kötü, eğer kötü olarak kabul edecek olursanız.
Bir han bul ve yolculuk sonrası
ile alakalı şeylerle ilgilen, eğer zaman artarsa maceracılar loncasına git ve
şehirde satılan malların fiyatlarını kontrol et, eğer daha da fazla zaman
artarsa biraz rahatla ve etrafta istediğin gibi dolaşmanın keyfini çıkar, sonra
hana geri dön ve gelecek planlar hakkında toplantı yap.
Genel olarak yaptığımız
aktiviteler böyle.
‘Daha ucuz bir yerde kalsaydık
iyi olmaz mıydı?’
Eris hayretler içerisinde sordu.
Söylediği şey tamamen doğru.
Paramızı iyi kullanmamız gerek.
Her zaman söylediğim şey.
Gerçi şu an, işleri ağırdan almak
gibi bir lükse sahibiz.
Dorudia köyünü koruma sırasında
elde ettiğimiz paralar.
Ve Gyes’den ödül olarak aldığımız
paralar.
İkisini toplayınca 7 Milis
Altını’ndan birazcık daha fazla ediyor.
Hakikaten, para biriktirmekten
başka seçeneğimiz yok ama şu an için durumumuz sıkıntılı değil.
Bu yüzden, bir miktar lüksten
zarar gelmez.
Ben bile arada sırada rahat bir
yatakta uyumanın keyfini sürmek istiyorum.
‘Hani, arada biraz rahat
davranmaktan zarar gelmez."
Eris’e bir bakış attıktan sonra
odaya girdim.
Bayağı temiz ve düzenli bir oda.
Odada masa ve sandalyelerin
bulunması bile gerçekten iyi bir şey.
Odanın kapısında kilit vardı ve
pencereleri bile panjurluydu.
Eski dünyamdaki iş otelleri ile
kıyaslanamaz tabii ama bu dünyanın ortalamasına göre kaliteli bir oda.
Peki öyleyse, kalacak bir yer
bulduktan sonra yapacağımız şeyleri zaten belirlemiştik.
Ekipmanımızı tamir etmek ve
yeniden stoklamamız gereken tüketilir malların bir listesini hazırlamak.
Yatağımızı havalandırmak,
çarşafları yıkamak ve hazır elimiz değmişken de yerleri süpürmek.
Bu işler o kadar rutin bir hale
geldi ki benim bir şey söylememe bile gerek kalmadan herkes sessizce işe
koyuldu.
Her şeyi hallettiğimiz sırada,
güneş batmak üzereydi ve dışarısı kararmaya başlamıştı.
Buraya öğle vaktinden birazcık
sonra vardığımızdan dolayı.
Loncayı ziyaret etmek için
zamanımız kalmadı.
Neyse, loncaya gitmek için
bir-iki gün daha beklesek bile pek de bir şey değişmez.
Hanın bitişiğindeki meyhanede
karnımızı doyurduktan sonra, odalarımıza geri döndük.
Ve birbirimize dönük bir şekilde
oturduk.
Gelecek planlarımız için toplantı
yapma vakti.
‘O zaman, [Ölü Son] Takımı’nın
strateji toplantısı başlasın. Bu Milis’in başkentindeki ilk toplantımız olacak,
o yüzden işleri biraz heyecanlı hale getirelim."
Alkış tutmaya başladım ve
öbürleri de isteksizce alkış tuttular.
Ortamın akışına göre gitmek
konusunda çok kötüler. Neyse, fark etmez.
‘Sonunda buraya kadar gelmeyi
başardık.’
Konuşmaya bunu belirterek
başladım.
Uzun bir yolculuk oldu sonuçta.
Bir yıldan birazcık daha fazla
bir süre Büyülü Kıta’da ve üstüne Yüce Orman’da geçen dört ay.
Toplamda bir buçuk yıl.
Tam bir buçuk yıl geçti ve anca.
Anca, insanların yaşadığı bir
yere varabildik.
Türlü türlü badireler atlattık.
Buradan sonra, yollar düzgünce
bakımı yapılmış ve düz olacak.
Eğer şu ana kadarki her şeyle
kıyaslayacak olursam, güvenli olacak diyebilirim.
Yine de, katedeceğimiz mesafeyi
düşünürsek, daha gitmemiz gereken çok yol var.
Milis’ten Asura’ya.
Dünyanın yarısı kadar mesafeyi
daha aşmamız gerek.
Gitmemiz ne kadar kolaylaşacak da
olsa, bu durum gitmemiz gereken mesafeyi azaltmıyor.
Aşağı yukarı bir yıl daha sürer
diye tahmin ediyorum.
Öyleyse bir numaralı sorunumuz
tabii ki…
Para.
‘Şu an için, hazır şehirdeyken,
biraz para kazanmaya başlamak istiyorum.’
‘Neden?’
Eris’in sorusuna nazikçe cevap
verdim.
‘Büyülü Kıta’da ve Yüce Orman’da
geçirdiğimiz zaman süresince anladım ki, insanların bölgesinde fiyatlar bir
hayli yüksek.’
Bu zamana kadar gördüğüm bütün
market fiyatlarını hatırladım.
Aziz Limanı’ndaki fiyatları
kontrol edememiştim ama, gerçi genel olarak Büyülü Kıta’daki ve han
kasabasındaki fiyatları halen hatırlıyorum.
Oradaki fiyatlara kıyasla Milis
ve Asura krallıklarındaki fiyatlar yüksek kalıyor.
Kaldığımız bu hanın fiyatı bile,
eğer Büyülü Kıta’daki herhangi bir han ile kıyaslayacak olursanız, aradaki
fiyat farkı gözlerinizin yerinden fırlamasına sebep olur.
Hem insanlar, diğer ırklara göre
paraya ayrıca önem veriyorlar.
Açgözlülük ile ilgili bir şey
söylemeyeceğim.
‘Milis parasının değeri yüksek.
Asura Krallığı’ndan sonraki en değerli para Milis’in, yani dünyanın en değerli
ikinci parası. Pazardaki fiyatlar oldukça yüksek ama bunun anlamı alacağımız
işlerin ödemeleri de bir hayli yüksek olacak demektir. Büyülü Kıta’daki gibi
her şehirde aşağı yukarı bir hafta falan kalmak yerine, bu şehirde bir ay kadar
kalarak bu süre içerisinde olabildiğince para biriktirmeye çalışmak daha
verimli olacaktır.’
Milis parası cidden değerli.
Başka bir deyişle, eğer burada
yeterince para kazanabilirsek, daha sonrası için kafa yormamıza gerek
kalmayacak. Merkez Kıta’ya geçmek için gereken harç ile ilgili olarak da bir
sorunumuz olmayacak.
‘Hem zaten Merkez Kıta’ya Supard
ırkından birisini geçirmenin ücretini de henüz biliyor değiliz.’
Kıtadan kıtaya geçmeyi söylediğim
zaman Eris’in yüzü ekşidi.
Zamanında yaşamış olduğu şu deniz
tutması aklına gelmiş olmalı.
Muhtemelen onun için kötü bir anı
olmalı ama benim için güzel bir anıydı.
Sana yardımcı olmak için her
zaman yanında olacağım, merak etme.
‘Parayı burada toplayacağız ve
Asura’ya tek seferde gideceğiz. Gerçi eğer böyle yaparsak Supard ırkının adını
doğru dürüst yayamayacağız Ruijerd-san. Senin için bir mahsuru var mı?"
Ruijerd sessizce başını salladı.
Aslında, Supard ırkının
tanıtımını yapma sebebim, daha çok, yaparken keyif alıyor oluşumla alakalı.
Bana göre Supardların adındaki
lekeyi yavaş yavaş ve adam akıllı temizlemek daha iyi bir tercih.
Yarım sene ya da bir sene içinde
falan.
Eğer büyük bir şehirde bu işi
yapacak olsaydık, normalden daha da etkili bir şekilde ismindeki lekeyi
temizlerdik.
Ancak, sırf buraya kadar gelmek
bile toplamda bir buçuk senemizi aldı.
Bir buçuk sene.
Az buz değil.
Bir bu kadar daha zaman geçsin
istemiyorum.
Eğer düşünecek olursanız, bir
buçuk yıl kadar kaybolmak gibi bir şey bu.
Ailem bayağı bir merak etmiştir
beni.
Acaba şu an nasıllardır.
Tam bunu düşüdüğüm sırada, bir
kere bile mektup göndermemiş olduğumu hatırladım.
Sürekli ‘bir tane gönder, bir
tane gönder’ diye kendime söyleyip durdum ama başımızdan o kadar fazla şey
geçti ki, mektup yazmak arada kaynadı.
Bir mektup, he.
Tamamdır.
‘Hadi yarını serbest olduğumuz
bir gün yapalım.’
Zaten tatil kavramı, şimdiye dek
ara ara kullandığımız bir şey.
İlkten, Eris’e ders verdiğimiz
sıralarda, arada nefes alması için ayırdığımız bir süreydi, ama zamanla benim
işime gelen bir şeye dönüştü.
Eris yorgunluğunu hiçbir zaman
belli etmiyor ve Ruijerd de zaten bir [sert adam].
Acınası ve zayıf olan kişi, bir
tek benim.
Tabii ki de, ben bile eski
halimle kıyaslanamayacak kadar güçlendim.
Bu ikisiyle aşık atamam ama
ortalama bir maceracınınki kadar bir güce sahip olmalıyım.
Yani olay fiziksel yorgunlukla
değil.
Zihinsel yorgunlukla alakalı.
İrade olarak zayıfım.
Yolculuk boyunca öldürdüğüm her
bir canavar, biriken stresime daha da stres katıyor.
Gerçi bu sefer o kadar da
yorulmadım.
Bilgi toplamak, işlerin ne
olduğunu kontrol etmek ve diğer bazı şeyler.
Eğer işlere öncelik verecek
olsaydım, o zaman eminim ki mektup yollama işini gene unutacak olurdum.
Şimdiye kadar hep böyle oldu.
Bu yüzden, yarın bütün günümü
mektup yazmaya ayıracağım ki bu kez unutup kalmayayım.
‘Rudeus, yine mi bir yerlerine
bir şey oldu?"
‘Yok, bu sefer farklı bir durum
söz konusu. Mektup yollamayı düşünüyorum.’
‘Mektup mu?’
Eris’in sorusuna cevap olarak
başımı salladım.
‘Evet, güvende olduğumuzu
belirten bir mektup.’
‘Hmmm… Öyleyse, bu işi sadece
sana bıraksam da olur Rudeus.’
‘Evet.’
Yarın bir mektup yazacağım.
Buina Köyü’nü birazcık
hatırladıktan sonra, Paul ve Slyphy için birer mektup yazmaya karar verdim.
Asla mektup göndermemem
gerektiğini söylemişti Paul ama böyle bir durum söz konusu iken dert edeceğini
sanmıyorum.
Mektubun ellerine ulaşma ihtimali
o kadar yüksek değil gerçi…
Asura Krallığı’ndan Shirone
Krallığı’ndaki Roxy ile mektuplaştığımız zamanlarda, her yedi mektuptan biri
hiçbir zaman yerine ulaşamadı.
Yani, içeriği aynı olan birden
fazla mektup göndersem iyi olur.
Bu sefer öyle yapayım, aynen.
‘Peki siz ne yapmayı düşünüyorsunuz?’
‘Goblin zaptetme görevi
yapacağım!’
Soruma cevap olarak, Eris böyle
söyledi.
‘Goblin mi?’
Yani goblin derken, şu bildiğimiz
goblinler mi?
Hani bir insanın yarısı kadar
uzun olan ve ellerinde sopa taşıyan, sarı-yeşil renginde cildi olan, şu
fantastik-erotik oyunların neredeyse hepsinde karşılaştığımız, bayağı bir azgın
olan ve muradlarına erene dek ellerinden geleni ardlarına koymayan o malum
varlıklar.
‘Şehirde gezerken bu civarlarda
goblinlere rastlanıldığını duydum. Eğer gerçekten bir maceracıysam, mutlaka
birkaç tane goblin gördüğüme emin olmam gerekir!"
İçi içine sığmayan bir biçimde,
böyle söyledi Erisciğimiz.
Bu dünyadaki goblinler, neredeyse
sıçanlar gibi.
Hızlıca ürüyorlar ve milletin
başına bela olup duruyorlar.
Birçoğu konuşabilme becerisine
sahip -yani bu yüzden onları bir nevi büyülü yaratık olarak düşünebiliriz-,
konuşabiliyor olmalarına rağmen sırf içgüdüleri ile hareket ettiklerinden
dolayı birileri onları yok edene kadar durmadan üremekten başka bir şey
yapmıyorlar.
‘Anladım. Ruijerd-san, peki sen
de yanında koruma mı olacaksın?’
‘Goblinlere ben tek yeterim!’
Söylediklerime cevaben Eris
sesini yükseltti.
Söylediklerimin onu gücendirdiği
yüzünden belli oluyordu.
Biraz düşündüm.
Eris güçlü birisi.
Dereceleri bakımından düşünürsek,
goblinler E-seviye canavarlar sınıfında.
Büyülü Kıta’da hiç
olmadıklarından dolayı, gerçeğiyle hiç karşılaşmadım ama tehlikesi düşük
olmalı.
Kılıcı bir kere bile eline almış
bir çocuğun bile yenebileceği bir rakip.
Mukayese etmek adına, Eris
B-seviye canavarlarla eşit şekilde dövüşebilen birisi.
Sanırım Ruijerd’i yanına koruma
olması için zorlamak birazcık aşırıya kaçar, değil mi?
Hayır, ama… eğer bir kadın
maceracı goblinler tarafından bir şekilde yenilgiye uğratılacak olursa,
varacağı durumu hepimiz biliyoruz.
Bu dünyadaki goblinler hakkında
pek bir şey bilmiyorum ama, önceki dünyamda goblinler erotik şeyler yapan
mahluklar olarak bilinirdi. Buradakiler de öyledir herhalde.
Eğer ben bir goblin olsaydım ve
bir şekilde Eris’i bayıltabilseydim…
O andan itibaren tatmin dolu bir
goblin yaşamı sürerdim.
Ona bir gün bile nefes
aldırmazdım.
Valla aldırmazdım.
Sanıyorum tek başına gitse de ona
bir şey olmaz.
Yine de…
Gerçi…
Eğer hiç beklemediğim bir anda
Eris’in başına bir iş gelecek olursa, Ghyslaine ve Philip’e bakacak yüzüm
kalmaz.
‘Rudeus. Sorun olmaz. Bırak gidip
görsün.’
Bunun hakkında düşünürken,
Ruijerd böyle söyledi.
Ruijerd’in böyle konuşması çok
nadirdir.
Bu bir buçuk sene boyunca,
Ruijerd Eris’e her çeşit canavara karşı nasıl savaşması gerektiğini öğretti.
Ben öğrenirken çok zorlandım ama
Eris olması gerektiği gibi öğrendi.
Madem öyle diyorsun, o zaman
sorun çıkmaz, umarım.
‘Peki madem. Rakibin zayıf bile
olsa asla tedbiri elden bırakma, olur mu Eris.’
‘Elbette!’
‘Düzgün bir şekilde
hazırlandığına da emin ol, tamam mı.’
‘Biliyorum!’
‘Eğer tehlikede hissedersen,
arkana bakmadan kaç.’
‘Sana biliyorum dedim!’
‘En kötü, rakibinin elini tutup
“Tacizci, imdat!” diye bağır.’
‘Gıcıklık etme! Ben bile bir
goblini zapt edebilirim!’
Onu kızdırdım.
Halen bayağı bir tedirginim ama
hadi bu konuda tecrübeli olan Ruijerd’e inanalım.
‘O zaman daha da bir şey
söylemeyeceğim. Elinden gelene yap.’
‘Evet, elimden geleni yapacağım!’
Eris tamin olmuş bir ifade ile
onayladı.
‘Sonra… Ruijerd-san, peki sen ne
yapmayı düşünüyorsun?’
‘Bir tanıdığı ziyarete
gideceğim.’
Tanıdık kelimesini Ruijerd’in
ağzından ilk defa duyuyorum.
‘Oh, bir tanıdık mı? Senin
tanıdıkların mı var Ruijerd-san?’
‘Tabii ki de var.’
Yalnız birisi olduğunu sanıyordum
gerçi…
Yani, herhalde, 500 sene kadar
yaşarsanız sizin de bir iki tane tanıdığınız illa ki olur.
İyi de neden bu Milishion
şehrinde diye bir düşüncem vardı, ama öbür yandan düşünecek olursak, böylesine
büyük bir şehirde Ruijerd’in tanıdıklarının olması gayet mümkün.
‘Tanıdığın nasıl biri?’
‘Bir savaşçı.’
Bir başka savaşçı, heh.
Eğer öyleyse, muhtemelen
zamanında Büyülü Kıta’da kurtardığı kişilerden birisidir.
Neyse, çok da burnumu sokmayayım.
Ruijerd’in velisi falan değilim.
Tatil olarak belirlediğimiz günde, kiminle buluşacağını falan sormak kabaca bir
davranış olur.
Kısım 6
Ertesi gün, Eris ve Ruijerd
farklı zamanlarda ayrıldılar.
Ben de dışarı çıkıp, bir miktar
kağıt, bir kalem ve biraz mürekkep almak için şehrin göbeğine indim.
Hazır elim değmişken, bir de
Kutsal Milis Krallığı’ndaki pazar fiyatlarını kontrol edeyim dedim.
Yiyecek bakımından, Büyülü
Kıta’ya kıyasla fiyatlar bir hayli ucuz.
Ayrıca yiyecekler o kadar
kaliteli ki, Büyülü Kıta’dakilerle kıyas kabul etmez.
Her çeşit ve taptaze etler ve
balıklar, tezgâhlara birer birer sıralanmış, üstelik yanında memnuniyetle taze
sebzelerden de satıyorlar.
Beni en çok şaşırtan şey ise
yumurta oldu.
Aşırı derece ucuz bir fiyata
tavuk yumurtaları satılmakta.
Taze yumurtalar, gerçekten
tavuktan daha bu sabah çıkmışlar.
Büyülü Kıta’da da orada burada satılan
yumurtalar görmüştüm.
Ancak, tavuk yumurtaları değil
de, büyülü hayvanların yumurtalarıydı.
Büyülü hayvanları daha yumurtadan
çıkmadan önce alıyorlar ve sonra da yumurtlamaları için eğiterek yumurtalarını
topluyorlardı. Yavrunun yumurtadan çıkınca gördüğü ilk canlıyı annesi
sanmasından faydalanarak.
Tabii ki, onların amaçları
yumurtayı yemek değildi.
Hem o yumurtaların fiyatları öyle
ucuz da değildi, ki hemen alıp istediğin gibi pişirebilesin.
Bu arada, bu dünyada kümes
hayvancılığı mevcut.
Buina köyünde bile tavuklara
bakan bir adam vardı.
Daha doğrusu, tavuk benzeri
kuşları vardı.
Görünüşe göre kümes hayvancılığı
Milis’te oldukça yaygın bir şey.
Pilavın üstüne dökülmüş çiğ
yumurta yeme isteğimin üstesinden geleli bayağı bir olmuştu.
TKG.
Tamago kake gohan.
ꕥ
Kelime anlamı olarak “yumurtalı pilav”
demek.
Mükemmel bir yemek.
Ancak, pilavın yanında gidecek
soya sosu benzeri bir şey bulunmuyor.
Sırf emin olmak için bütün pazarı
dolaştım ama ona benzer bir şeye rastlamadım.
Tıpkı Asura Krallığı’ndaki gibi,
burada da temel gıda maddesi ekmek.
Bu dünyada pirincin var olduğunu
çoktan onayladım.
Pirincin temel olarak tüketildiği
yerler Ana Kıta’nın kuzey ve doğu tarafları.
Roxy mektuplarından birisinde de
Shirone Krallığı’ndan pirincin temin edilebildiğinden bahsetmişti.
Sebzeler, çeşit çeşit balık eti
ve sığır eti ile pirinci karıştırıp yapılan bir çeşit yemek, o yöredeki en
yaygın yemek.
Ama… her nasılsa…
Orada kümes hayvancılığı falan
yapılmıyormuş.
İklimden dolayı mı, yoksa
tavuklarımı yok bilmiyorum, herhalükârda, yumurta orada bulunan bir şey değil.
Hele bir de zaten soya sosu
benzeri bir şeyleri de yok.
Bitki ansiklopedisinde soya
benzeri bir bitki görmüştüm ama anladığım kadarıyla kimse onu fermente edip
sosa çevirmeye çalışmamış.
Gerçi ararsak illa ki bulunur.
Yumurta ve pirinç var nasıl olsa.
Bir gün ne olursa olsun onu da
elde edeceğim.
Sonra da pişirip yiyeceğim tamago
kake gohanı.
Yumurtaların temiz olup
olmamaları çok da önemli değil.
Yiyip hasta olsam bile, nasıl
olsa büyü kullanarak kendimi iyileştirebilirim.
Kısım 7
Pazar fiyatlarını araştırdıktan
sonra, bir yandan “mektupta ne yazsam” diye düşünürken, hanın yolunu tuttum.
Eğer düşünecek olursam, Paul ve
Slyphy’e ilk defa mektup yazacağım.
Acaba yazmaya Boreas
Mâlikanesi’nde geçirdiğim zamanları anlatarak mı başlasam.
Hayır, halen yaşadığımızı ve iyi
olduğumuzu bahsetmem daha önemli.
Büyülü Kıta’ya ışınlandığımızı
söylediğim sürece fark etmez.
Şimdi düşünüyorum da, başımdan
bir sürü olay geçti.
Bir Supard ile beraber yolculuk
ettim, Yüce Şeytan İmparatoriçe’si ile tanıştım, üç aydan biraz daha uzun bir
süre hayvan ırkı köyünde kaldım… Acaba bütün bu olanlara inanırlar mı?
En azından, Yüce Şeytan
İmparatoriçe’si ile karşılaşmam ve bana Şeytan Gözlerinden vermiş olması,
normalde inanılacak gibi değil.
İster inansınlar ister
inanmasınlar, ama öyle olduğu bir gerçek.
Hayvan ırkının köyünden
bahsetmişken, umarım Ghyslaine de iyidir.
Öylesine güçlü birisi olduğundan
dolayı, garip bir yere ışınlanmadığı sürece büyük ihtimalle başının çaresine
bakmayı başarır.
Boreas ailesindeki herkes de
bayağı bir endişelenmiş olmalılar.
Philip, Sauros, Hilda.
Kâhya Alphonse ve hatta hizmetçi
kızlar bile.
Sauros dede nereye ışınlanmış
olursa olsun, eminim ki şiddetli bir şekilde bağırarak sesini duyurabilmiştir.
Bunları düşündüğüm sırada, dar
bir sokağa girdim.
Milishion’da böyle birçok sokak
bulunmakta.
İlkten yapıldığı zaman haritasını
çizmeye kalksalardı, herhalde güzel bir Go tahtasına benzeyen bir görüntü
ortaya çıkacak olurdu. Ama her boyuttaki evleri yıkıp yeniden inşa etmekle
geçen bir süre sonrasında, şehrin görüntüsü yavaş yavaş değişmiş ve böylece bu
kısa ve dar sokaklar meydana gelmiş.
ꕥ Go, Japon satrancı diyebileceğimiz bir tür masa oyunu
Yine de, belki ilkten bir Go
tahtasına benzer bir biçimde planlanmış olsa gerek, kaybolmaktan dolayı endişe
etmiyor insan.
Bu yüzden, hana geri dönerken
farklı bir yoldan gitmeye karar vermiştim.
Belki randevuya çıkmak için güzel
mekanlar bulabilirim kafasıyla.
Bizim evdeki kızıl saçlı kız
oldukça hırçın birisi, gerçi üstüne şirin elbiseler geçirdiği sürece oldukça
alımlı görünür, eğer burada bir ay kadar kalacaksak belki de birkaç kez
randevuya çıkma fırsatımız olur.
Eğer işler öyle gerçekleşecek
olursa, onu güzel yerlerde gezdirerek üzerimde güzel bir izlenim oluşturmam
önemli.
Tam bütün bunları düşünmekle
meşguldüm ki, beş kişinin sokağın karşısından üzerime doğru koştuklarını
gördüm.
Maceracı gibi durmuyorlardı.
Söylemem gerekirse, şehir
magandaları gibi bir izlenim veriyorlardı.
Tehditkar görünmek istercesine
giyinmeye çalışmışlardı.
Tek kelime ile ifade edecek
olursam, acemice.
Fakat, birdenbire böylesine dar
bir sokağa giren birkaç yetişkin adam hakkında iyi düşünecek değilim.
Karşı karşıya gelmemiz
kaçınılmaz.
Sokağın dar tarafındaki küçük bir
çocuk olsam bile, yanyana bu sokağa girdiklerinden dolayı illa ki karşı karşıya
geleceğiz.
Kötü yaramaz çocuk lideri (Emi)
gibi olmalı ve tek tek onların gözlerinin içine -arıza çıkmaması için- bakmam
mı gerekli?
‘Yoldan çekil!’
Efendi gibi duvara yanaştım.
Hayır, lütfen yanlış anlamayın.
Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır.
Ben sadece gereksiz kavgalardan kaçmak adına öyle yaptım.
Hem aceleleri varmış gibi
duruyordu ve benimse acelem falan yok.
Yani kenara çekilmem kesinlikle
korktuğumdan dolayı değil.
Çoğunlukla mı?
Valla yalan söylemiyorum.
Ayrıca, bilirsiniz, insanları
görünüşlerine göre değerlendirmemek lazım.
Serseri gibi görünüyorlardı ama
içlerinden biri çok ünlü bir kılıç ustası olabilir.
Eğer kendi gücüme fazla güvenirsem ve bunun sonucunda rakibin saldırgan tavırlarına aynı şekilde karşılık verecek olursam ve de meğersem içlerinden birisi soylu birisinin yaramaz çocuğu falan çıkacak olursa... bu yol benim için *Ölü Son* olur.
Böyle bir şey olabilir.
Sonuçta bu dünyada Yüce Şeytan
İmparatoriçesi’ni arka sokakların birisinde açlıktan ölmek üzereyken bile
bulabilirsiniz.
Değil mi ama.
Gereksiz kavgalardan kaçınmak en
iyisi.
Diye düşünüyordum ama…
Tam yanımdan geçecekleri sırada,
ortadaki iki kişinin ellerinde büyükçe bir torba olduğunu gördüm.
İkisi yanyana giderken ellerinde
onu taşıyorlardı.
Sonra o torbanın içinden çıkan küçük
bir el olduğunu fark ettim.
Kuvvetle muhtemel, o torbanın
içinde bir çocuk var.
[Bir başka insan kaçakçılığı,
ha.]
Bu dünyaca cidden çok fazla insan
kaçakçılığı var.
Suçlular bir fırsat gördükleri
anda hemen bir araya gelip birisini kaçırıyorlar.
Asura Krallığı’nda, Büyülü
Kıta’da, Yüce Orman’da, Kutsal Milis Krallığı’nda… durduk yere çocukları
kaçırmaya başlıyorlar.
Gisu’nun söylediğine göre, adam
kaçırma ve rehin alma oldukça kâr getiren işler.
Bugünlerde, orada burada bir sürü
anlaşmazlıklar mevcut, ama genel olarak etraf huzurlu, Merkez Kıta’nın
ortalarına ve kuzey taraflarına ulaştırılan kölelerin sayısı da az.
Yine de, kendisine bir köle
isteyenlerin sayısı oldukça fazla.
Özellikle de Asura ve Kutsal
Milis Krallığı gibi zengin ülkelerde.
Başka bir deyişle, arz ve talep
meselesi.
Eğer birisini kaçırmayı
başarabilirsen, oldukça yüksek meblağlara satabilirsin.
Bundan dolayı, insan kaçakçılığı
hiçbir zaman sona ermeyecek.
Gerçek bu.
İnsan kaçakçılığını
durdurabilecek şey, ancak çok büyük çaplı bir savaş çıkması olurdu.
Ama… yine de… bir çocuğu
kaçırmak, ha.
Eğer beş kişi sadece onu taşımak
için var ise, bu demektir bu işi önceden planlamışlar.
Torbanın içindeki kişinin zengin
bir soylunun ya da tüccarın bir kızı olduğunu düşünüyorum.
Dürüst olmam gerekirse, bu işe
bulaşmaya hiç niyetim yok.
Eğer çocuğu kurtarmaya çalışacak
olursam, beni suçlulardan biri sanarak hapse tıkabilirler.
Öylesine acı bir deneyimi daha
birkaç ay evvel tecrübe ettim zaten.
O zaman, onları görmezden mi
gelmeliyim?
Hayır, öyle yapamam.
Bu dünyadaki insan kaçakçılığının
asla son bulmaması ve benim daha önce acı bir deneyim tecrübe etmiş olmam, bu
konuyla alakasız durumlar.
[Ölü Son] Kural Bir.
Çocukları asla terketme.
[Ölü Son] Kural İki.
Çocukları asla ama asla terketme.
[Ölü Son] adaletin dostudur.
Şüpheye yer vermeden bütün kötü
adamları yenerler.
Bütün çocukları kurtarırlar.
Bu şekilde azar azar Supard
ırkının adını yayabiliriz.
O beş kişinin peşinden gidiyorum.
Kısım 8
Ajanlık kabiliyetlerim sanki
seviye atlamış.
Acaba Dorudia köyünde Eris ve
diğer kızları dikizlemek için kendimi eğittiğimden dolayı mı böyle.
O beş adam, onları takip ettiğimi
hiç fark edemediler ve bir depoya girdiler.
Ne kadar da dikkatsizler.
Aslında, beni bulmanız için
burnunuzu eğitseniz iyi olur.
Eğer azgınlığın kokusunu almayı
öğrenebilirseniz, beni bir çırpıda bulabilirsiniz.
Deponun bulunduğu yer,
Maceracılar Bölgesi’nin tekin olmayan kısmında.
Bizim kaldığımız hanın daha da
gerisinde.
Önünden geçen bir ana cadde falan
yok ve buraya ulaşabilmenin tek yolu dar sokaklardan geçmek.
Açıkçası, bir at arabasının bu
dar sokaklardan geçmesi mümkün görünmüyor, bu yüzden buraya büyük miktarlarda
mal taşınamaz.
Neredeyse içimden bu depoyu inşa
edenleri arayıp, hangi akla hizmet böyle bir yere depo inşa ettiklerini sormak
geliyor.
Böylesine bir ölü bölgenin tam
ortasına dikmişler resmen.
Muhtemelen depo önceden
yapılmıştır, ardından da etraftaki binalar inşa edilmiştir.
Heriflerin deponun içine
girdiklerini gördükten sonra deponun arka tarafına dolaştım.
Toprak büyüsü kullanarak kendimi
yukarıya kaldırdım.
Sonra da deponun pencerelerinin
birisinden içeri girdim.
Deponun orta kısmına gidip,
oradaki tahta kutulardan birisinin içine saklandım ve neler döndüğünü izlemeye
başladım.
O beş kişi ondan bundan
konuşuyorlardı.
Duyduğum kadarıyla dostlarının
birçoğu yandaki barda.
İçlerinden birisinin “İşi
tamamladık, koş birisine haber ver.” dediğini duyar gibi oldum.
Sanırım dostları geri gelmeden
evvel şu işi halletsem iyi olacak, ya da belki önce diğer ortaklarının yüzlerini
görürüm ve sonra da çocuğu kurtarmaya koyulurum.
Doğal olarak ikinci taktiği
seçtim.
Bu yüzden, bu kutunun içerisinde
biraz daha bekleyeceğim.
Şu var ki, içerisi karanlık
olduğundan net göremiyorum ama bu kutunun içerisinde sakladıkları şey de ne
böyle?
Bir çeşit giysi gibi duruyor.
O kadarını anladım ama bir giysi
için de bir hayli küçük bir şey bu.
Yine de, etrafım bu şekilde
sarılmış olmasına rağmen, garip bir nedenden ötürü oldukça rahatlamış
hissediyorum.
Bir tanesini elime alayım
bakayım.
Bu hissiyat… bu şekil... bu koku…
daha önceden tutmuş olduğum bir şey bu.
Sıkı sıkıya dikilmiş ve üç tane
deliği olan bir giysi parçası.
Giysinin
sadece bir kısmı iki katlı dikilmiş ama o iki katlı dikildiği kısımlardan
inanılmaz “bir şey”e dokunduğumu hissedebiliyordum.
‘Bunlar külot mu!’
‘Kim var orada?’
Hay aksi!
Beni buldular.
Lanet olsun. Böyle bir tuzak
hazırlamışlar. Ne kadar da kirli bir taktik.
‘O ses kutulardan mı geldi?’
‘Çık dışarı!’
‘Hey, lideri ve diğerleri
çağırın.’
Bu kötü oldu.
Eğer daha fazla oyalanırsam
dostlarını çağıracaklar.
Planlar değişti.
Hemen çocuğu kurtarıp
topuklayayım. Aynen, en iyisi öyle yapmak.
Şu var ki, yüzüm görülecek.
Hayır, o konuda bir sorun yok. Ne
de olsa, elimde bir maske var.
Fuoooo!
Zevkten kendimden geçeceğim!
Yok canım, o kadar da değil.
Kimliğimi saklamak için
pelerinimi kullanmayı düşündüm ama sonradan aklıma geldi, dışarı alışveriş için
çıktığımdan dolayı pelerinimi handa bırakmıştım. Pelerinimi giymiyorum bile,
üstelik yanımda asam da yok.
‘Uooo!’
‘Ka… Kafasına külot geçirmiş…’
‘Sapığın teki…’
Hazır şu ikisi şaşkınlık
içerisindeyken, ben de sahne gösterisi yapayım o zaman.
‘Güç mücadelesine ara verildiği
sırada, nahoş arzuları tatmin etmeye çalışan sizler, yaptıklarınızdan utanın!!
İnsanlar sizin yaptıklarınıza şeytani diyorlar!’
‘Ki-kimsin lan sen!’
‘Ölü Son’un Ruijerd’i!’
‘Ne? Ölü Son mu?’
Haydaaa, kahretsin.
Alışkanlıktan dolayı ismimizi
söyledim.
Burası tam da "Sizin
gibilere verecek bir ismim yok" tarzı bir şey söylemem gereken yerdi
oysaki.
Üzgünüm, Ruijerd-san.
Bugünden itibaren artık seni
“çocukları kurtarırken yüzüne külot geçiren sapık” diye anacaklar!
Ne var ki, bu çocuğu
kurtaracağım!
‘İnsan kaçakçısı piçler! Sizin
yüzünüzden adamın biri şu anda haksız yere suçlamalara maruz kalıyor! Sizi asla
affetmeyeceğim!’
‘Hey veled, eğer polisçilik
oynamak istiyorsan git başka yere. Bizi bil…’
‘Merhamet yok! Gündoğumu
Saldırısı~!’
‘Guge!’
Hemen bir taş mermi fırlattım.
Sonuçta, önce vuran kazanır.
Hatırlayacak olursam, o sapık
lolicon yaşlı adamı da, Yüce Şeytan İmparatoriçesi’ne tam saldıracakken arkadan
tek bir vuruşla aynı bu şekilde indirmiştim.
‘Alın, size de vereyim!’
‘Ge!’
‘Ugo!’
‘Gah!’
Bir anda dördünü birden
bayılttım.
Aceleyle çocuğun yanına gittim.
‘İyi misin çocuk! Diyeceğim de,
baygınmışsın…’
Gözüm bu çocuğu bir yerlerden
ısırıyor ama…
Cidden, daha önce bir yerlerde
gördüm ben bu çocuğu.
Hah?
Neredeydi ya.
Hatırlayamıyorum.
Neyse, sorun değil. Bu gibi
şeylere harcayacak vaktim yok.
Eğer elimi çabuk tutmazsam,
düşmanların destek kuvvetleri gelecek.
Hatta bakın, geldiler bile.
Kapıdan bir bir içeri giriyorlar.
‘Ne! Herkes bayılmış!’
‘Çocuk diye küçümsemeyin, çabuk
lideri çağırın!’
‘Lider bugün kafayı çekmekle
meşgul!’
‘O sarhoşken bile güçlüdür!’
İçlerinden ikisi gerisin geriye
koşarak gitti.
Zaten karşımda toplamda on kişi
var ama görünüşe göre dahası da gelecek.
Harbiden kötü oldu.
Çok kötü.
Belki de çocuğu bırakıp kaçsam
daha iyi olur.
Sonra da, yarın bu konu hakkında
Ruijerd ile konuşurum.
İşleri batırdım.
Hepsini yenmek ve ilerlemek dışında
başka seçeneğim kalmadı.
‘Şuna bir bakın, yüzüne külot
geçirmiş.’
‘Yoksa buraya külotları çalmak
için gelmiş olmasın!’
‘Bu demektir ki, bu çocuk bütün
kadınların can düşmanı!?’
Dikkatlice baktıktan sonra gördüm
ki, aralarında kadınlar da var.
Üzgünüm, Ruijerd-san.
Gerçekten, çok üzgünüm.
Savaşmaya kalpten özür dileyerek
başladım.
Neyse ki çok da güçlü değiller.
Kaçmaya ya da yaklaşmaya
çalıştıkları zaman, taş mermi ile karşılık verebiliyordum.
Hiç kaçınamadılar bile, ve hatta
aşağı yukarı her birisi de tek vuruşta bayıldı.
Silah falan taşımıyorlar ve
içlerinde büyü kullanan kimse de yok.
Kolay oyundu.
‘Sa-sakın ona yaklaşmaya
çalışmayın.’
‘Bu da ne böyle, bir çeşit büyülü
eşya falan mı kullanıyor böyle!?’
‘Lider halen gelmedi mi!?’
İçlerinden yarısının bilinçlerini
kapattıktan sonra, geriye kalanlar huzursuzlanmaya başladı.
Eğer hepsi böyleyse, hiç
zorlanmadan bu işi bitirebilirim, diye düşünüyordum ki.
‘Ah, beklettiğim için üzgünüm.’
Destek kuvvetler geldi.
Cidden çabucak geldiler.
Gerçi hemen yan taraftaki barda
olduklarından dolayı böyle olacağı besbelliydi.
Keskin hareketleri olan beş kişi
geldi.
Deponun kapının önünde, rahat bir
biçimde bekliyorlardı.
Lider dedikleri kişi, sanki benim
daha önce görmüş olduğum birisi.
Yüzüne bakmak nostaljik hissettiriyor.
Ne var ki, bir kez daha, kim
olduğunu tam çıkaramadım.
Bunu geçelim de, onun arkasındaki
abla daha önemli.
Bikinili sürtük.
Bu dünyada bikinili savaşçılara
rastlamak o kadar da nadir değil ama bu kişinin gösterdiği ten miktarı aşırı
derecede fazla.
Büyülü Kıta’da bile, vücudunu bu
kadar fazla açıkta bırakan başka bir kadına hiç rastlamamıştım.
Diğer kadın ise cübbesini sıkı
sıkıya kapatmıştı ve yüzünde çok değişik bir ifade bulunuyordu.
‘Çeh, kafana ne estiyse
yapıyordun demek. Hikku… başkaları ona elini sürmeye çalışmasın. Bir çocuğun
etrafını bir sürü kişinin sarmasına gerek yok, ben tek yeterim."
Bu adam yeteneklerine oldukça
güveniyor gibi ama yürürken tökezleyip duruyor.
Bu kadar uzaktayken bile
söyleyebilirdim ki, yüzü alkol içmekten kıpkırmızı olmuş.
Yine de, ben bu yüzü cidden daha
önce bir yerlerde görmüştüm ya…
Kahverengi saçlar ve şu ahmak
gibi bakışları olan yüz, birazcık Paul’u andırıyor.
Sesi de neredeyse Paul’unki gibi.
Benziyor olsalar bile, tam olarak
Paul gibi de değil.
Eğer Paul bitap düşecek ve eski
esnekliğini kaybedecek olsa, acaba bu hale gelir miydi?
Her nasılsa, ona saldırmamı
oldukça zorlaştıran bir yüze sahip birisi.
‘Seni piçkurusu, cidden ekip
üyelerime canın ne istiyorsa onu yaptın değil mi, kendini hazırlasan iyi olur!’
Herif, büyük laflar söylediği
sırada savaş moduna geçti ve iki tane kılıç çıkardı.
Nitoryu, huh.
ꕥ
Çift kılıç tekniği.
Muhtemelen İleri Seviye bir kılıç
ustası olmalı.
Onu taş mermiler ile alt etmeyi
başarabilir miyim acaba?
Hayır, ama onu öldürmeyi cidden
istemiyorum…
Ben tereddüt ettiğim sırada, adam
hücuma kalktı.
Bir adım geriye düşmüş oldum.
Refleks ile bir taş mermi
ateşledim.
Adam çok hızlı tepki verdi.
Sağ elindeki kılıç ile taş
mermiyi paramparça etti.
‘Su Tanrısı Tarzı!’
‘Hiç de bile!’
Adam arayı kapattı.
Yine bir refleks ile şokdalgası
yarattım ve geriye kaçtım.
‘Hee!!’
‘Oh!’
Sağgörümü kullanarak anca
hamlesinden kaçınabildim.
Bu adam kılıçlarını çok hızlı
savuruyor.
Yine de bacakları halen birazcık
titrek.
Sarhoş olduğundan dolayı olsa
gerek.
Eğer böyle olacaksa, bir şekilde
bunu başarabilirim.
‘Çeh, bu herif sanki
hareketlerimi görebiliyor gibi hareket ediyor…! Vera! Shera! Bana bir el atın!’
Bikinili sürtük ve büyücü cübbesi
giyen kadın ileriye çıktılar.
Bikinili sürtük yamacıma geldi ve
sonra da büyülü sözler söylemeye başladı.
Vaziyet kötü.
Bu adamın saldırıları da çok
şiddetli.
Sırf kaçınmak için bile kendimi
zorlamam gerekiyor.
Halen yapabileceğim bazı şeyler
mevcut gerçi.
‘HAAAAA!!’
‘Ugh!!’
Ses büyümü kullandım ve adamın
hareketlerini bir an için durdurdum.
Aynı anda da bir şok dalgası
oluşturdum ve adamı geriye fırlattım, üstüne de bir tane taştan mermi attım.
Daha da üstüne, bikinili sürtük
saldırmak için üstüme geldiği sırada, sağgörüyü kullandım ve karşı saldırıda
bulundum.
Tam büyülü sözlere odaklandığı
sırada, büyücüye de bir tane taştan mermi yolladım ve kadını anında bayılttım.
Sonra bikiniliye de vurdum ve
geriye uçurdum, ama görünüşe göre durumu halen iyi, bana bakarken gözlerinden
kıvılcımlar çıkıyordu.
Ve adam saldırmak için geri geldi.
‘Shera! Seni hıyarağası!’
Adam saldırmak için geri geldiği
sırada, hareketine mani olmak için ayağının altında bir bataklık oluşturdum.
Adamın bacağı komple bataklığa
battı ve nahoş bir şekilde yere yapıştı.
‘Liderim!’
Gözünü rakibinden ayırmaman gerek.
Diye bir şeyler söylemek yerine,
sessizce bir taş mermi fırlattım.
Bikinili de bayıldı.
‘Vera! Lanet olsun!’
Adam tuttuğu kılıçlardan birini
kınına geri soktu ve öbürünü de ağzına aldı.
Sağgörü.
[Kolu ve bacaklarını kullanarak
hareket edecek]
Bu adam köpek falan mı.
Geriye doğru koşarken, karşı
saldırı yapmak adına, bir yandan taş mermiler fırlatıp durdum.
Ama şöyle ki, burası küçük bir
depo.
Bana yaklaşmasını engelleyebilmem
için yapabileceğim çok da bir şey yok.
‘Uooohra!’
Dört uzvunu da kullanarak ve
vücudunu bükerek üzerime atladı.
Köpek gibi üzerime geldiği
sırada, belindeki kılıcı tekrar eline aldı.
Hareketleri çok keskin.
Böylesine garip bir duruştayken
bile, kılıcını çektiği sırada vücudunu büyük ya da küçük gösterebiliyor.
[Aynı anda, öbür kılıcını
ağzından bırakıp sağ eline aldı ve saldırının yönünü değiştirdi, sürpriz
saldırı.]
Özgün bir saldırı.
Tahminimin de ötesine geçti.
Eğer geleceği gören göze sahip
olmasaydım, büyük ihtimalle bu saldırıdan kaçınamazdım.
Saldırısı burnumun ucunu sıyırdı
geçti.
Burnumun ucu hafiften sızlamaya
başladı.
‘…’
Kalbim küt küt atmaya başlıyor.
Bu adamı öldürmemeye
çalışıyordum.
Ama yine de, bu adam beni
öldürmeye niyetli.
Besbelli olan bu durumu, anca en
sonunda fark edebildim.
Eğer işi ciddiye almazsam
öldürüleceğim.
Bunu düşündükten sonra vücudumu
birazcık eğdim.
Ruijerd ve Eris ile yaptığım
antremanlar aklıma geldi.
Bu herif hayvan gibi şey yapıyor,
eğer karşılaştırmam gerekirse, tıpkı Ruijerd’in ciddileştiği zamanlardaki gibi.
Yine de, bu adam Ruijerd gibi
vücudunu iyi kontrol edemiyor.
Garip garip hareketleri var.
Yapabilirim.
Karşı saldırıya bir dahaki
geçişinde…
Bir dakika, adamın hareketleri
değişti.
Etrafa bir baktıktan sonra,
yüzümü saklamak için kullandığım külodun yere düşmüş olduğunu fark ettim.
Yüzümü görmeleri kötü oldu?
‘Rudi, bu sen misin…?’
Rudi.
Bana öyle hitap edebilecek sadece
tek bir kişi tanıyorum.
Ve o şaşkına dönmüş ses, öfke ile
karışmış olan, sarhoşken söylenmiş bir söz değildi de, daha çok duymaya alışkın
olduğum bir sesti.
‘…Baba?’
---
Uzunca bir süreden sonra Paul
Greyrat ile ilk defa karşılaşmam böyle oldu. Yanakları bir miktar çökmüştü,
gözlerinin altında torbalar oluşmuştu, tıraşsızdı, saçı dağınıktı, nefesi ve
bütün vücudu alkol kokuyordu.
Yani, benim hatırladığım Paul’a
hiç benzemiyordu.