24.03.2021

Kutsal Kılıç Anayolu

resim
Çevirmen: AllahDiyenKirpi

Kısım 1

Dorudia köyünden ayrılmamızın bir gün öncesinde.

Eris ve Minitona kavgaya tutuştular.

Sonucun ne olduğunu söylememe gerek bile yok gerçi ama, Eris ezdi geçti.

Tahmin edeceğiniz gibi.

Eris, antremanlarda Ruijerd’e ayak uydurabilecek bir seviyede.

Özel olarak herhangi bir eğitim almamış, üstelik kendisinden yaşça küçük bir kız, onun karşısına rakip olarak çıkıyorsa eğer, ona rakip bile denilemez ki.

Bu bildiğin zayıfa zulmetmek.

Gidip onu uyarsam iyi olacak.

Zaten Eris’in böyle bir çocuk olduğunu biliyorum ama yakında 14 yaşına girecek.

14 yaşına girecek olsa bile yine çocuk denilebilecek bir yaşta, ama 14 yaşında da önüne gelen herkesi ayrım yapmadan dövmezsin hani.

İyi de, nasıl söylesem.

Şimdiye dek Eris’in kavgalarını bir kere bile durdurmadım ki.

Maceracılar loncasında çıkan kavgalarda bile, kavgayı ayırma işini genellikle Ruijerd’e bıraktım.

Şimdi ne diyebilirim ki.

Belki de “Maceracılar ve köylü kızları farklıdır.” gibi bir şey söyleyebilirim.

‘Ya-yanlış anladın, suç Minitona’da.’

Bu iddiayı ortaya atan kişi Terusena’ydı.

Anlattığına göre, Minitona, yağmur mevsimi bittikten sonra ayrılmayı planladığını söyleyen Eris’i vazgeçirmeye çalışmış.

Eris, Minitona’nın onu durdurmak istemesine biraz mutlu olmuş tabii, ama neden yolculuğa devam etmesi gerektiğini açıklamaya başlamış.

Bencillik yapan kişi Minitona iken, açıklama yapanın Eris olduğu bir gelişme.

Normalde olanın tam tersi yani.

Kısa bir süre daha tartışmaya devam etmişler.

İlkten ikisi de sakinmiş ama yavaş yavaş tartışmanın fitili alevlenmiş.

Minitona düşüncesizce açıklamalar yapmaya başlamış.

Ghyslaine ve benimle alakalı düşüncesizce açıklamalar.

Bunları duyduktan sonra, kızgın bir yüz ifadesi ile, Eris kendisini tutmaya çalışmış.

Sanki, sakin sakin laf anlatmak ister gibi.

Sonunda ise, karşısındakine elini ilk uzatan kişi Minitona olmuş.

Bildiğin kavgaya davetiye çıkarmış.

Cesurca bir haraket. Neredeyse saygıyı hak ediyor.

Ben bunu yapmaya cüret dahi edemezdim mesela.

Böyle söylüyorum da, işin sonu Eris’in kavgaya girmesi olmuş.

Acımadan, her zaman yaptığı gibi, Eris karşısındakinin suyunu çıkarmış.

‘Eris.’

‘Ne var!’

Durumlarına yakından bir baktım.

İlk önce Minitona.

Dayağı yemiş de olsa, derin derin nefes alıp verirken yüzündeki heyecan rahatlıkla okunabiliyordu.

Bu kadar dayak yedikten sonra bile, iradesi kırılmış değildi.

Eris, yetişkinlerin bile iradesini çabucak kıran birisi.

Yumuşak davranan bir kız değil.

Yani bunun anlamı…

‘Sanıyorum ki, ölçülü davranmışsın.’

‘Tabii ki de.’

Eris bunu söylerken yüzünü öbür yana çevirdi.

Eski Eris olsa, eğer karşısındaki kendisinden küçük bile olsa, “tanrı yarattı” demeden karşısındakinin ağzını burnunu kırardı.

Bir bildiğimiz var ki konuşuyoruz.

‘Normalde, çok daha kötüsünü yapardın değil mi?’

‘Sonuçta o benim arkadaşım...’

Eris’in yüzüne bir bakınca, dudaklarının ekşi bir ifade ile yukarıya doğru büküldüğünü gördüm. Yaptıklarından pişmanlık duyan birisinin yapacağı bir surat ifadesiydi bu.

Hmm.

En azından ona vurmuş olmaktan pişmanlık duyuyor gibi.

Bu, Eris’in şimdiye kadar hiç yapmamış olduğu bir şey.

Geçtiğimiz bu üç ay süresince, Eris daha da olgunlaşmış olmalı.

Azar azar düzgün bir biçimde olgunlaşıyor.

Eh, madem öyle, o zaman söyleyebileceğim tek bir şey var.

‘Yarın ayrılmadan önce onunla barışsan iyi olur.’

‘Asla olmaz.’

Halen daha biraz çocuk gibi, ha.

Kısım 2

Köydeki son günümüzde yolculuğumuza hazırlık yapmakla meşguldük, yani Kutsal Hayvan-sama’nın yanına gitmedim.

Suçlunun onu tekrar dışarıya çıkartacağını düşünüyordum ama, bir sebepten ötürü Kutsal Hayvan-sama bir daha hiç gözükmedi.

Bunun yerine, gecenin bir yarısında çıkagelen bir çift davetsiz misafirimiz oldu.

‘Ah!!’

Küçük bir çığlık ve bir şeye çarpmanın çıkardığı bir patırtı.

Çıkarttıkları bu iki ses ile – tahmin edeceğiniz gibi – beni bile uyandırırlardı.

Son zamanlarda sanki çok fazla gevşeklik ediyormuşum gibi hissediyordum, bu yüzden kalkıp yanımda duran asamı elime aldım.

Bir hırsıza göre gereğinden de fazla acemilerdi.

Ruijerd ne olduğunu epey bir evvelden farketmiş olmalıydı.

Humu.

'Terusena, daha sessiz yürü nya.’

Asamı bıraktım.

Ruijerd’in sükunetinin sebebi bu yüzdenmiş.

‘Üzgünüm Tona ama etraf karanlık.’

‘Eğer gözlerini iyice odaklarsan görebilirsin nya… Ah!’

Yeniden, bir şeye çarpmanın sesi geldi.

‘Tona, iyi misin?’

‘Acıdı nya.’

Gel gör ki, fısıldaştıklarını sanıyorlardı ama aslında sesleri o kadar çok çıkıyordu ki, söyledikleri her şeyi duyabiliyordum.

Acaba neyin peşindeler?

Para mı? Veya belki de şöhret.

Acaba yoksa bedenimin mi peşindeler.

Yok canım…

Eris için gelmişlerdir herhalde.

‘Ah, burası mıydı nya?’

‘*Koklar* Biraz farklı kokuyor gibi sanki.’

‘Müsaade istemeye gerek yok nya. Muhtemelen uyuyorlardır nya."

Odamın kapısının önünde durdular, sonra da kapının açılıp içeriye girdiklerini hissettim.

Çekingen bir biçimde odanın içinde göz gezdirmeye başladılar ve ben yatakta oturmuş bir pozisyondayken bakışlarımız birbirine değdi.

‘Nya…!’

‘Ne oldu Tona… Ah.’

Minitona ve Terusena gelmişti.

Üstlerinde ince bir deriden yapılma, tek parça bir elbise vardı.

Elbisenin kıçlarına yakın bir tarafında deliği vardı ve kuyruklarının ucu, sırtlarının kenarından hafifçe görünüyordu.

Hayvan ırkı pijamalarının tipik karakteristik özellikleriydi bunlar.

Gerçekten de çok sevimli görünüyorlar.

‘Gecenin bir yarısında burada ne işiniz var? Eris yan odada.’

Olabildiğince kısık bir sesle söyledim.

‘Pa- pardon nya…’

Bunu söylerken bir yandan da kapıyı kapatmaya başlamıştı ama birden durdu.

‘Aklıma gelmişken, sana hiç teşekkür edemedik nya.’

‘Ah, To- Tona?’

Sanki son anda hatırlamış gibi böyle söyledi ve Minitona odanın içine geri döndü.

Terusena da arkasından içeri girdi.

‘Bizi kurtardığın için teşekkür ederim nya. Eğer beni büyün ile iyileştirmeseydin ölebilirmişim diye söylediler nya.’

Bu doğru.

O yaralar, gerçekten, hayatı tehlikeye sokacak cinstendi.

Benim irademi çoktan kıracak türden yaralardı onlar.

Öyle bir vaziyetteyken, tavrını, hiç bozmadan koruyabilmiş olması bence cidden inanılmaz bir şey.

‘Halletmesi kolay bir meseleydi.’

‘Büyün sağolsun hiç yara izi kalmadı nya.’

Tona bunu dediği sırada, tek parça giysinin eteğini tutup yukarı doğru kaldırdı ve bana o güzel bacaklarını gösterdi.

Ancak, odanın karanlık olmasından dolayı maalesef çok da iyi göremedim.

Sanki neredeyse görebiliyordum ama aslında da göremiyordum.

Kishirika-sama, neden bana karanlıkta görmemi sağlayan şeytan gözünden bahşetmedin ki??

‘Tona, yaptığından hiç mi utanmıyorsun?’

‘Zaten daha önce bir kere gördüğü için sıkıntı yok nya.’

‘Ama ama, Gyes amca dedi ki, insan erkekleri yılın bütün zamanlarında azgın olurlarmış, yani eğer onun karşısında böyle dikilmeye devam edersen sana saldıracaktır.’

Yılın bütün zamanlarında azgın mı.

Çok kaba şeyler söylemiş.

Gerçi dediği şey yanlış sayılmaz.

‘Zaten eğer vücudumu gördüğünde azıcık dahi heyecanlanacaksa, o zaman bu, ona olan borcumuzu ödemek için uygun bir karşılık olmaz mıydı? Nya?! Burası da biraz soğukmuş!’

‘Ne kadar daha eteğini kalkık tutmayı planlıyorsun?’

Bunu söylerken Tona’nın bacaklarına bakmıyordum.

Döktüğüm soğuk terleri sildikten sonra, yanıbaşımdaki asamı elime alıp, sıkıca kavradım.

Yan odadan gelmekte olan, yavaş yavaş yayılan, keskin mi keskin bir öldürme arzusu hissediyordum.

‘*Ö…Öhöm* Minnettarlığını kabul ediyorum. Eris yan odada, acaba rica etsem..."

Çocuk olabilirler ama yine de yara izlerinin olup olmadığını öyle rahat bir biçimde göstermemeleri gerekir.

Doktorculuk oynamayı hobi edinmiş, sapık bir adam tarafından saldırıya uğrayacak falan olsalar çok kötü olur.

‘Anladım, ama gerçekten, teşekkürler nya.’

‘Çok teşekkür ederim.’

İkili, başlarını öne eğip odadan ayrıldı.

Biraz bekledikten sonra yavaşça ilerledim ve kulağımı duvara dayadım.

Eris’in, yan odadan, memnuniyetsizliğini belli eden bir ses tonuyla “Ne istiyorsunuz?” dediğini duyabiliyordum.

Kollarını çapraz yaptığı, o her zamanki duruşu gözlerimin önüne geldi.

Tona ve Terusena’nın seslerini işitmesi biraz zordu.

Yok, aslında Eris’in sesi fazla çıkıyordu.

Konuşmalarını heyecan içerisinde dinlerken, Eris’in sesi de yavaş yavaş durulmaya başladı.

Her şey yoluna girdi sanırım.

Rahatlamış hissettim ve yatağıma geri döndüm.

Herhalde bütün gece boyunca konuşmuşlardır.

Ne konuştukları hakkında hiçbir fikrim yok.

Tona ve Terusena’nın insan dilini konuşmak konusunda çok da ilerlediklerini söyleyemem.

Eris de birazcık Hayvan Tanrısı dilinden öğrenmişti ama öyle muhabbet edebilecek kadar değil.

Acaba düzgünce muhabbet etmeyi başarabilmişler midir?

Bunun hakkında birazcık endişeliydim ama ertesi gün bizi geçirmeye geldikleri sırada, Eris’in Minitona’nın elini tutarken ağladığını görünce, endişem geçti.

Demek ki düzgünce barışabilmişler.

Harika, harika.

Kısım 3

Kutsal Kılıç Anayolu.

Yüce Orman’ın içinden dümdüz geçen bir yol.

Bu büyü gücü ile dolup taşan yol, zamanında Aziz Milis tarafından oluşturulmuş.

Etrafı sel götürmüş bile olsa, sadece bu yol kupkuru kalırmış; ayrıca söylediklerine göre, bu yola yaklaşan tek bir canavar bile olmazmış.

Dedorudia ırkının bize verdiği bir at arabası ile bu yolun üzerinden ilerleyeceğiz.

Yolculuğumuz için gerekli olan ne var ne yok, her şeyi bizim için hazırlamışlar.

At arabası + at.

Yolculuk giderleri (5 Milis Altın Sikkesi + 5 Milis Gümüş Sikkesi).

Yiyecek içecek.

Böyle olduğundan dolayı, Aziz Limanı’na geri dönmeden bile Milis’in başkentine gidebiliriz.

Tamam öyleyse, hadi yola çıkalım.

Tam ayrılıyorduk ki, bir sebepten ötürü, bu maymun suratlı herif yanımıza geldi.

‘Şeeey~, düşünüyordum da, Milis’e dönmemin zamanı geldi. Hatta geldi de geçiyor bile. Beni de yanınıza alın.’

Çaylak Gisu, bunu dediği sırada, hiç utanması yokmuş gibi arabaya atlayıp aramıza katıldı.

‘Oh, Gisu da buradaymış.’

‘Sen de mi bizimle geliyorsun?’

Yanımdaki diğer iki kişiden gelen tek bir sızlanma bile yoktu.

Merak ettim ve acaba tanışıyorlar mı diye sordum.

Anladığım üzere, ben daha farkında bile değilken, Gisu bizim bu ikisi ile arasında temel bir ilişki oluşturmak için birtakım hazırlıklar ile meşgulmüş.

İlginç hikayeler anlatmak için Eris, Tona ve Sena tayfasına ve eski zamanları yâd etmek için de, Gustav ile Ruijerd’in seanslarına katılmış.

Yani, milletin güvenini kazanmak için her zamanki dümenlerinden çevirmiş ve bu ikisi de ona karşı kendilerini yakın hissediyorlar.

Bu yüzden, onu bu kadar rahat bir şekilde aralarına kabul etmeye niyetliler.

‘Tamamdır, DEEEH!’

Ruijerd’in bağırmasıyla birlikte, at arabası ileri doğru hareket etmeye başladı.

Bizi geçirmeye gelenlere baktığım sırada, Eris halen Minitona ve diğerlerine bakıp gözyaşları döküyordu, ben de birazcık duygulandım.

Ancak, kafamın içinde halen daha beni birazcık olsun rahatsız eden bir şeyler vardı.

Gisu yüzünden.

Eğer bizimle gelmek istiyorsa, en başından gelip söylemesi yeterliydi.

Öyle, arkamdan gizli gizli işler çevirmesine hiç gerek yoktu.

Eğer düzgün bir şekilde sormuş olsaydı, zaten onu reddedecek bir sebebim olmazdı.

‘Hey-hey, senpai. Bana öyle bakmasan hani.’

Bayağı bir hızla giden bu at arabasının içinde, memnuniyetsizlik ile dolup taşan bir yüz ifadesi ile, ona dik dik bakıyordum.

Otuziki dişini gösteren bir şekilde gülerken, Gisu kulağıma yaklaştı.

‘Senpai’nin aşkı için yardımda bulunan kişi bendim, biliyor musun?’

Ve abuk sabuk bir şeyler hakkında konuşmaya başladı.

Aşk konusunda yardım...

İyi de, işin en sonunda bile, geçtiğimiz bu üç ay boyunca, ister köpek kulaklı kızlar olsun isterse kedi kulaklı kızlar olsun, hiçbirisine daha elimi sürmüş bile değilim.

Eris ile de bir gelişme yaşanmadı.

Başlangıça göre Gyes ile daha iyi bir ilişki kurabildim ama en fazla o kadar.

Buna aşk mı deniliyor?

Salak salak konuşma.

Ben öyle birisi değilim.

‘Aşkta yardımcı olmak mı, ne demek istiyorsun?’

‘Kutsal Hayvan-sama ile buluşup beraber olman konusundan yardımcı oldum, değil mi?’

‘Kutsal Hayvan mı??’

Ne demek istediğini düşündüm.

Ve anladım.

‘Ah.’

Bu… bunun yüzündendi hepsi!

Suçlu olan kişi bu!

Aşkta yardımcı olmakla ne kastediyorsun!

En başından beri yanlış anlaşılma diye söyleyip duruyorum.

Yoo, önce bunu bir geçelim de.

‘Ku- Kutsal Hayvan-sama’yı dışarıya çıkarmayı nasıl becerebildin!"

‘Meslek sırrı… Şey… Aslında, bu Dedorudialıların yüzde altmışı aptal. Birazcık olsun dikkat dağıtıcı bir şey yaptıktan sonra, gerisi çantada keklik.’

Dikkatsizce ve kendinden emin bir şekilde böyle söyledi.

Hayır, yani…

Bunu yapmak oldukça tehlikeli.

Sonuçta, hayvan ırkındakiler aşırı derecede sinirlenmişlerdi.

Hani yapanı bulacak olsalar, çok feci linç ederlerdi.

‘Ne- neden böyle tehlikeli bir işe kalkıştın ki?’

‘Sonuçta, sen köpeklerden hoşlanıyorsun, değil mi?’

‘Sana bunun bir yanlış anlama olduğunu söylemiştim.’

‘Cidden öyle mi? Olsun, sorun değil.’

Anlamsızca gülerken, hafif bir ses tonuyla, Gisu bunu öylece söyleyiverdi.

Biraz sonra da, beni sıkıntılar basmaya başladı.

Bu herif, yoksa, harbiden de tehlikeli birisi olabilir mi?

Yolculuğumuz sırasında aramızda olmasının kötü olup olmayacağını düşünmeye başladım.

‘Ruijerd-san. Geri dönmemiz gerek.’

‘Neden?’

‘Kutsal Hayvan-sama’yı dışarı çıkarıp duran suçluyu teslim etmemiz gerek.’

‘Ne? Bekle bekle!’

Gisu paniklemeye başladı ve eliyle ağzımı kapatmaya çalıştı.

İyi de, bu herif yüzünden benden şüphe edip durdular.

Kötü adam olarak görülmeyi göze almalı ve cezasının verildiğine emin olmalıyım.

‘Merak etme çaylak, nelerle karşılaşabileceğini sana anlatacağım. Anadan doğma bir şekilde seni bir hücreya atıp, başından aşağı soğuk su dökebilirler, ama bu kadarına eminim ki katlanabilirsin.’

‘Hop, bekle bir saniye! Sen ciddi misin! İyi dinle, bu at arabasını ayarlayan kişi aslında bendim, biliyor musun? O heriflerin bir eşya vererek özür dilemek gibi bir kültürleri yok. Bu yüzden, etme eyleme!"

Maymun suratlının çaresizliği yüzünden okunuyordu.

Çok hoşuma giden bir yüz ifadesi bu.

Bu adam, kötü birisi değil.

Bu, hapishanede beraber geçirdiğimiz zaman içerisinde anlamış olduğum bir şey.

Kutsal Hayvan’ı kötücül niyetlerle falan çıkarmış değil.

Yine de, hmmm…

‘Rudeus.’

‘Evet, Ruijerd-san?’

‘Onu affet.’

‘Danna! Tam da Danna’dan beklediğim gibi! Şeeey~, her zaman Danna-sama’nın çok yakışıklı birisi olduğunu düşünmüştüm!’

Danna: Geyşaların bütün parasal ihtiyaçlarını karşılayan zengin adam. Geyşalara bütün hayatları boyunca sahip çıkan birisi.

Cidden, bu herif…

Her neyse.

‘Ruijerd-san. Böylesi iyi mi? Bu adam, o senin nefret ettiğin kötülük yapanlardan birisi’

‘Herhalde, yaptığı şeyin senin iyiliğine yarayacak bir şey olduğunu düşündüğünden dolayı öyle yapmıştır.’

Ruijerd’in karar verirken kullandığı zihniyetin ne olduğunu anlayabilmiş değilim.

Böyle olursa iyi ve böyle olursa kötü.

Yok, Gisu’nun bunca zaman boyunca aralarında kurduğu ilişkiden dolayı böyle söylüyor olabilir.

Görünüşe göre, bu maymun piçi işini iyi yapmış.

‘Doğru, aynen öyle danna! Senpai’nin iyiliği için öyle yaptım! Böyle ciddi bir soruna dönüşebileceğini hayal bile edemezdim. Biraz aşırıya kaçmış olabilirim ama kesinlikle millete sorun çıkarmak için yapmadım!’

Dürüst olmam gerekirse, bu adama birazcık borçluyum.

Soğuktan götümün donduğu bir yerde, bana yeleğini vermesinden dolayı ortaya çıkan bir borcum var.

Borç olarak bakarsak küçük; ama suçlamaların asılsız olduğunu bildikleri halde, halen benden şüphelenmeye devam eden hayvan ırkına kıyasla, çok daha büyük bir etkisi olan bir borç.

Neyse, sıkıntı değil.

Sonuçta, kimse bu yüzden halen sıkıntı çekmekte değil.

Hayvan ırkı korumaları bile, bu olay sayesinde bir ders almış oldular.

Ve böylece, kabullenmek zorunda kaldım.

‘Bizimle gelmende bir sakınca yok, ama çaylak, Supard ırkından korkmuyor musun?’

Ruijerd’in de duyabileceği bir ses tonuyla söyledim.

Acaba bu herif Ruijerd’in bir Supard olduğunu biliyor mu, merak ettim.

Onlarla beraber içki sofrasında bulunmuşsa, o zaman duymuş olması lazım, değil mi?

Eğer bunu duyduktan sonra, birden ‘Supard ırkı mı, harbiden mi lan?’ diye bir şey söyleyecek falan olsa, hiç de hoş olmazdı.

‘Yok canım, tabii ki de korkuyorum, sonuçta ben de şeytan ırkındanım. Supard ırkından korkmak, sen daha çocukken başlayan bir şey, seni yerler falan diye söyleyip dururlar.’

‘Anlıyorum. Tesadüfe bak ki, Ruijerd böyle görünüyor olmasına rağmen, aslında Supard ırkından.’

Ben böyle derken, Gisu gözlerini kıstı.

‘Danna farklı birisi. Sonuçta o benim hayatımı kurtardı.’

Acaba bir şey mi oldu diye merak ettim ve Ruijerd’e kaş göz yaptım, ama o da hiçbir fikri yokmuş dercesine kafasını salladı.

En azından onun hayatını kurtarması, şu son üç ay içerisinde gerçekleşen bir şey değil.

‘Düşündüğüm gibi, hatırlamıyorsun. Sonuçta otuz sene evvel yaşanmış olan bir olaydı.’

Bunu dedikten sonra, Gisu, hikayesini anlatmaya başladı.

Tanışma, ayrılma, kırılma ânı ve aşk sahneleri barındıran harika bir hikayeydi.

Harika bir hikaye derken; yakışıklı bir adam bir yolculuğa çıkar, yüz tane kadından ‘Lütfen, ne olur gitme!’ dediklerini duyar, bir şeyin onu arkadan çekiştirdiğini fark eder ve memleketine geri dönmek için yola koyulur, en sonunda da yanında gizemli bir çıtır ile memleketine ulaşır… Gibi harika.

Çok uzun bir hikaye olduğundan kısaca şöyle söyleyeyim; halen yeniyetme bir maceracı iken, bir canavar tarafından saldırıya uğramış ve tam ölmek üzereyken Ruijerd gelip onu kurtarmış.

‘Aslında, otuz sene evvel yaşanmış olan bir şeymiş, bana borçlu hissetmene pek de gerek yok.’

Supard ırkı korkunçtur ama danna farklı.

Maymun suratlı çaylak, bir yandan gülerken bunu dedi.

Ruijerd’in ifadesiz yüzü de yumuşadı.

Sanıyorum karma kelimesinin ne anlama geldiğini anlamış oldum.

Ne güzel değil mi. Ruijerd-san.

‘Valla, birazcık da olsa size katılmak istiyorum. Eski yoldaşlarmışız gibi, olur mu?’

Böylece, maymun suratlı acemi Ölü Son’a katıldı…

Tamamen katılmış değil.

Basitçe, kendisini zorla aramıza sıkıştırdı, en azından bir sonraki şehre varana kadar.

Söylediğine göre, dört kişilik bir parti oluşturmak uğursuzluk getirirmiş, başına hiçbir iyi şey gelmezmiş.

Bu palavraları bir kenara bırakalım.

Partimize tamamen katılmayı falan düşünmüyor, bu yüzden bir süreliğine aramıza alsak sorun olmaz.

Böylece, yolculuğumuzda bize eşlik edenlerin sayısı bir kişi daha artmış oldu.

Kısım 4

At arabasını yürütme işini tamamıyla küheylanımıza bıraktık ve sırf Yüce Orman’ın içinden geçip gitmeye odaklandık.

Dümdüz ilerleyen bir yolda gidiyoruz.

Bu yol, ufkumuzun da ötesine geçip, Kutsal Milis Krallığı’nın başkentine kadar uzanan bir yol.

Niye böyle bir yol var ki diye düşündüm.

Etrafta hiç mi yaratık olmaz.

Suyun yolun üzerinden akıp gitmesi de şaşırtıcı derecede iyi.

Merakımı ortaya döktüğümde, Gisu anlatmaya başladı.

Bu yolu yapan kişi aynı zamanda Milis Kilisesi’nin, yani dünyanın en büyük tarikatının da kurucusuymuş.

Aziz Milis.

Aziz Milis’in kılıcının tek bir hamlesinin bir sonucuymuş bu yol.

Dağların ve ormanların dümdüz içinden geçmiş ve Büyülü Kıta’daki bir şeytan lordunu falan kesmiş.

Bu hikaye etrafta yayılmaya başladığı sırada da, bu yola “Kutsal Kılıç Anayolu” ismini vermişler.

Böyle olmasına imkan yok, diye düşünmek istiyorum ama yoldan yayılan Aziz Milis’in büyü gücünü hissetmek halen mümkün.

Bunun kanıtı da, halen tek bir yaratık ile bile karşı karşıya gelmemiş oluşumuz.

At arabası da hiç çamurlanmadı.

Rüzgar da iyi, tam pupa yelkenlik.

Bu bir mucize olmalı.

Milis Kilisesi’nin neden bu kadar çok güce sahip olduğunu anlayabiliyorum.

Yine de, vücutta oluşturabileceği zararlı etkilerden de tırsmıyor değilim.

Büyü gücü olarak tabir edien şey, bayağı kullanışlı bir şey.

Ancak, hayvanların canavara dönüşmesine, iki çocuğun Merkez Kıta’dan Büyülü Kıta’ya ışınlanmasına ve daha diğer bir sürü kötü şeylerin daha olmasına sebebiyet veriyor.

Halen daha bu kadar fazla büyü gücünün kalmış olması korkulacak bir durum…

Aman neyse, canavarların saldırmaya gelmeyeceğini bildiğimizden dolayı, keyfimize bakabiliriz.

Kısım 5

Yol üzerinde, belirli aralıklarla işaretlenmiş olan kamp alanları mevcut.

O yerlerin birinde kamp yapmak için hazırlıklara giriştik.

Ruijerd ormana gitti ve işine ne geldiyse onu yakaladı, bunda bir sıkıntımız olmadı.

Bir şeyler satmak için civar köylerden gelen hayvan ırkı sakinleri oldu ama almamızı gerektirecek bir şey yoktu.

Yüce Orman hakkında söylemeye bile gerek yoktur diye düşünüyorum ama inanılmaz bir yeşillik bolluğu söz konusu.

Yolun kenarında, baharat olarak kullanılabilecek tonla bitki var.

Zamanında okumuş olduğum bitki ansiklopedisinden edindiğim bilgiler doğrultusunda, bu bitkilerden toplamaya başladım.

Yine de, aşçılık kabiliyetim o kadar da yüksek değil.

Geçtiğimiz yıl boyunca yeteneğimi bayağı bir geliştirdiğimi söyleyecek olsam bile, “kötü” anca “azıcık kötü”ye evrilebildi.

Yüce Orman’daki yemeklik malzemelerin kalitesi, Büyülü Kıta’dakinden katbekat daha iyi.

Ve sırf canavarlar değil, normal hayvanlar da var.

Tavşanlar ve domuzlar mesela, bildiğin normal hayvanlar.

Ve bir de bu hayvanların etleri zaten kendi başlarına leziz ama işte tam da bu yüzden tadı daha güzel olan etler yemek istiyorum.

Güzel yemek yeme arayışı, her zaman açgözlülük ile peşinden gidilmesi gereken bir iştir.

Bakışlarım Gisu’ya gitti.

Adam kamp yemekleri pişirmek konusunda uzman.

Getirdiğim bitki ve böğürtlenleri alıp, onları -neredeyse bir simyacı gibi- etin tadını muazzam derecede arttıracak baharatlara çevirmeyi başardı.

‘Söylemiştim değil mi? Her şeyi yapabilirim.’

Sadece böbürlenmiyordu, bu et cidden enfes.

Harika, sarıl bana!

O kadar enfes ki, neredeyse birdenbire ona sarılacaktım.

Az daha böyle iğrençleşecektim.

Düşündüğüm şeylerden dolayı kötü hissettim.

İkimiz adına.

Kısım 6

‘Canım sıkıldı.’

Biz bir kez daha bugünün yemeğini hazırlamakla meşgul iken, Eris böyle mırıldandı.

Yemekte kullanılacak malzemeler: Ruijerd tarafından.

Ateş ve su: benim tarafımdan.

Yemeği pişirmek: Gisu tarafından.

Böyle mükemmel bir görev dağılımının karşısında, Eris’e yapılacak bir iş kalmıyordu.

Ona kalan iş, en fazla, ateş için odun falan toplamaktı. İyi de ormanın ortasındayız. Çabucak halledilebilen bir işti bu.

Bu yüzden canı pek sıkılmıştı.

İlk başlarda kılıcını kendi kendisine sallayıp dururdu.

Ghyslaine ve ben onu eğitirken, aynı şeyleri tekrar tekrar yaptırdığımızdan, kılıcını saatlerce sallayabilirdi.

Böyle olsa bile, eğer bunu yapmanın ilginç bir şey olup olmadığını soracak olursanız, cevabın ‘hayır’ olacağı aşikâr.

Şu anda, Ruijerd avlanmakla, Gisu çorba pişirmekle ve ben de heykelcik yapmakla meşgulüm.

Bu 1/10 oranındaki Ruijerd heykelciğini bitirmeme daha var.

Ancak, iyi satmalı.

Değerini arttıracak özellikleri mevcut.

Eğer buna sahipsen Supard ırkı tarafından asla saldırıya uğramazsın, aksine, onlarla iyi geçinirsin. Yani demek istediğim bunun gibi bir şey.

Bunu bir kenara bırakırsak.

Eris sıkıntıdan patlamak üzere.

‘Hey! Gisu!’

‘Buyurun hanımefendi, çorba henüz pişmedi?’

Çorbanın tadını kontrol ederken dönüp baktı.

Eris her zamanki gibi dayatmacı pozuyla orada dikiliyordu.

‘Bana yemek pişirmesini öğret!’

‘İmkanı yok.’

Cevabı anında yapıştırdı.

Sanki hiçbir şey olmamış gibi çorbayı pişirmeye geri döndü.

Eris de aval aval bakakaldı.

Ancak, hızlıca kendisine geldi ve bağırdı.

‘Neden?!’

‘Çünkü sana öğretmek istemiyorum.’

‘İyi de, neden?!’

Gisu derin bir nefes verdikten sonra.

‘Eee, bilirsiniz değil mi, hanımefendi. Kılıç ustalarının dövüşmekten başka şeylere kafalarını yormamaları gerekir. Yemek yapmaya çalışmanın bir manası yok. Yiyebildiğin sürece gerisini boş ver.’

Diyene bak.

Yiyebildiğin sürece gerisini boşver, bu herifin seviyesini tarif eden bir laf değil.

Bu adam kendi restoranını açabilecek bir seviyede.

Hani yediğiniz anda ağzınızdan ışıklar saçtıracak kadar değil de, gene bir restoran açacak olsa, bayağı tanınan bir yere dönüşürdü orası.

‘Ama, eğer yemek pişirebilirsem… umm… bilirsin ya?"

Eris bunu söylerken, gözleri bana gidip geliyordu.

Hayırdır Erisciğim.

Ne söylemeye çalışıyorsun.

Lütfen çekinme, ne söylemek istiyorsan söyle.

‘Valla hiç bilmiyorum.’

Gisu, Eris’e karşı soğuk davranıyordu.

Neden böyle yapıyor tam bilmiyorum ama bunları kaba bir biçimde söyledi.

Bana ve Ruijerd’e karşı böyle değil, ama iş Eris’e geldiğinde, sanki onu kendisinden uzak tutmak istiyormuşcasına söylemlerde bulunuyordu.

‘Kılıçlarla alakalı bir kabiliyetiniz yok mu, hanımefendi? Yemek pişirmek gibi bir şeye ihtiyacınız yok.’

‘Ama…’

‘Biliyor musunuz, dövüşebilecek kabiliyete sahip olmak, mutluluk duyulması gereken bir şey? Bu dünyada yaşayabilmek için gereken başka hiçbir şey yok. Yemek yapmasını öğrenmek, yeteneğinizin körelmesinden başka bir işe yaramaz.’

Eris yüzünü ekşitti ama Gisu’ya vurmaya falan başlamadı.

Bir sebepten ötürü, Gisu’nun söylediklerinin garip bir ikna ediciliği vardı.

‘Gerçi bu sadece bahanelerimin görünen yüzü.’

Gisu başını ‘tamamdır’ dercesine salladıktan sonra çorbayı karıştırmayı bıraktı.

Ve taştan kaselere doldurmaya başladı.

Bu arada, bu kaseleri ben yaptım.

‘Biliyor musun, birisine yemek pişirmeyi bir daha asla öğretmemeye karar verdim.’

Dediğine göre, Gisu zamanında labirentleri temizleyen bir partinin üyesiymiş.

Altı kişiden oluşan bir partiymiş, ondan başka herkes sadece tek bir işi yapmakta iyilermiş. Diğer hepsi beceriksiz kimseler gibi duruyor, değil mi?

Gisu’nun o zamanlar sürekli söylediği ‘Siz cidden başka bir şey yapmasını bilmiyor musunuz lan.’ diye bir lafı bile varmış.

Yine de, böylesine kıçı kırık bir parti olmalarına rağmen, görevlerini başarıyla yerine getirebiliyorlarmış.

Ancak günün birinde partideki kadınlardan birisi, Gisu’dan, ona yemek pişirmesini öğretmesini istemiş.

‘Bir erkeğin kalbine giden yol, midesinden geçer.’ sözü, görüldüğü üzere bu dünyada da geçerli bir söz.

Gisu da ‘Elden bir şey gelmez.’ demiş ve kadına yemek pişirmesini öğretmiş.

Yemek pişirmesinden dolayı mı, yoksa başka bir şeyden dolayı mı, bilinmez.

Ama sonuç olarak, o kadın partideki bir erkekle evlenmiş.

İkisi partiden ayrılıp başka bir yere gitmişler.

Onca şeyden sonra, eğer partinin iki önemli üyesi birdenbire ayrılacak olursa, elbette ki partinin içi pürüzlü bir hal alacaktır.

Parti kısa sürede kavga ve fikir ayrılıklarıyla dolup taşmış, aldıkları işleri doğru düzgün yerine getirememeye başlamış ve hızlıca dağılmış.

Böyle olmuş olsa bile, Gisu elinden her iş gelen bir adam.

Kılıç ya da büyü ile alakalı bir yeteneği yok ama bunların dışında her şeyi yapabilir.

Bu yüzden, çabucak başka bir parti bulabileceğini düşünmüş.

Ama sonuç tam bir hezimet.

Gisu o zamanlarda, azıcık da olsa şanı olan bir maceracıymış.

Hal böyleyken bile onu aralarına dahil etmek isteyen başka hiçbir parti yokmuş.

Gisu’nun elinden her iş gelir.

Eğer maceracıların yapabilidği bir şey ise, o da neredeyse her şeyi yapabilir.

Başka bir deyişle, Gisu’nun yapabildiği her şeyi, diğer herkes de yapabilir.

Eğer yüksek kademeli bir partiden söz edecek olursak, zaten genelde ikincil işler bütün ekip üyeleri arasında dağıtılmış olur.

Gisu farkına varmış.

O partiden başka hiçbir partide yeri olmadığının farkına.

Beceriksiz kimselerle dolu olduğundan dolayı orada kalabildiğine.

Ve sonra, maceracılığı yarıda bırakmış.

Herhalde, hayatını bir kumarbaz olarak yaşamaya karar vermiş.

‘İşte bu yüzden, kadınlar yemek falan pişirmesin.’

Bu bir uğursuzluk.

Diyerekten üstüne ekledi.

Bana soracak olursanız, Gisu'nun başına gelen bu uğursuzluğun pek de bir önemi yok.

Yemek pişirmek gibi bir şeyi öğretecek olsan güzel olurdu.

Bu çorba çok iyi ya.

Bu çorbadan ağzıma tek bir kaşık girince bile, sanki beş tane sakız çiğnemiş gibi hissediyorum.

Öyle ki, şimdi neredeyse ben de bana yemek pişirmesini öğretmesini isteyeceğim.

Bu yüzden, Eris’e yardım eli uzatmaya karar verdim.

‘Başına gelen bu talihsizliği çok iyi anlıyorum çaylak, ama yemek pişirmesini öğrenen kadın, işin sonunda mutlu oldu, değil mi?’

İşte bu yüzden bize de öğret, diye bir düşünce içerisindeyim.

Ama Gisu kafasını salladı.

‘Kadının sonunda mutlu olup olmadığı falan bilmiyorum. O zamandan beri, onunla hiç karşılaşmadım.’

Ama, Gisu kendi kendisine gülüyordu.

‘Erkeğe gelecek olursak, herhalde o mutludur, yada değildir…’

Bu yüzden, bu bir uğursuzluk he.

Onu böyle canı sıkkın bir şekilde gördükten sonra, bir şey diyemedim.

Güzel olması gereken çorba da, lezzetini birazcık kaybetti.

Ruijerd, biraz acele edip gelir misin artık…


Kısım 7

Günlerden bir gün.

Yolun kenarında, kamp bölgesi olarak işaretlenmiş yerlerden birinde, taştan yapılma garip bir anıt bulduk.

Boyu dizimize geliyordu ve üstünde değişik bir arma oyuluydu.

Etrafında yedi tane sembol bulunan bir harf.

Eğer yanlış hatırlamıyorsam, ortasındaki harf Dövüş Tanrısı dilinde "yedi" anlamına geliyordu.

Diğer sembollere gelecek olursam, sanki onları da bir yerlerde görmüş gibi hissediyorum… Yada sanki görmedim.

Gisu’ya sorup öğrenmeye karar verdim.

‘Yav çaylak, bu taş anıt da neyin nesi böyle?’

Gisu anıta baktı ve ‘He o mu’ diyerek başını salladı.

‘Bu [Yedi Dünya Gücü].’

Anladım, yedi dünya gücü.

‘[Yedi Dünya Gücü] mü, o ne oluyor?’

‘Bu dünyadaki bilinen en güçlü yedi savaşçı anlamına geliyor.’

Anladığım kadarıyla, ikinci büyük insan-şeytan savaşının sona erdiği sıralarda, Teknik Tanrısı diye bilinen birisi gelip bunu yapmış.

Teknik Tanrısı o zamanların en güçlü kişisiymiş.

Onun karar verdiği, bu dünyadaki, en güçlü olan yedilinin isimleri.

Bu anıtın da, sözde o yedi kişinin kimler olduğunu onaylamak için yapıldığı varsayılıyor.

‘Yanlış hatırlamıyorsam, o savaşı Danna daha iyi bilir. Danna!’

Gisu ona seslendikten sonra, yanıbaşımızda Eris’in antremanını kontrol eden Ruijerd, yürüyerek yanımıza geldi.

Eris yere yığılıp kollarını ve bacaklarını olabildiğince uzattı ve ağır ağır soluklanmaya başladı.

‘[Yedi Dünya Gücü], hah, birazcık nostaljik.’

Ruijerd, gözlerini kısarak taştan anıta bakıyordu.

‘Bunun hakkında bir şeyler biliyor musun Ruijerd-san?’

‘Küçükken, ben de [Yedi Dünya Gücü]’nden biri olması için eğitilen ve heveslendirilen diğer sayısız çocuklardan birisiydim.’

Bunu dediği sırada Ruijerd’in gözleri uzaklara gitti.

Epeyce uzaklara.

Bayağı bayağı uzaklara…

Tam olarak ne kadar daha uzaklara gideceksin??

‘Bu arma tam olarak nedir?’

‘Bunlar her bir dünya gücünün kendi sembolleri. Şu an bile en güçlü yedi kişinin isimlerini gösteriyor.’

Ruijerd tek tek bu sembolleri parmağıyla işaret edip, bize isimlerini öğretti.

Şu anki yedilinin isimleri:

Birinci Sıra "Teknik Tanrısı",

İkinci Sıra "Ejderha Tanrısı",

Üçüncü Sıra "Dövüş Tanrısı",

Dördüncü Sıra "Şeytan Tanrısı",

Beşinci Sıra "Ölüm Tanrısı",

Altıncı Sıra "Kılıç Tanrısı",

Yedinci Sıra "Kuzey Tanrısı",

Sıralamaları bu şekilde gibi duruyor.

‘Haaa. Ama nasıl oldu da [Yedi Dünya Gücü]’nü daha önce hiç duymadım?’

‘Sonuçta [Yedi Dünya Gücü] Laplace Seferi’ne kadar meşhur kalmış bir şey.’

‘Bunun hakkında konuşmayı neden bıraktılar peki?’

‘Çünkü Laplace seferi sırasında büyük değişimler meydana geldi ve onların yarısı kayboldu.’

Görünüşe göre, Teknik Tanrısı dışında, o zamanın bütün dünya güçleri Laplace Seferine katılmışlar.

Ancak, içlerinden üçü ölmüş.

Birisi de kayıp.

Ve neticede, içlerinden birinin sonu da mühürlenmek olmuş.

Söylediğine göre, tek parça halinde hayatta kalmayı başaran tek kişi, o zamanın Ejderha Tanrısı.

[Laplace Seferi] sonrasında, gücün zirvesinde olanlar (yani yine de en güçlü yediliden bir tık daha güçsüz olanlar), yorulmak nedir bilmeden yüzlerce yıl çalışarak, en sonunda en güçlü yedilinin arasındaki düşük sıralara yerleşebilmeyi başarmışlar. Her halükarda, içlerindeki en iyisi bile, eski yediliden olanların üstüne toz bile konduramaz. Böylelikle, unvan da anlamını yitirmiş...

Dahası, şu anda, en güçlü dörtlünün başına ne geldiği bile meçhul.

Teknik Tanrısı, Gaip.

Ejderha Tanrısı, Gaip.

Dövüş Tanrısı, Gaip.

Şeytan Tanrısı (Laplace), Mühürlenmiş.

En güçlüleri olarak bilinen yüksek sıradakiler, sıralamada gözüktükleri gibi, etrafta gözükmüyorlar.

Bu yüzden de, [Yedi Dünya Gücü] zaman içinde insanların hafızalarından silinmiş.

Falan filen.

Bu arada, Şeytan Tanrısı Laplace’ın sıralamadan çıkarılmamasının sebebi de ölmeyip, sadece mühürlenmiş olması.

‘O zamanlar, teknik tanrısını gören hiç mi kimse yokmuş?’

‘Pekala. 400 sene evvel bile, Teknik Tanrısı’nın gerçekte yaşayıp yaşamadığı bile şüpheliydi.’

‘Evvela, Teknik Tanrısı neden böyle bir sıralama oluşturmuş ki?’

‘Güya, [beni yenebilecek birisini bulmak için] diyerekten bir söylenti var ama ayrıntılarına vakıf değilim.’

Herhalde çok derin düşüncelerle oluşturulmuş bir sıralama olsa gerek.

‘Bu anıt oldukça eski duruyor; böyle olduğundan dolayı, acaba sıralama çoktan değişmiş olabilir mi?’

Ben böyle mırıldandıktan sonra, Gisu kafasını salladı.

‘Yok, görünüşe göre büyü ile kendi kendiliğine değişebiliyor.’

‘Eh? Öyle mi? Nasıl?’

‘Ne bileyim ben.’

Anladım.

Taştan anıtın üzerindeki harfler kendiliğinden değişiyor.

Acaba tam olarak nasıl çalışıyor.

Bu dünyadaki büyü hakkında halen anlayamadığım tonla şey var.

Eğer büyü akademisine gidecek olursam, acaba bu tarz şeyler hakkında bir şeyler öğrenebilir miyim?

Yine de, [Yedi Dünya Gücü] he.

Bu dünyada bu kadar çok hile açmış kimseler varken, onlarla aşık atabileceğimi hiç zannetmiyorum.

Şey, zaten bu dünyanın en güçlüsü olmak gibi bir hedefe sahip falan da değilim.

Açıkçası, en güçlülerle muhatap olmamak en iyisi.


Kısım 8

Yüce Orman’dan geçip çıkmamız tam bir ayımızı aldı.

Ancak, sadece bir aycık.

Bir ay içinde, Yüce Orman’ın tamamını geçmeyi başardık.

Yolumuz, dümdüz ilerleyen, tek bir canavarın bile olmadığı bir yoldu.

Böylelikle, kendimizi sadece hareket etmeye verebildik. Bu sebeplerden sadece birisi ama atımızın performansı da bir hayli iyi idi.

Bu dünyanın atları, yorulmak nedir bilmiyorlar.

Mola vermeden bir günde on saat boyunca aralıksız koşabiliyorlar; üstelik, ertesi gün bir gram yorgunluk bile hissetmeden.

Büyü gücü falan mı kullanıyor bunlar diye merak etmedim değil.

Gerçekten de, ormanı pürüzsüz bir biçimde geçtik.

Kazalardan belalardan ne haber diye soracak olursanız, benim açımdan bir tek yolda gitmekten basur oldum.

Tabii ki de, kimseciklere söylemeden iyileştirme büyüsü kullanarak gizlice iyileştirdim.

Antremanlar açısından, Eris at arabasının üstünde dikilip duruyordu.

‘Yaptığın tehlikeli’ ve ‘yapma’ falan dedim ama dikilmekle ilgili tehlikeli olan şey, hissettiğin denge duygusu ile alakalıydı.

Ben de denedim ama sonra ertesi gün bacaklarım durmadan titremişti.

Eris gerçekten harika birisi.

Mavi Ejderha Sıradağları’na giden bir vadi gördük.

Vadiye giderken bir kasaba bulunuyordu.

Kasabadaki hanları işletmekle sorumlu olanlar cüce ırkından kimseler.

Maceracılar loncası burada bulunmuyor.

Yine de demirci kasabası olarak şöhreti bulunan bir yer burası, silah ve zırh dükkanlarının hepsi birbiriyle bağlantılı.

Burada satılan kılıçlar sadece ucuz değil, aynı zamanda da kaliteli… Gisu bize böyle söyledi.

Eris’in, sanki her şeyi istiyormuş gibi bir yüz ifadesi vardı ama paramızı istediğimiz gibi saçabilecek durumda değiliz.

Sonuçta, Milis’ten Merkez Kıta’ya, yanımızda bir Supard ırkı ile geçebilmek bize bir servete daha patlayacak.

Çarçur edecek paramız yok.

Eris’in şu an kullandığı kılıcı da hiç fena sayılmaz.

Gerçi, ben bir erkeğim.

Bütün bu yavuz kılıç ve zırhları sıralanmış bir şekilde görünce, kaç yaşında olursanız olun, heyecanlanmamak elde değil.

Böyle söylesem bile, sonuçta bunlar birisinin yaşını göstermesiyle alakalı şeyler.

Dükkana bakan cüce gülerek ‘Onun sana uyacağını zannetmiyorum evlat.’ diye söyledi.

Böyle görünmeme rağmen Kılıç Tanrısı stilinde orta seviyede olduğumu söyleyince, dayı biraz şaşırdı.

Şey, harcayabileceğimiz hiç paramız yok, bu yüzden de birazcık alay edilmiş olmakla kaldım.

---

Gisu’nun anlattığına bakılırsa, burası anayolun birçok kola ayrıldığı yer.

Eğer dağı izleyip doğuya doğru gidecek olursanız, cücelerin olduğu büyük bir şehre ulaşırmışsınız.

Kuzeydoğuya doğru giderseniz, elflerin bölgesine ve kuzeybatıya doğru giderseniz de, buçukluların (hobbit) bölgesi önünüze serilecek olurmuş.

Bu kasabanın bir maceracılar loncasına sahip olmamasının sebebi, herhalde bulunduğu yerle alakalı bir durumdur.

Bir de, dağlara doğru gidecek olursanız, kaplıcalara ulaşırmışsınız.

Kaplıcalar.

Özel ilgi alanım.

‘Kaplıca nedir?’

‘Dağdan gelen sıcak suyun biriktiği bir yer. Kaplıcada yıkanmak cidden iyi hissettirir.’

‘Ohhh… Kulağa ilginç geliyor. İyi de, bu ilk defa buraya gelişin değil mi Rudeus? Öyle olduğunu nereden biliyorsun?’

‘E- ee… Bir kitapta okudum.’

Acaba bu kaplıcalardan [Dünyayı Geziyorum] seyahatnamesinde bahsediliyor muydu.

Yanlış hatırlamıyorsam, sanki bahsedilmiyordu…

Ama yine de, kaplıcalar he.

Harbiden de çok severim.

Bu dünyada hiç yukata falan yoktur ama…

Islak saçlar, kiraz çiçeği rengine bürünen cildiniz, sıcak suyun içindeyken Eris’in kendinden geçmesi…

Kaplıca olarak bilinen şey işte tam da orada.

Yok ya, herhalde kız-erkek karışık girilen bir yer yoktur.

Önceki dünyamdan farklıdır, değil mi?

Gerçi, onbinde bir ihtimalle karışık girilen bir yer olsa bile, acaba tam olarak nasıl olurdu.

Bu, ne olduğunu mutlaka öğrenmem gereken bir şey.

‘Yağmur mevsiminin yeni bitmiş olmasından dolayı, dağların olduğu taraflar şu anda çok kötü bir hal içinde olmalı, değil mi?’

Ben tam bir ikilemde kalmışken, Gisu itiraz etti.

Dağlarda yürümeye alışık olmayan birilerinin oraya gitmeye kalkması çok fazla vakit alır gibi.

Bu yüzden, kaplıcalara gitme işinden vazgeçmemiz gerekiyor.

Tüh.

Kısım 9

Kutsal Kılıç Anayolu, Mavi Ejderha Sıradağları’nın içine girdi.

Aynı anda sadece iki at arabasının geçebileceği kadar genişliği olan bir yol.

Dağı ikiye bölen.

Vadinin en dibinde.

Yine de, belki de Milis’in kutsal koruması yüzünden olsa gerek, kaya kayması gibi bir olay hiç yaşanmamış.

Eğer bu yol hiç olmasaydı, kuzeye geçebilmek için çok büyük bir sapma yapmaktan başka çareniz kalmazdı.

Dağlarda neredeyse hiç mavi ejderhalardan olmamasına rağmen, bir sürü başka canavar vardı, yani yine de dağın üzerinden geçmeye kalkmak gene de çok tehlikeli olurdu.

Böyle bir yerde, tek bir canavarın bile karşınıza çıkmayacağı bir kestirmenin bulunuyor olması.

Aziz Milis’e böylesine tapılıyor olmasını çok iyi anlıyorum.

Üç günün sonunda, vadiyi geçebildik.

---

Bu şekilde Yüce Orman’dan ayrılıp, insanların bölgesine geçmiş olduk.