27.06.2020

Depodaki Şeytan

resim
Çevirmen: NatsuJun

Kısım 1

Aziz Limanı’ndaki liman şehri.

Rüzgar Limanı’na çok benzemesiyle bilinen bir şehir.

Birçok tepe ve yokuş ile kalabalığın, daha çok limanda toplandığı bir şehir.

Aynı şekilde, Maceracılar Loncası şehrin merkezinde olmaktansa limana daha yakın bulunuyor.

Fakat, birkaç yönüyle aralarında fark var.

Birincisi, Rüzgar Limanı’na kıyasla çok daha fazla ahşap bina var.

Belki denizden gelen rüzgarı kesmek için alınan bir önlemdir, ama hepsi rengarenk boyanmış.

Şehirde boydan boya uzanan çizgi halinde sokaklar var, ve şehrin dışına baktığınızda enginlere uzanan kocaman bir orman görebiliyorsunuz.

Bir sürü yeşillik var.

Büyülü Kıta’daki bir sürü beyaza, griye ve kahverengine kıyasla, buradaki renk cümbüşü gözlerinizi kör etmeye yeter de artar.

Aralarındaki ufak bir okyanus farkıyla birlikte, neredeyse apayrı iki dünya gibiler.

Her halükarda, tam da Milis Kıtası’ndan beklendiği gibi.

Yolda yürüyen halkın görünüşlerine bakıncı oldukça çeşitli olduğunu fark ettim, ama bu şeytan ırkındaki çeşitlilik gibi değil, bunun yerine hayvan ırkı, elfler, cüceler, buçukluklar ve insan ırkına yakın görünümde daha pek çok ırk vardı.

Peki o zaman, han bulmaya gelince, öncelikle ne kadar paramız var ona bakalım.

Büyülü Kıta’nın para birimleriyle elimizde 2 küçük yeşil sikke, 18 demir sikke, 5 küçük demir sikke ve 3 taş sikke var.

Taşıdığımız para bu kadar.

Bunu takas edince 3 Milis altın sikkesi, 7 Milis büyük bakır sikke ve 2 Milis bakır sikke ediyor.

Ederi bu kadar.

Hayal ettiğimden daha az, ama görünüşe göre arada bir de işlem ücreti var.

Diğer türlü eğer loncada bir kısmını çevirtmesek ve tüm paramızı burada takas etsek, muhtemelen daha fazla ücret alınacaktı.

Durum böyle olunca, bu kadarı en azından kabul edilebilir sınırlarda.

‘Maceracılar Loncası’na yakın bir han bulsak güzel olur.’

‘Evet, hiç görev alamazsak işimize gelmez.’

Yarından itibaren, burada bir hafta daha kalacağız ve bu sürede bir yandan görev yaparken bir yandan da Ölü Son’un adını yayarız.

Burada dinlediğim hikayelere bakınca, anladığım kadarıyla ‘Ölü Son’ adı Milis Kıtası’nda pek bilinmiyor.

Galiba özenle yücelttiğimiz namımızı kullanamayacağımız günler yakın.

Bunu düşünürken, lonca civarlarında bir han bakmaya başladık.

Fakat, gizemli bir şekilde, baktığımız tüm uygun fiyatlı hanlar çoktan dolmuştu.

Bu ilk defa başımıza geliyor.

Birkaç tane dolu hana denk gelmiştik, ama çoğunluğunda boş oda olmaması ilk defa başımıza geliyor.

Bir çeşit festival falan yoktur değil mi?

Bunu düşününce hancıya sordum.

‘Yakında yağmurlu mevsim başlayacak. Büyük hanların  tamamı büyük ihtimalle çoktan dolmuştur.

Durum böyleydi.

Sebebiyse, Milis Kıtası’ndaki Yüce Orman’da yağmurlu mevsimlerde yaşanan özel bir hava durumu, üç ay boyunca sular seller gibi yağmur yağmaya devam ediyormuş.

Yüce Orman’ı büyük bir sel kaplıyor ve tabi ki anayol kullanılmaz oluyor.

Hal böyle olunca, handa uzun bir süre için yer ayırtan bir sürü müşteri oluyormuş.

Normalde yağmurlu mevsimde buraya gelmekten kaçınmaları gerekir.

Diye düşünüyordum, ama söylenenlere göre bu yağmurlu sezonda şehre sık sık akın eden birçok çeşit yaratık oluyormuş.

Ve bu yaratıklardan elde edilen materyaller baya para ediyormuş.

Sonuç itibariyle, bu mevsimde şehre kalmak için gelen bir sürü maceracı oluyormuş.

Aslında bizim de işimize yarayacak bir hikaye.

Burada çalışıp üç ay boyunca para biriktirirsek, yolculuğun devamında parayı dert etmeyecek kadar kazanabiliriz.

Ayrıca bir yandan Ruijerd’in adını da yaymış oluruz.

Ve tüm bunlar sayesinde, Milis Kıtası’nda yolculuğa çıkmamız daha bir kolaylaşır

Ama tabi bu dereyi görmeden paçaları sıvamak olurdu.

Şuanki bütçemizle o kadar esnek program yapamayız, üstelik kalacak han bile bulamıyoruz.

Odası var gibi görünen hanların hepsi, normalde kaldıklarımızdan ya çok daha pahalı, ya da çok daha ucuz.

Elimizde olmayan parayı har vurup harman savuramayacağımıza göre ilk seçenek gider.

Sonuç olarak, galiba pek de iyi insanlarla aynı yerde olmayacağız.

Açık konuşmak gerekirse, kenar mahallede bir yerde kalmak zorundayız.

Bir gecesi 3 büyük bakır sikke.

Yemekler ayrı, ek hizmet yok.

Ucuz, sadece uyumak için fena bir yer değil.

Büyülü Kıta’da bundan daha kötü birkaç handa kalmıştık.

Bunu dememe rağmen, önümüzdeki üç aylık yaşam tarzımızı düşünürsek, bu tamamen bütçemize bakıyor, o yüzden başka bir yer arasak iyi olacak gibi.

‘Hmmm, burası iyi bir han!’

Esas itibariyle Eris asil bir ailenin genç kızı, ama görünüşe göre insanların yaşı veya hizmetin kötülüğü onun umrunda olmuyor.

O kadar umrunda olmuyor ki ben şikayet edeceğim artık.

‘Benim açımdan, daha iyi bir yerde kalmak isterim.’

‘Rudeus fazla bencil.’

Bunu senden duymak istemiyorum Eris.

Gerçi bunu demeye hakkım yok.

Çok, çok öncelerini hatırlamam gerekirse, bu genç hanım kafası bitlerle dolmasına rağmen, at pisliği kokan bir ahırdaki saman yığının üstünde derin uykuya dalabilmişti.

Elimle memesini tutmama rağmen derin uykusuna devam etti.

Tekrar hayata geldikten sonra bile sıcak ve yumuşacık bir yatakta uyumak isteyen benden farklı.

Eh, durum böyle olunca bencilliğe diyecek lafım kalmıyor.

Tek yapacağım şey yatağa ısısı yüksek bir rüzgar büyüsü yapıp üzerindeki haşereleri öldürmek.

Bunu yaptıktan sonra, odayı temizlemeyi de hallettik.

Ortamın düzenli olmasını sevdiğimden değil.

Bana sorarsanız, ben dağınık olmasından yanayım.

Bununla birlikte, bu tarz hanlarda, bazen önceki müşteriler tarafından bırakılan şeyler olur.

Mesela yatağın yamacındaki çatlakta sıkışmış bir sikke gibi.

Veya yere düşmüş küçük bir yüzük.

Bu tarz şeylerden para elde etmek problem olmamalı, değil mi? Ama söz konusu yüzük olunca, bazen Maceracılar Loncası’nda bulunması için görevler asılıyor.

Eğer bulursan parayı kaparsın, rütbenin gerekmediği bu tarz görevlerde kullanılabilir.

Genelde birkaç metelikten fazla etmez, ama bazen oldukça yüksek para verdikleri de oluyormuş.

Bu yüzden, uç bucak temizlik yapacağım.

Neredeymiş kayıp itemlerim? Hanimiş benim bulunması zor eşyalarım?

Şaka şaka.

Bu süre içerisinde Eris bir kova aldı ve basit silme işleriyle ilgilendi.

Üstüne hızlıca ekipmanlarımızın bakımını yaptık.

Her şey tamamlandığında güneş batmak üzereydi.

‘Eris, Ruijerd’le buluşma vaktimiz yaklaştı.’

Gidelim o vakit.

Tam böyle derken birden kaldığımız yerin nerede olduğu aklıma geldi.

Kenar mahallenin dibi.

Burada asayiş kötü.

Büyülü Kıta’da buna benzer kenar mahalle bölgesinde kalmıştık bir kere.

Dışarıya iş bakmaya gittiğimizde hırsız kolayca odamızdan içeri sızmış.

Ruijerd sonrasında izlerini yakalayıp peşine düştü, ve yakaladığında ağır bir ceza verdi, fakat çalınan eşyalarımız çoktan başkalarının eline geçtiğinden bir daha geri alamadık.

O zamanlar çalınan eşyalarımız önemli şeyler değildi.

Ayrıca, bu sefer de geriye değerli bir şey bırakmaya niyetim yok.

Fakat, suça mahal vermemek için tedbir almakta fayda var.

‘Ben gider kendim hallederim, sen burada evi kolaçan et.’

‘Evde oturmak mı? Benim gelmem sorun mu olur?’

‘Öyle değil, ama buralarda asayiş kötü olduğundan.’

‘Ne fark eder ki, zaten önemli bir şeyimiz yok, değil mi?’

Nasıl böyle dersin.

Eris’in suçu önleme farkındalığı yok denecek kadar az.

Günlük eşyalarımız bile çalınsa bu bizim için sorun demektir.

Öyle rahat rahat harcayacak kadar paramız kalmadı.

Burada artık ona suç önleme farkındalığı aşılamaktan başka çarem yok.

‘Şimdi beni iyi dinle. Daha yeni yıkadığın külodunun çalınabileceğinden haberin yok.’

‘Öyle bir şeyi sadece sen çalarsın,Rudeus!’

Ürperme sesimi yuttum.

Fakat,Eris.

Şu konuda anlaşalım, ben daha önce hiç yıkanmış bir külot çalmadım, bir kere bile tamam mı?

Kısım 2

Gece şehirde bir başıma yürüyorum.

Eris’i ikna edebilmem iki saatten fazla sürdü.

Sonuçta suçları önlemek gerçekten önemli.

Pekala, Ruijerd’i alma vakti gece olmasına rağmen, belirli bir zaman diliminden bahsedilmedi.

Günbatımından sonra herhangi bir zaman olabilir gibi geldi ve söylenene göre üzerinden birkaç gün geçse bile ona sahip çıkmaya devam ediyorlarmış.

Buna karşın, Ruijerd şuan köle muamelesi görüyor.

Bakıyorlarsa da bunu minimum çabayla yapıyorlar, geride bıraktığımız hafta Ruijerd  kötü bir muameleye maruz kalmış olabilir.

Muhtemelen iyi bir şeyler de yiyemedi bu sürede.

Hal böyle olunca büyük ihtimalle açtır.

Aç insanlar kızmaya yatkın olur.

Eğer elimi çabuk tutup onu almazsam...

Bir elimle Ruijerd’in mızrağını taşıyarak rıhtıma doğru yol aldım.

Kaçırılan eşyaları aldığımız yer, görünen o ki burası onları  ustalıkla sakladıkları mekan.

Rıhtımın bir ucu.

Ahşaptan yapılmış dört büyük depo ard arda sıralanmıştı.

Üzerinde ‘Depo #3’ yazana girdim.

İçeride aheste aheste depoyu temizleyen bir adam vardı.

Yüzyılın sonundaki en yaygın saç stilinden yaptırmış, Mohikan.

Ona, ‘Selam, Steve. Kıyılardan Jen iyi mi?’ dedim.

Bana aracı adamın dediği gibi söyledim.

Bana bakarak Mohikan şüpheli bir surat takındı.

‘Naber ufaklık, yolunu mu kaybettin?’

Eh ama, acaba şifreyi mi karıştırdım?

Yo ondan değil, hala çocuk olduğumdan inanmıyor.

‘Efendimin emri üzerine kargomu almaya geldim.’

Bunu  deyince herhalde Mohikan anladı.

Sessizce baş sallayıp, ‘Beni takip et.’ diyerek depoda ilerledi.

Sessizce depoda arkasından yürüdüm.

Deponun derinliklerinde, içine beş ten fazla kişi sığacak kadar büyük bir tahta kutu vardı.

Mohikan oradan bir meşale kapıp kutuyu hareket ettirmeye başladı.

Kutunun altından aşağı uzanan bir merdiven ortaya çıktı.

Merdivenlerden inince ıslak ve rutubetli bir mağaraya vardık.

Mohikan meşaleleri ateşe verip yürümeye devam etti.

Ben de kaymamaya dikkat ederek peşisıra yürüdüm.

Mağara bir saat kadar sürdü.

Mağaradan çıktığımızda ormanın içine gelmiştik.

Galiba şehrin dışına varmıştık.

Oradan bir süre daha yürüdüğümüzde, etrafı farklı ağaçlarla sarılı büyük bir bina gördük.

Önceki depolardan farklı bir görüntüsü vardı, sanki daha çok zengin birinin villası gibi.

Saklama yeri burası demek.

Acaba ormanın ortasına böyle bir bina kurdukları için yaratıklar devamlı saldırıyor mudur, merak ediyorum.

‘Herhalde biliyorsundur, ama burası hakkında tek kelime etmek yok. Eğer edersen...’

‘Anlaşıldı.’

Hızlıca başımı salladım.

Bu yeri birilerine söylersem, kesin beni bulup öldürürler.

Büyülü Kıta’da buna dair bir açıklamayı zaten aracı adamdan dinlemiştim.

Eğer sözlü vaatlerde bulunacak kadar ileri gidiyorsanız, o zaman bunu kanla yazılmış bir sözleşmeyle de yapabilirsiniz, diye düşündüm.

Acaba neden böyle yapmıyorlar.

Belki kanı olmayan ırklar vardır?

Eh, muhtemelen iki taraf da arkalarında yazılı bir belge bırakmak istemiyordur.

Geride bırakılan delilleri olabildiğince aza indirmek.

Mohikan giriş kapısını tıklattı.

Taktaktak, taktaktak.

Büyük ihtimalle bu kapı tıklatma metodu da bir çeşit kural.

Kısa bir beklemenin ardından, gri saçlı, kahya-vari kıyafetli bir adam karşımıza çıktı.

Kısaca Mohikan’ın ve benim yüzüme baktıktan sonra, ‘Girin’ dedi.

İçeri girdim.

Tam önümüzde ikinci kata giden merdivenler belirdi. Yan tarafında iki tane koridor. Sağımda ve solumda kapılar var.

Doğru dürüst betimlemek gerekirse, malikanenin salonuna benzer bir lobi.

Lobinin sonunda yuvarlak bir masa var, bu masaya dirseklerini yaslamış, tipleri pek güven vermeyen bazı adamlar oturmuştu.

Garip bir şekilde gergin görünüyorlar.

Ardından gri saçlı kahya şüpheli gözlerle tepeden baktı.

‘Referansın kim?’

‘Ditts.’

Aracı adamın adı Ditts.

‘Ditts, he. Her halükarda, böyle ufak bir çocuğu yollayan her kimse, temkinli biri olmalı.’

‘Sonuçta kaçırdığımız şey, tehlikeli bir şey.’

‘Haklısın, çabucak al götür. Başımızı tehlikeye sokmasından korkuyorum.’

Bunu demesi üzerine gri saçlı kahya, göğsündeki cepten anahtarların dizili olduğu bir halka çıkardı, içlerinden birini Mohikana uzattı.

‘202 numaralı oda.’

Mohikan sessizce başını sallayıp yürümeye başladı.

Ben de peşinden gittim.

Bastığımız yerden çıtırtı sesleri ve bir yerlerden inleme gibi duyulan sesler geliyordu.

Bir yerlerden bir hayvan kokusu ara sıra burnuma siniyordu.

Bir an içinde demir barların olduğu bir oda gördüm ve içeriyi dikizledim.

İçinde parıldayan bir büyü çemberi, ortasında zincirlenmiş bir şekilde kocaman bir hayvan vardı.

Karanlık olduğundan tam olarak ayırt edemedim, ama böylesine bir hayvana Büyülü Kıta’da bile rastlamadım.

Acaba Milis Kıtası’na özgü bir hayvan mı?

‘Milis Kıtası’ndan Büyülü Kıta’ya götüreceğiniz şeyleri de burada mı tutuyorsunuz?’

‘Evet.’

Aniden bunu sormam üzerine Mohikan cevapladı.

Acaba bunu saklamaya gerek duymuyorlar mı?

Mohikan merdivenlerden aşağı inmeye başladı.

202 deyince ikinci katta olur diye düşünüyordum, ama görünüşe göre bir mahzende.

‘Mahzen ha.’

‘Yukarı çıkan merdivenler aldatmaca.’

Galiba orada bulunsa bile sorun olmayacak şeyleri tutuyorlar.

Ve tabi, mahzende yüksek vergi aldıkları veya taşınması suç teşkil eden şeyleri tutuyorlar.

‘Burada.’

Mohikan, 202 yazılı bir tabelası olan kapının önünde durdu.

İçeride kafasında küçük yeşil saçlar çıkmaya başlamış ve elleri arkasında bağlı bir Ruijerd oturuyordu.

Düşündüğüm gibi, koca bir haftanın ardından iyice Marimo kafasına dönmeye başlamış.

Marimo kafası: Yosun kafa, yosun tutmuş kafa bkz.Roronoa Zoro

 ‘Biraz zahmet verdik kusura bakma.’

Mohikan sözlerim üzerine başını salladı ve odanın girişinde direnmeye devam etti.

Şimdilik herhalde gözcülük ediyor.

‘Kelepçeleri çözeyim deme. Burada Supard ırkından birinin saykoya bağlamasını istemeyiz.’

Bunu söylerken Mohikanın rengi attı.

Görünüşe göre üç numara saç kesiminde bile zümrüt yeşili etkisi göz ardı edilemiyor.

Demek öylece Ruijerd’in kelepçelerini çözsem ve ne dese onu yapsam, iyice korkudan altına edecek.

Yo-yo, başkalarının üzerinden otorite kuran, kibirli küçük adamlardan olmayacağım.

Pekala, düşündüm de anahtarı nereye koymuştum.

Ceplerimi yokladım ve bir türlü bulamıyorum.

Galiba handa unuttum.

Ahh, fazla meşakkatli, büyüyle çözerim daha iyi.

Ruijerd’e yaklaşmam üzerine suratında acımasız bir ifade gördüm.

Merak ediyorum acaba insanlar acıkınca gerçekten asabi mi oluyor?

Biraz daha dişini sık, çabucak karnını doldururuz senin.

‘Rudeus, kulağını uzat.’

Usulca fısıldadı Ruijerd.

‘Ne oldu?’

Başımı onu yaklaştırdığımda Mohikan paniklemeye başladı.

‘He...hey, dur. Seni diri diri yer.’

Merak etme.

Söz konusu Ruijerdse, kibarca çiğner.

İçimden uygun bir cevap verip kulağımı Ruijerd’e yanaştırdım.

‘Çocukları tutsak etmişler.’

Anladım.

‘Hayvan ırkından çocuklar. Sanırım zorla kaçırılmışlar. Buradan ağlama seslerini duyabiliyorum.’

‘...Demek öyle.’

Çocuklar. Daha doğrusu köleler.

Dürüst olayım, bu dünyada köle sistemi nasıl işliyor bilmiyorum.

Ne iyi, ne kötü, aralarında bir ayrım yok.

Şimdi köleleri kurtarmamız onlar için en iyisi mi olacak mesela?

Eğer sıkıntılı bir hayat geçiren aile tarafından satılmış bir çocuksa, onu kurtarıp ailesine götürmek yine sıkıntıya sokmaktan başka bir şey olmaz.

‘Onları kurtarmak istiyorum.’

Böyle dememe rağmen.

Ruijerd açısından, çocuklar önemli.

Durumun beraber seyahat etmemizle bir alakası yok.

Yazık size, kaçakçılar.

Ruijerd’in burada olduğu bir zamanda çocuk kaçırmak.

‘Binanın içinde baya koruma var.’

‘Biliyorum merak etme.’

‘Kaçakçılar kocaman bir teşkilat.’

‘Kurtarmama karşı mısın?’

Ruijerd inanamazmış gibi bir ifadeye büründü.

Sanki ona ihanet etmişim gibi bir surat.

Fakat, şuan ihanet edenler bizleriz.

‘İşlerini kelimesi kelimesine yaptılar. Bu yaptığımız ihanet etmek olmaz mı?’

‘Umrumda değil. Eğer çocuklar kurtulacaksa, hain namını şerefle taşırım.’

‘Bu namı sadece sen taşımayacaksın Ruijerd-san, seninle birlikte bütün Supard ırkı.’

‘A..ama...ama olmaz ki!’

Bana öyle bakma.

Onları kurtarmayalım demedim ki?

Gerçi demiş oldum.

Dayanamıyorsan söyleyebilirsin.

Çocukları kurtararak kaybedecek zamanımız olmadığını.

Sözlerimden geri dönmezdim.

‘Eğer onları çabucak  kurtarmak istiyorsan, dışarı bilgi sızmasını engellememiz lazım, yoksa işimiz biter.’

‘Rudeus...!’

Sözlerimi duyunca Ruijerd’in bakışları gururla doldu.

Bu seferlik Ruijerd’in istediği olsun bakalım.

Sonuçta bir haftadır tutuklu bir şekilde tutuluyor.

Onlara baya kinlenmiş olmalı.

Bunu dememe rağmen, içlerinden bir tanesi bile kaçsa, Supard ırkından biri ortalığı kırıp geçiriyor,  böyle bir bilgi kaçakçı teşkilata ulaşırsa eğer.

Supard ırkını kaçıran bizim adımız, kaçakçılar teşkilatı  tarafından itinayla hatırlanır.

Teşkilata ihanet eden müşteriler için, peşlerine düşecek nam salmış suikastçiler gönderilir.

Hainleri acımasız bir ölüm bekler.

Aracı adamın dedikleri böyleydi.

Ruijerd varken, suikast seviyesindekiler hiçbir şey.

Bununla birlikte, geceleri rahat rahat uyuyamayacağını bilmek can sıkıcı.

Ayrıca Ruijerd’in devamlı bizimle olacağı da garanti değil.

O halde, bu bilgi sızmasını nasıl halledebiliriz acaba?

‘Endişe ettiğin buysa dert etme.’

‘Planın var mı?’

‘Bu binada bulunanlardan bir tanesi bile canlı kurtulmayacak. Tam bir katliam olacak.’

Fiuvvv, işte Ruijerd bu.

Bunlar güven aşılayan sözler.

Elbette hepsini öldürürsen, sorun kökten çözülmüş olur.

Buna rağmen aceleci mi davranıyoruz diye düşünmekten kendimi alamadım.

‘Bunlar asla bağışlayamayacağın düşmanlar mı?’

‘Evet, her an içimde bir volkan patlayacakmış gibi.’

Ruijerd aşırı kızgın.

Hass, ah kaçakçılar ah, siz ne yaptınız.

‘Ne olduğunu sorsam?’

‘Çocukları görünce anlarsın.’

Görünce anlayacağımı söylesen bile...

‘Sadece, tekrar çocukları kurtarmaya gelmek gibi bir seçeneğimiz de var, ama...’

‘Onlardan duyduklarıma göre. Yarın çocukları bir gemiye bindirip Büyülü Kıta’ya götürecekler.’

O zaman yarın olmaz he.

Ama hepsini katletmek de...

Katletmek biraz şeyyy.

Başka bir yolu olmalı.

Başkalarını öldürmeden kullanacağımız zekice bir metod.

‘Rahat ol, ellerini kirletmesen de olur.’

Bu sözleri duyunca olduğum gibi kaldım.

‘Hayır...’

Ruijerd’in sözleri birer küçük diken olup kalbime saplandı.

‘Ben...de yaparım, tamam mı?’

Kesinlikle.

Geçtiğimiz sene içerisinde öldürmekten kaçındım.

Sayısız yaratık katlettim.

Silüeti insanı andıran yaratıkları da öldürdüm.

Fakat, hiç katil olmadım.

Kısmen bunun için bir sebebim olmadığından.

Ve öldürmemek daha mantıklı olduğundan.

Buna rağmen, daha önce birini öldürmeyi asla düşünmediğim de bir gerçek.

Bu dünya zalim.

İnsanların günlük birbirini öldürdüğü bir dünya.

Bir gün, büyük ihtimalle benim de birilerini öldürmem gerekecek.

Öyle bir durum illaki bir gün karşıma çıkacak.

Hazırlıklıyım.

Buna hazırım.

Niyetim bu yöndeydi.

Bununla birlikte ne yapacağımı sorarsanız, sadece kayaç merminin gücü üzerinde bir iki oynama yapmam yeterli.

Birini öldürmemek için, gücünün ölümcül seviyede olmamasına dikkat ediyorum.

Sonuçta, sanırım hala insanları öldürmekte tereddüt ediyorum.

Ne dersem diyeyim, zihnimdeki katil tabusunu kırmak istemiyorum.

Buna hazır değilim.

Ve sonra, Ruijerd bu gerçeği tahmin edebildi.

Bunu sözleriyle belirtecek noktaya gelmesinin tek sebebi bu.

Gece başımı rahatça yastığa koyabilmemi istiyor.

‘Öyle kederli bakma. Senin ellerin Eris’i korumak için var.’

Eh, galiba böylesi daha iyi.

Kendimi, birini öldürmeye zorlamayacağım.

Bugünlük sırtımı ona yaslayacağım.

Eğer Ruijerd tek başıma üstesinden gelirim diyorsa, işleri ona bırakacağım.

Liyakatsız olmakla bir problemim yok.

Yapabileceğim şeyleri yapmaya devam edeceğim.

‘Anlaşıldı. O zaman ben çocukları serbest bırakmaya gidiyorum. Sen nerede olduklarını biliyor musun?’

‘Buradan sonraki ikinci oda. Yedi taneler.’

‘Anlaşıldı. Lütfen cesetleri bir yere yığ. Sonra hepsini yakacağım.’

‘Anlaşıldı.’

Usulca Ruijerd’in kelepçelerini çözdüm.

Ruijerd omuzlarını kırtlatarak yavaş yavaş doğruldu.

‘Ne...sen! Kelepçeleri nasıl çözdün?’

Paniklemiş bir Mohikan.

‘Merak etme. Benim dediklerimi birebir dinler.’

‘Ge...gerçekten mi?’

Sözlerimi duyunca Mohikan rahatlamış gibi göründü.

Ruijerd’e mızrağını verdim.

‘Tabi, bu ortalığı ayağa kaldırmayacağı anlamına gelmiyor.’

‘He?’

İlk kurban Mohikan oldu.

Ruijerd Mohikan’ın işini sessizce bitirdi ve merdivenlerden yukarı ses yapmadan tırmandı.

Ben tam aksi yönde ilerledim.

Çocukların tutsak tutulduğu odaya doğru yöneldim.

‘Huaaa!’

‘Su...Supard ırkı! Elleri çözülmüş!’

‘Hasss! Mızrağı da yanında!’

‘Bu bir şeytan! Aaaah, şeytaaan!’

Kapıya vardığımda ilk kattaki sesleri duymaya başladım.

Bu gece  Ruijerd kana susamış.

Şaka tabi ki.

Yoksa.

Kaçıran kişiler sonuçta başkaları değil mi, o yüzden buradaki kaçakçıların bir suçu falan yok, değil mi?

Tek suçları, şanslarının yaver gitmemesi.