21.5.2021

Barışma

resim
Çevirmen: AllahDiyenKirpi

 Kısım 1

--Paul’un Bakış Açısından--


Halen daha bardan ayrılmış değilim.

 

Güneş ha battı ha batacak; bu yüzden, benim ekibimden olmayan başkaları da bara gelmeye başladı. Diğer yandan, bizimkilerin birçoğu barı çoktan terk etmiş durumda. Umurumda da değil zaten. Tek başıma, masalardan birine çökmüş, sünger gibi içki içiyordum.

 

Görüldüğü üzere, sinirlerim bozuk. Ortamdaki herkes, benimle aralarına uzun bir mesafe bırakmış durumda.

 

Ben de tam seni arıyordum. N’aber müdür!”

 

En azından, bara en son gelen kişi dışındaki herkes.

 

Kafamı kaldırıp baktım ve kendimi kıs kıs sırıtan maymun suratlı biri ile yüz yüze buldum. Bu herifin suratını bir senedir ilk defa görüyorum. “Gisu…? Bunca zamandır nerelerdeydin lan, he?”

 

“Ovv, sakin ol, hemen gerilme! Sanki her zamanki halinden daha bir huysuz gibisin dostum.”

 

 “Ya ne olacaktı?”

 

Sinirden dilimi şaklattığım sırada, elimi uzattım ve yanağıma dokundum. Rudeus’un evvelden yumruk attığı yer halen zonkluyordu. Belki de gururumu yok sayıp şifacılarımızdan birisinin iyileştirmesine izin vermeliydim.

 

Lanet olası velet. Hay sikeyim. Büyülü Kıta çetin ceviz olabilir, ama benim büyücü güçlerime karşı bir hiç sayılır” demek ha? Ne kadar da güçlüsün, helal olsun. Madem orası sana göre çocuk oyuncağıydı, niye o zaman anneni aramak için birazcık bile vakit harcamadın lan?

 

Ama olsun, en azından, senden Yüce Tosbağa Etini pişirmenin püf noktalarını öğrenmiş oldum. Eğer toprak büyüsü kullanarak tencere yapmak aklıma gelmemiş olsaydı, bütün bir sene boyunca, yanık ve kokulu et yemek zorunda kalırdık!Canavar eti pişiripdurmak dışında, zamanını ayırıp yapabileceğin başka bir şeyler hiç mi yoktu?

 

Üf. Lanet olsun.

 

Ve sonra, hepsinden de öte, beni anneni aldatmakla suçlama cüretinde bulundun! Şu son bir buçuk sene içinde, kadınlara elimi sürmek aklıma bile gelmemişti, seni kendini beğenmiş küçük beyinsiz seni! Bunca zaman hem yardımcı olmak için hiçbir şey yapmadın, hem de üstüne gerçekten de benimle ilgili ileri geri konuşmaya hakkının olduğunu mu sandın?

 

Oh, demek bilmiyordun ha? Ne güzel bahane. Eğer zahmet edip de etrafına ciddi ciddi bir kerecik dahi bakmış olsaydın, belki şu anda Zenith ya da Lilia şimdi bizimle birlikte olacaktı!

 

Cidden. Ulan, resmen şaka gibi…

 

“Hii hii hii. Görünüşe göre, tahminimce, henüz birbirinizle karşılaşmadınız.” Belirsiz bir sebepten dolayı kendi kendisine sırıtarak, Gisu bir şeyler sipariş etti. Herhalde içkidir. Bu herif Talhand’dan bile daha ayyaştır, üstelik Talhand bir cüce.

 

“Hey, Paul. Yarın ne yap ne et; mutlaka Maceracılar Loncasına uğramayı unutma, tamam mı?”

 

“Niye?”

 

“Çünkü orada ilginç birisine rastlayacağını düşünüyorum.”

 

İlginç birisi mi? Belli ki Gisu, bu karşılaşmanın benim moralimi düzelteceğini düşünüyor. Geldiği zamanı ve bugün kiminle “karşılaştığımı” hesaba katarsak… kastettiği kişinin kim olduğunu anlamak pek de zor değildi. “Rudy’den mi bahsediyorsun?”

 

Hafifçe dudağını bükerek, maymun adam kafasını kaşımaya başladı. “Ha? Nereden biliyorsun?”

 

“Bugün onunla zaten karşılaştım.”

 

“Bilhassa, mutlu olmadığını göz önüne alırsam… Kavga falan mı ettiniz?”

 

Kavga…? Şey, sanırım ettik. Gerçi ona kavga bile denemez.

 

Kahretsin. Sırf aklıma gelmesi bile yüzümün acımasına yetiyor…

 

“Ne oldu Paul? Anlatsana.” Gisu kalktı ve sandalyesini yanıma yaklaştırdı. O dost canlısı gibi görünen yüzüyle, bu adam, birisinin dertlerini dinlemek konusunda her zaman özel bir beceriye sahip olmuştur. Bu, kişisel meselelerime burnunu sokarak, içimi dökmem için beni cesaretlendirdiği ilk seferi değil.

 

“Tamam madem, bak şunu bir dinle…”

 

Devam ettim ve Gisu’ya bu bugün yaşananları anlattım.

 

Elbette ki, Rudeus’u gördüğüm için mutlu olmuştum. Ama ikimizin de içinde bulunduğumuz durum hakkında hemfikir olmadığımız gibi hissetmiştim, bu yüzden ona şimdiye kadar neler yapmış olduğunu sormuştum. Bu noktada da Büyülü Kıtadaki yolculuğunu büsbütün neşeli bir şekilde anlatmaya başlamıştı.

 

Ağzından çıkan her bir söz gereksiz yere çıkan böbürlenmelerden başka bir şey değildi, bu yüzden de ona zamanını daha iyi değerlendirebileceğini belirtmek istemiştim. Sonra da o, bana sinirlendi. Kızlarla yatıp durmam hakkında bir espri yaptı. Tamamıyla çileden çıkmıştım. Ve sonra kavga ettik, o da elimi aldı ve götüme soktu. Son.

 

“Ahh…tamam. Anladım…”

 

Gisu sabırlı bir biçimde bütün hikâyeyi dinledi, ara ara başını salladı ve bir iki yorumda bulundu. Sanki halimden anladığını sanmıştım. Ama sonra, ben her şeyi anlattıktan sonra, gözümün içine baktı ve dedi ki; “Şey, sanki, çocuktan beklentilerin birazcık adil değil gibi be reis.”

 

“Ha?”, diye cevapladım, çok salakça bir ses çıkararak.

 

Adil değil mi? Nasıl adil değil? Kime adil değil? “Gereğinden fazla şeyler beklediğimi mi söylüyorsun? Rudy’den?”

 

“Yani demek istediğim, bir düşünsene aga...”, şaşkınlıklar içerisinde gözlerimi kırparken, Gisu konuşmaya devam etti. “Tamam, çocuk müthiş biri. Ağzını bile açmadan öyle büyüler yapabilen başka birini daha, ben görmedim. Ve Kuzey Azizi Gallus ile başa baş dövüştüğünü gördüğümde ise, tüylerim diken diken olmuştu. Rudeus yüzyılda bir kez gelen dehalardan bir tanesi.”

 

Gallus Light Novel’in 4. cildindeki bir karakter. Webnovelden Light Novele yeni geçtiğimiz için göze yabancı gelmiştir. Gallus, Kuzey tanrısı kılıç stilinde Aziz seviyesinde olan bir karakter. Seviyesine bakılırsa; Ghyslaine’den güçsüz, Paul’dan daha güçlü bir karakter olmalı. Spoiler olmaması için bu kadar bilgi yeterli.

 

Doğru. Rudeus bir deha. Çocuk bir dahi. Her zaman kafasına koyduğu şeyi başaran bir çocuktu, daha küçücük bir bebekken bile öyleydi. Bir aralar, onun da benim gibi çok büyük eksikliklerinin olduğunu düşünüyordum, ama… Demek istediğim, Roa’da geçirdiği zamanın sonucunda, Philip bile onun kızıyla evlenmesine razı olmuş durumdaydı. Philip’den bahsediyorum! Hakkımda oldukça kötü konuşan birisi olur kendisi! “Evet, doğru. O inanılmaz birisi. Henüz beş yaşındayken bile, o—”

 

“Ama sonuç olarak, o yine de bir çocuk.”

 

Gisu’nun sözümü sert bir şekilde kesmesi beni ürküttü, sesimi çıkaramadım.

 

“Rudeus daha sadece on bir yaşında bir çocuk”, diye yavaşça tekrarladı, sırf anlatmak istediğini daha iyi vurgulamak için. “Sen bile on iki yaşına girmeden evinden ayrılmamıştın, değil mi?”

 

“Evet…”

 

“On iki yaşından küçük olan herkes, daha burnu sümüklü bir velet sayılır. Her zaman böyle söylemez miydin?”

 

“Evet, tamam, peki. Söylemişsem ne olmuş?” Git işine be. Rudy daha şimdiden benden daha güçlü.

 

Bu sabah kafayı çekmiştim. Bunu hesaba katsak bile, çocuğun aşırı derece kendisini geliştirmiş olduğu gün gibi ortada. Sarhoş olabilirim, ama ben de bütün gücümle savaşıyordum; Kuzey Tanrısının “Dört Bacaklı” tekniğini kullanacak kadar alçalmıştım; hem de üstüne “Sessiz Kılıç” tekniğini bile kullandım. Ama kılıcım sadece onun suratına geçirdiği külotu kesebildi. Zaten Rudy’nin ciddi dövüştüğü de yoktu. Bizim çocuklardan hiçbirinin üç-beş ufak yaradan fazlasını almamış olmaları, bunun en büyük kanıtı.

 

Onunla bir önceki dövüşümüzden bu yana, kendisini bir savaşçı olarak ne kadar geliştirdiğini söyleyebilmem oldukça zor. Ama yedi yaşındayken bile, benden daha akıllıydı. Artık ise, benden hem daha akıllı, hem de daha güçlü. O zaman, ondan benim başardıklarımdan daha fazlasını başarmasını beklemenin neresi yanlış? Becerebildiklerinin yaşıyla bir alakası yok.

 

“Paul, on  bir yaşındayken ne yapıyordun?”

 

“Hım…?”

 

Hatırladığım kadarıyla, zamanım çoğunlukla evde kılıç antrenmanı yaparak ve babamdan durmadan azar işiterek geçiyordu. Yaptığım her şeyde gösterecek bir kusur bulurdu ve eline geçen her fırsatta bana vururdu.

 

“O halinle Büyülü Kıta’da tek başına hayatta kalabileceğini düşünüyor musun?”

 

“Heh. Gisu, burada bir şeyi unutuyorsun. Rudy’nin kendisini koruması için bulduğu bir koruması vardı, hatırladın mı? Herif insan, şeytan ve hayvan ırkı dillerini konuşabiliyor ve tek eliyle bile A-seviyesindeki bir canavarı yenecek kadar güçlü birisi. Yanında öyle bir refakatçisi olan herkes, elini kolunu sallaya sallaya geri dönebilir.”

 

“Yok, ı-ıh”, diyerek, kendinden emin bir şekilde konuşmaya devam etti Gisu. “Başaramazdın. İmkânı yok. Eğer oraya şimdi bile gidecek olsan, yine de tek başına hayatta kalamazsın.”

 

Bunu duymak moralimi birazcık daha bozdu. Gisu’nun masanın öbür ucundan yüzüme bakarak sırıtıyor oluşunun da hiç yardımı olmuyordu. Herifin sırıtışı cidden çok sinir bozucu. “Hah! İyi o zaman! O zaman, bu, benim söylediğimi kanıtlamaz mı? Rudy benim başaramayacağım bir şey başardı. Oğlum harika birisi! Şimdiden kendi ayakları üstünde durabiliyor! Ona öğretecek başka hiçbir şeyim kalmadı. Sahip olduğu becerilerini uygulamaya dökmesini beklemiş olmakla hata mı ettim yani?! Gerçekten de hatalı olan ben miyim?!”

 

“Evet, hatalı olan sensin. Hey, ama bu yeni bir şey değil, değil mi?” Getirilen birayı tek dikişte içip bitirmek için bir süre durakladı. “Ohhhh! Ziyade olsun. Yüce Orman’da böyle içki bulamıyorsun, biliyor muydun?”

 

Gisu!”

 

“Tamam, tamam. Bağırmana hiç gerek yoktu.” Gisu elindeki ahşap kupayı sertçe masaya vurdu ve ifadesi birdenbire ciddileşti.  “Bak, Paul. Büyülü Kıta’ya daha önce hiç gitmemiştin, değil mi?”

 

“Evet, ne olmuş?”

 

Dediğim doğruydu. Oraya gitme zevkine henüz vakıf olmadım. Yani, elbette ki, orası hakkında söylenenlerden haberdarım. Ne zaman yürüyüşe çıkacak olsan karşına bir sürü yaratık çıkacak olurmuş ve hayatta kalmak için de onları yemek zorundaymışsın, gidip gören herkes bunları söylerdi. Ama dürüst olmam gerekirse, “bir sürü canavar” sözü nedense kulağıma halledebileceğim bir şeymiş gibi geliyor.

 

“Şey, orası benim doğup büyüdüğüm yerdi, hatırladın mı? Ve benim düşünceme göre, bütün kıta başlı başına bir bela.”

 

“Aklıma geldi de orası hakkında pek konuşmazdın sen. Oraların neresi o kadar kötü ki?”

 

“Her şeyden önce, orada doğru düzgün yol falan bulamazsın. Şehirler arasında yollar var elbet, ama hiç de öyle Milis ya da Merkez Kıta’daki gibi güvenli, rahat veya canavarsız değiller. Eğer bir yerlere yolculuk ediyorsan, en iyi ihtimalle, C-seviye canavarlar ile yüz yüze gelmeyi göze alman gerekir. Ya da daha kötüsüyle.”

 

Tamam, orasının canavarlarla dolup taştığını biliyordum, ama C-seviyesinde ya da daha kötüsü mü? Merkez Kıta’da, ormanın en derinlerine inmen gerekir ki o seviyede canavarlar bulasın. O seviyedeki canavarlar, genelde sürü halinde dolaşır ya da bir çeşit ölümcül yeteneklere sahiptirler. “Birazcık abarttığını düşünüyorum, Gisu.”

 

“Yoo. Sana masal falan anlatmıyorum aga. Büyülü Kıta dediğin yer işte aynen öyle bir yer. İğrenç yaratıklar her yerde kol geziyor.”

 

Gisu tamamıyla ciddi görünüyordu, ama zaten sana yalan söylerken de genelde böyle görünür. Sıktığı palavralara bu sefer kanmayacağım.

 

“Şimdi, hadi diyelim ki çocuğun birini öyle bir yere attık. Unutma ki, bu çocuk gerçekten yetenekli birisi ama gerçek dünyada hiç dövüş tecrübesi yok.”

 

“…Peki.”

 

Dövüş tecrübesi he? Rudy hakkında konuşuyor gibiyiz. Aklıma gelmişken, onun daha önce gerçek mücadelelere girdiğini hiç duymadım. Ama anladığım kadarıyla, Roa’da birkaç insan kaçakçısı ile dövüşmüş ve Ghyslaine’in söylediğine göre; eğer başlangıçta aralarında yeteri kadar mesafe olursa, ona karşı yenilebilirmiş. Ghyslaine’den daha iyi olan bir başka kılıç ustası daha tanımadım. Eğer o bile aradaki mesafeyi rahatlıkla kapatamayacaksa, o zaman bu dünyada onu ideal mesafeden yenebilecek bin kişi bile yoktur.

 

Netice olarak, onun tecrübe eksikliği, bana çok da büyük bir sıkıntıymış gibi gelmedi. Alex R. Kalman, ikinci Kuzey Tanrısı, henüz ilk savaşında bir Kılıç İmparatorunu ortadan ikiye yarmamış mıydı?

 

“Tam bu sırada, yetişkin biri çıkıp geliyor ve çocuğa yardım teklifi sunuyor. Bu adam bir şeytan, hem de cidden güçlü olanlarından bir tanesi. Hatta, o bir Supard. Onları duydun değil mi, eminim ki duymuşsundur?”

 

“Tabii ki duydum.” Dürüst olmak gerekirse, hikâyenin o kısmına tamamen inandığımı söyleyemem. Duyduklarıma göre, Büyülü Kıta’da bile, geriye kalmış olan Supardların sayısı oldukça azmış.

 

“Yani, tam da çaresiz kaldığı sırada, çocuğa yardım teklifi ile gelen birisi var. Bu adam, hiç bilmediği bir yerde ona rehberlik etmek konusunda gönüllü biri. Ve tabii, Supardlar oldukça korkutuculardır! Eğer reddederse herifin ne şekilde tepki vereceğini bilmiyor bu çocuk. Yani aslında teklifi kabul etmen gerekir, değil mi?”

 

“Yani, muhtemelen.”

 

“Ama günler geçtikçe, zeki Rudeus kendisine bir soru sormaya kalkar: ‘Bu adam neden bana öylece yardım ediyor ki?’”

 

Elbette. Bu harbiden Rudeus’un soracağı türden bir soru. Bu soru benim aklıma hiç gelecek olmazdı ama o çocuk bu tarz şeyler konusunda her zaman oldukça uyanık olmuştur. Olaya el atıp Lilia’yı Zenith’in gazabından kurtardığı o günden beri, onun nasıl da esrarengiz bir şekilde sezgileri kuvvetli olan biri olduğunu anlamıştım.

 

“Sorun şu ki, çocuk, sorunun cevabını bulamıyor. O adamın aslında neyin peşinde olduğunu anlayamıyor.”

 

Yani, nasıl anlayabilsin ki? Bir yabancının nasıl düşündüğünü asla bilemezsin. Gisu gibi heriflerin geçimlerini sağlayabilmelerinin sebebi de bu zaten.

 

“Bu Supard şimdilik bana yardımcı oluyor ama bir gün kolaylıkla beni bırakabilir ya da bana ihanet edebilir… gibi bir şey düşünüyor Rudeus. Ve işte bu yüzden, adamın güvenini kazanmak için bir şeyler yapmaya karar veriyor.”

 

“Bu plan hakkında ne diyeceğimi bilmiyorum Gisu. Supardların güvenilir bir yanı var mıdır ki?”

 

“Ukalalık etme. Benim ne demek istediğimi anladın, değil mi? Rudeus bu adamla arasında duygusal bir bağ oluşturmaya karar verdi. Yani onunla dost olmak istedi.”

 

Hımm. Böyle olmuş olması, Rudy’nin o şeytana yardım etmek için neden bu kadar fazla zaman harcadığını açıklar. Aslında, aklıma yattı. Böylelikle; sadece korumasından aferin almakla kalmaz, aynı zamanda, her ihtimale karşı hazır olmak için kendi maceracılık yeteneklerini de geliştirmiş olurdu. Kabul etmeliyim ki, bu taktik kulağa mantıklı geliyor. Muhtemelen seçebileceği en güvenli taktik buydu.

 

Hmpf… Çocuğun kafası zehir gibi he, değil mi? “*Çıh. O kadar zeki bir çocuğun, etrafı birazcık olsun kolaçan edebilmek için, yeteri kadar zaman bulabileceğini de düşünmen gerekir.”

 

Gisu, ellerinden birini kaldırdı ve bütün parmaklarını açtı. “Tanımadığı bir yerdeydi,” dedi, parmaklarından birisini kapatarak. “Bu, onun çıktığı ilk maceraydı. Ne kadar akıllı olsa da bu onun için tamamıyla yeni bir deneyimdi. Başkası ondan faydalanmadan önce, temel şeyleri hızlıca öğrenmesi gerekiyordu. Kendisine her an ihanet edebilecek bir şeytanı mutlu tutmak için çabalaması gerekiyordu. Oh… Ve ayrıca, yanında ona eşlik eden ve onun korumasına ihtiyaç duyan küçük bir dostu da bulunuyordu.”

 

Konuşmasını bitirdiği sırada, Gisu’nun bütün parmakları avcuna kapanmıştı. Hafif bir omuz silkme ile, savını tamamlamak için öne doğru yaklaştı.

 

Eğer bir de ışınlanan insanlar bulup geri getirmek için bütün kıtayı taramış başarmış olsaydı, şey, zaten o zaman ona süper insan falan dememiz gerekirdi. Cidden, ona Dünyanın Yedi Gücü arasında bir yer bile vermek isterdim.”

 

Yedi Büyük Güç, he? Şimdi bu laf aklıma eski anılarımı getirdi. Eskiden, ben de kendime o tarz bir ün yaptığımı hayal ederdim. Yine de Rudy’nin bir gün o listeye girebilmesini sağlayacak saf yeteneğe sahip olduğunu düşünüyorum. Ve bunu çocuğu ile övünen bir ebeveynin gururuyla falan söylemiyorum.

 

“Sadece aramaya çalışmak bile çocuğu ölümüne yormaya yeterdi. Rudeus inanılmaz bir çocuk ama insan evlatlarının da sahip olduğu birtakım sınırları vardır aga. Özellikle de halen daha bir çocuk oldukları zaman.

 

“Tamam, bak,” diye söze girdim. “Madem bütün bunları yapmak o kadar zor bir şeydi, o zaman niye bütün bunları sanki siktiğimin eğlenceli bir macerasıymış gibi anlattı? Sırf övünecek bir şeyleri olsun diye, labirentlerden birinin ilk katına inip etrafı birazcık kurcalayan, sonra da sanki bir bok becermiş gibi bunu anlatıp duran aynı o şımarık zengin piçleri gibi konuşuyordu.” Eğer yaptığı yolculuk Rudy’ye zor gelmiş olsaydı, o zaman öyle neşeli bir şekilde anlatmazdı. Onun yerine, bana çektiği acı ve karşılaştığı zorluklardan bahsederdi. Ama çektiği tek bir sıkıntıdan bile bahsetmedi.

 

“Niye mi? Belli değil mi? Seni endişelendirmek istemediği için.”

 

“Ha?” diye homurdandım; nasıl becerdiysem, sesim her zamankinden daha salakça çıktı. “Niye benim hakkımda endişelenecek olsun ki lan? Ben iskele babası mıyım?”

 

“Yani, gibi gibi.”

 

“*Çıh. Tabii, sanırım sen haklısın. Ben sadece salakça sebepler yüzünden kendisini içkiye vermiş zavallı bir adamın tekiyim. Sanıyorum ki bizim küçük dehamız, beni gördüğünde oldukça büyük bir acıma duygusu hissetmiş olmalı.”

 

“Sana bunu söylemek hiç hoşuma gitmiyor ama, Paul, şu an birisinin sana acıyabilmesi için bir deha olmasına gerek yok,” dedi Gisu, bir yandan iç geçirerek. “Kendi yüzünü göremiyorsun, biliyorum, bu yüzden sana şunu söylememe izin ver. Çok zavallı görünüyorsun be birader.”

 

“Hadi ya? Kendi oğlumdan sempati kazanacak kadar da zavallı mı görünüyorum sence?”

 

“Evet. Eğer şu an kapıdan içeri girecek olsa, yeniden kavgaya tutuşmazdınız diye düşünüyorum. Muhtemelen bir şey diyemeyecek kadar senin adına üzülürdü.”

 

Elimi uzatıp yüzüme dokundum. Günlerdir tıraş etmeye zahmet etmediğim sakallarımın hışırtısını rahatlıkla duyabiliyordum.

 

“Bak kardeşim. Bir kez daha tekrar ediyorum,” dedi Gisu, sesi aniden sertleşti. “Oğlundan çok fazla şey bekledin.”

 

O kadar fazla şey beklemiş olmakla cidden hata mı ettim? Rudy, küçüklüğünden beri, kafasına koyduğu her şeyi başaran bir çocuk. Bütün yaptığım, beceriksizce, onun işlerine burnumu sokmak olmuştur. Aslında bana pek de ihtiyacı olmadı.

 

“Bana şunu söyle. Neden sadece buraya kadar gelmeyi başarmış olmasıyla yetinmiyorsun? Çocuğun nasıl bir yolculuk yaptığı çok mu önemli? Hadi diyelim ki, harbiden de çok dertsiz bir yolculuk yaptı ve bütün zamanını o küçük kız arkadaşıyla fingirdeşerek geçirdi. N’olmuş yani? Artık burada ve güvende. Kutlamaya değer bir şey değil mi bu?”

 

Tabii ki de öyle. Ve ilkten gerçekten çok mutlu olmuştum.

 

“Yoksa oğlunun bir-iki uzvunun eksik halde geri gelmiş olmasını mı isterdin? Ulan, çocuğun parçalanmış cesediyle ‘bir araya gelme’ ihtimalin o kadar yüksekti ki. Ah bir dakika, yanlış söyledim… Eğer Büyülü Kıta’da ölmüş olsaydı, geriye bulabileceğin bir ceset bile kalmazdı.”

 

Rudy? Bir ceset mi? Onu daha bugün öğleden sonra oldukça hayat dolu bir halde gördüğümden, şu an öyle bir şeyi hayal etmem imkânsız. Ama sadece birkaç gün önce… çaresizlik içinde debelenirken tam da bu senaryoyu kafamda kurmamış mıydım?

 

“Tanrım, ne kadar da yazık~ bu çocuğa! O kadar uzun ve zor bir yolculuktan sonra, sonunda kendi babası ile yeniden karşılaştı, ama gördü ki babası aslında ayyaş bir pisliği teki! Eğer ben onun yerinde olsaydım, babamla olan ilişkimi anında keserdim.”

 

Oh ne güzel. Şimdi de olayları dramatikleştirmeye başladı. “Mesajını aldım Gisu. Dediklerin yanlış değil, tamam mı? Ama halen daha anlayamadığım bir şey var.”

 

“Öyle mi? Neymiş o?”

 

“Rudy neden Buina köyüne olanları bilmiyordu? Aziz Limanı’na onun için bir mesaj bıraktığımdan eminim oysaki.”



Sanki açıklayacakmış gibi bir anlığına ağzını açtı, sonra birazcık kaşları çatıldı ve ağzını geri kapattı. Gisu’nun bu ifadesinin anlamını biliyorum. Anlamı, bir şeyler saklıyor demekti.

 

“Aa, ne bileyim ben. Herhalde başına bir talihsizlik gelmiştir ve görmemiştir.”

 

“Bir dakika… Rudy’yi nerede bulmuştun acaba? Aziz Limanı’nda karşılaştığınızı sanıyordum.”

 

Gisu’nun son bir senedir nerelerde olduğunu bilmiyordum ama Rudeus Milis’e kuzeyden gelmiş olmalı. Ve Aziz Limanı, o yöndeki tek ve Gisu’nun gerçekten başarı elde edebilmesini sağlayacak kadar büyük bir şehirdi.

 

Rudy’nin okuması için o şehre mesaj bıraktığıma eminim. Ve üstüne üstlük, ekip üyelerimizden birkaçı da orada konuşlandırılmış durumdaydı. Görevleri, Büyülü Kıta’dan oraya gelen herkesten bilgi toplamaktı. Eğer oğlum artık bir maceracı olduysa, gidip Loncaya bir kere de olsa uğrardı, yanlış mıyım?

 

“Aslında, Rudeus’u Dorudia Klanı’nın köyünde bulmuştum. Sana şunu söylemeliyim ki, onunla karşılaşmam gerçekten de beni şoke eden bir durumdu. Kutsal Hayvan’ı taciz etmek ile suçlanarak, kendisini çırılçıplak bir şekilde kodese tıktırmayı başarmıştı.”

 

“Çıplak mı? Hayvangillerin hapishanesinde mi? Ciddi misin…?”

 

Bu konu hakkında Ghyslaine’den bir şeyler duymuştum. Dorudialılar için; çırılçıplak soyulmak, hücrelerden birine zincirlenmek ve başından aşağı buz gibi su dökülmesi, yapılabilecek aşağılamaların en büyüğüymüş. Yabancıları neredeyse hiçbir zaman öyle bir cezaya çaptırmazlarmış, ama yaptıkları zaman ise, sonu genelde mahkûmun ölümüyle sonuçlanırmış. Bir seferinde Ghyslaine’in kafasından aşağı, şaka olsun diye, birazcık su dökmüştüm ve o da bana sanki ailesini katletmişim gibi öfkeli öfkeli bakmıştı.

 

“O zaman, ee… sonra ne oldu?”

 

“Ne? Rudeus sana anlatmadı mı yani?”

 

“Bütün duyduğum Büyülü Kıta’daki maceralarıydı.” Ayrıca, Aziz Limanı’nda onun için bıraktığım mesajı neden görmediğini bana neden anlatmadı ki? Çok önemli bir detaydı lan o.

 

Ah, doğru ya. Ona sormamıştım.

 

Hay sikeyim. Neden bu kadar çabuk sinirlenen birisi olmak zorundayım ki?

 

Sakinleşip durumu baştan aşağı düzgün bir şekilde düşünmeliydim. Rudy akıllı bir çocuk, ama bir şekilde onun için bıraktığım mesajı ve hatta durumun ciddiyetini bile görememeyi başardı. Eğer Aziz Limanı’nda birazcık dahi zaman geçirmiş olsaydı, hiç uğraşmadan bile bu tarz bir bilgiye ulaşabilirdi.

 

Başka bir deyişle, oraya vardığı anda birtakım olayların içine karışmış olmalı—onun Dorudialıların köyüne taşınmasıyla sonuçlanan bir olaya. Her ne ise, büyük bir olay olmalı. Aziz Limanı’ndakiler iki-üç gün içinde olağan raporlarını vermek için gelirler, ama belki de o olay daha kuzeyde bir yerlerde yaşanmıştır.

 

“Şey, detayların tamamını bilmiyorum,” dedi Gisu. “İnsan bir çocuğun Dorudialılar tarafından hapsedilmiş olduğu söylentisini duyduğum sıralarda Mildettlilerle takılıyordum.”

 

“Hım? Bir saniye. Nerelerdeydim dedin?” Mildett mi? Onlar da bir çeşit hayvan ırkı kabilesi değil miydi? Şu tavşan gibi kulakları olan, uzun kulaklılar denilen, değil mi?

 

“Mildettlilerin bir köyünde. Kabile şeflerinin köyündeydim, aslında köyden birazcık büyük, ama—”

 

Gisu, açıklamalarını gereksiz derecede uzatıyordu ve bayağı sıkıcıydı. Dürüst olmam gerekirse, lafını yarısındayken kesmemek için kendimi zor tuttum. Ama daha bugün Rudy ile yaptığım konuşmada acele edip önemli detayları kaçırdığım için aynı hatayı ikinci bir kez yapmamaya karar verdim. Ve gerçi hatalarından nadir de olsa ders çıkaran birisi olduğum için, bir günde iki defa aynı hatayı yapacak kadar salak birisi de değildim.

 

Nihayet, Gisu’nın alakasız hikayesi sonuna geldi. Bana anlattıklarını özetlemeye çalıştım. “Yani aslında, Yüca Orman’daki bütün kabileleri tek tek gezecektin… ve rastladıkları bütün insanları Milishion’a göndermeleri için ikna edecektin, öyle mi?”

 

“Aynen. He he he. Bana istediğin kadar minnettar olabilirsin, çekinme!”

 

“Evet, sana minnettarım…” O zaman bu, Yüce Orman’dan buraya yardım istemek için devamlı olarak insanların neden geldiğini açıklar.

 

“Her neyse işte! Bu çocuğun durumunu duyunca bir şeyler olduğunu anladım ve hemen oraya koştum. Övünmek gibi olmasın, ama ben başkalarıyla tonla bağlantısı olan birisiyim, yanlış mıyım? Dorudia köyünde bile tanıdığım birkaç kişi mevcut. Çocukla aynı hücreye düşebilmek için, iyi bir dostum olan, oradaki bir savaşçıyla konuştum.”

 

“Bekle bir saniye. Neden oraya onun yanına gitmek istedin ki?”

 

“Kaçmasına yardım edebilmek için, yani eğer en kötüsü başına gelecek olursa. Hayvanımsıların hapishanelerinden kaçmak, zorla girip adam kaçırmaktan çok daha kolaydır.”

 

Gisu’nun ne kadar iyi hapishanelerden kaçma yeteneği olduğuna birazcık aşinaydım. Ne zaman dolandırıcılık gibi bir şeyden dolayı içeri atılsa, sanki hiçbir şey olmamış gibi pat diye ortaya çıkıverir.

 

“Çocuğu bir köşeye kıvrılmış gözyaşları içinde bulmayı falan bekliyordum, biliyor musun? Ama onun yerine pft… Hahahahaha!”

 

“Ne oldu ona? İyi miydi?”

 

“Aga, çocuk hiçbir şey olmamış gibi yerde çırılçıplak yatıyordu! Ve ağzından çıkan ilk söz ise ‘Hayatında ulaşabileceğin en üst noktaya hoş geldin!’ idi. Bu söylediğine ne şekilde karşılık verebilirdim ki?!” Gisu, kendi anlattığı hikâyesine katıla katıla gülmek için, konuşmasına bir süre ara verdi.

 

“Bu bana hiç de gülünecek bir şeymiş gibi gelmiyor ahbap…”

 

Ama bir görecektin, o kadar komikti ki! Görür görmez, onun, senin çocuğun olduğunu anladım!”

 

Neyin komik olduğunu anlayabilmiş değilim. Ya da nasıl hemen benim çocuğum olduğunu anlayabildiğini.

 

Aga, çocuk tamamen eskiden olduğun gibiydi,” Gisu devam etti. “Komik sayılacak bir şekilde kendinden emin! Hiç tanımadığı birine bile kabadayılık yapabilecek kadar! Bir keresinde, Dedorudialı bir kadına yürümeye çalışıyordu, tamam mı? Kadın ona bakıp dedi ki, ‘Azgınlığının kokusunu alabiliyorum!’ ama çocuk hiç bozuntuya vermeden kadına bakmaya devam etti! Bu oğlan senin çocuğun işte aga!”

 

Bunu söyledikten sonra, herif gene bir başka gülme krizine daha girdi. Rahatsız hissettiğimden dolayı sandalyenin üzerinde birazcık kıpraştım, gençliğimde yaptığım mallıklar aklıma geldi.

 

“Gerçi, kesin olarak teyit etmem birazcık daha zaman almıştı,” dedi Gisu, ikinci kupa birayı içmek için birazcık ara vererek. “Ama evet, olayın şekli genel itibarıyla böyle. Mesajını görmedi diye çocuğu öylece suçlayamazsın. Yaşananlara bakılırsa, zamanını Aziz Limanı’nda hiç geçirememiş sanki.”

 

“Hım? Beklesene, Gisu. Onunla aynı hücredeydin, değil mi? O zaman-”

 

Her şeyi direkt açıklasa olmaz mıydı?

 

Hızlıca “Oldu o zaman!” dedi Gisu, sandalyesinden kalkarak. “Eminim ki yine de aranızda birazcık soğukluk kalacaktır ama eski dostun Gisu’ya bir iyilik yap ve gidip çocukla barış, oldu mu?”

 

“Hop, bir dur ya. Halen daha soracağım—”

 

“Ah, doğru ya. Demin aklımdan çıkmıştı ama, sanırım Elinalise ve diğerleri sana yardımcı olmak için Büyülü Kıta’ya gitmişler. Duyduğuma göre; bir hanımefendi gelip Aziz Limanı’ndaki erkeklerin yarısının iliğini kurutmuş ve ikimiz de bunun ne anlama geldiğini biliyoruz.”

 

“Ne? Ciddi misin?” Açıkçası, Elinalise’in diğerlerine kıyasla benden daha fazla nefret ettiğini sanıyordum.

 

“Heh heh. Söyledikleri ve yaptıkları şeylere rağmen, senden o kadar da nefret etmiyorlar.”

 

Böylece, Gisu bardan çıkıp gitti. Tabii ki, içtikleri için para ödememişti. Hiçbir zaman ödemezdi. Ama bu seferlik, hesaplar benden olsun.

 

Zaten bugünlük fazlasıyla içtim. Yatma vaktim çoktan geçti bile.

 

Yakın zamanda, gidip Rudy ile konuşmam gerek. Hatta belki yarın…

 

“Bu gecelik bu kadar içtiğin yeter, tamam mı gülüm,” diye seslendi Gisu, kafasını kapıdan içeri sokarak. “Yarın Şafağın Işığı Hanına ayık kafa ile gitmen lazım, anlaşıldı mı?”

 

“Tamam, tamam! Biliyorum!” Belirgin bir aksilik ile, elimdeki kupayı masaya koydum.

 

Gerçi, şimdi şöyle bir düşünüce, son zamanlarda aşırı derece fazla kafayı çeker olmuştum. Niçin bu pis şeyi içip duruyordum ki ben? Halen daha yapmam gereken birçok şey varken hem de.

 

“Ee… Kaptan? Arkadaşınız ile yaptığınız konuşmanızı bitirdiniz mi?”

 

Olaylar kafamın içinde dönmeye başladığı sırada, bir kadın acele içinde masama doğru yaklaştı. Yüzünde mahcup bir ifade bulunuyordu. Kim olduğunu hemen tanıyacak kadar kafam yerinde değildi, ama yüzüne birkaç saniye baktıktan sonra; onun, ekip üyelerimden biri olan Vera olduğunu fark ettim.

 

“Heh. Hayırdır kızım? Bir kerecik olsun normal giyinmeye mi karar verdin yoksa?”

 

“Şey, evet…” Kafasıyla belli belirsiz bir onay vermesiyle birlikte, Vera henüz daha bir dakika önce Gisu’nun oturduğu sandalyeye çöktü. Nedense, her zaman giydiği o tahrik edici kıyafetini bu gece giymiyordu. Üstüne, tıpkı sıradan bir şehirli kızı gibi gösteren tamamıyla sıradan bir giysi geçirmişti.

 

“Bugün oğlunuz ile yaşananların benim yüzümden kaynakladığını düşünüyorum, efendim.”

 

“Ne? Neden öyle düşünüyorsun ki?”

 

“Ee, şey, sanki…benim giyim tarzım, onun aramızdaki ilişkinin yapısını yanlış anlamasına neden oldu…”

 

“Alakası yok. O eşek sıpası göğüslerinin büyüklüğüne bakıp hiç düşünmeden hemen kendi kendisine çıkarımlarda bulundu.”

 

Vera’nın o şekilde giyinmesinin bir sebebi var. Bu kız aslında Fedoalı normal bir maceracı, ama Felaket onu hazırlıksız yakalamış ve Milis Kıtası’na yanında hiç ekipmanı olmadan ışınlanmasına sebep olmuş. Çabucak bir çetenin eline düşmüş ve onu kendi zevkleri için bir oyuncak gibi kullanmaya başlamışlar. Birçok insanın akıl sağlığını bozacak türden bir kâbus; ama saf irade gücüyle, Vera bunu atlatmayı başarmış.

 

Gel gör ki, onun kadar kendisini hızlıca toparlayamayan bir kız daha bulduk: kız kardeşi Shera. Şimdi bile, bir erkek ona baktığı sırada, Shera istemsizce titriyor. Ve üstelik, ekibimizde benzer durumda olan başka kimseler de var.

 

Onları istenmeyen bakışlardan kurtarmak adına, Vera, özellikle böyle açık saçık giyinmeye başladı. Aynı zamanda o, bu tarz travması olan kadınları teselli etme ve onlarla ilgilenme konusunda, ekibimizdeki en yetenekli kişidir. O tarz bir acıyı anlayabilme imkânı olmayan bir erkek olarak, onu ekibimizin ayrılmaz bir parçası olarak görüyorum.

 

Elbette onunla cinsel ilişkiye falan girmedim. Düşüncesi bile saçma.

 

“Senin suçun değildi. Anlaştık mı?”

 

“…Evet, efendim.”

 

Yine de birazcık neşesiz bir biçimde, Vera kalktı ve öteki kızların oturduğu masaya doğru ilerlemeye başladı. Öncekinden daha dikkatli bir biçimde etrafıma baktığımda gördüm ki, diğer birkaç kişi de bana endişeli gözlerle bakıyordu.

 

“Tamam be tamam… Bana öyle bakmayın, sizi ahmaklar! Yarın gidip onunla barışacağım, tamam mı?!”

 

Sandalyemi geri ittim, ayağı kalktım ve barı terk ettim.

 

---

 

Handaki odama geri döndüğümde, Norn çoktan uyumuştu.

 

Masanın üzerindeki sürahiden bir bardak su doldurdum ve tek yudumda hepsini içtim. Ilık suyun mideme indiğinde çıkarttığı çalkalanma sesini duydum.

 

Yavaş yavaş ayıldığımı hissediyorum. Alkole karşı her zaman dayanıklı olmuşumdur; çok fazla içinde götü başı dağıttığım oluyor elbet, ama alkolün etkisi hiçbir zaman uzun sürmüyor. Kafam kendisine geri gelmeye başladığı sırada, battaniyesine sarılarak uyumuş olan kızıma baktım ve nazikçe başını okşadım.

 

Norn için üzülüyorum. Gerçekten. Benim gibi bir babası olduğundan dolayı eminim ki bir sürü şikâyeti vardır ama şikayetlerini her zaman kendisine saklıyor ve gülümseyebilmek için elinden geleni yapıyor. Eğer onu bir gün kaybedecek olursam, yaşamaya devam edecek gücü bulamam.

 

“Mm… Babacığım…”

 

Norn yatakta birazcık döndü. Sanırım onu uyandırmadım; herhalde uykusunda falan konuşuyordur.

 

Norn, Rudy gibi birisi değil. Normal bir çocuk. Onu korumalıyım.

 

Aniden, garip bir düşünce kafama dank etti: Eğer Rudy de “normal” bir çocuk olsaydı, şimdi Norn ile bu odada uyuyor olmaz mıydı? Eğitim vermeye gitmek yerine evde bizimle kalacak olurdu. Ve felaket anında, giysime falan dokunacak olsaydı, Norn’u kucaklamak istemek için falan.

 

Eğer Rudy normal olsaydı—on bir yaşında normal bir çocuk—ona da Norn’a baktığım gibi bakmaz mıydım? Korumam gereken birisi olarak?

 

Güç bacaklarımdan çekilmeye başladı. Sonunda Gisu’nun neden “O halen daha bir çocuk” dediğini anladım.

 

Rudy’nin sıradan bir çocuk olup olmaması ne fark ederdi ki? Bunun ne önemi var? Dahi olan Norn olsaydı ne fark ederdi? Gene de onunla öyle konuşur muydum? Eğer bir maceraya gittikten sonra Norn bana geri gelmiş olsa, hem de olanlardan hiçbir haberi olmadan…ona ondan daha fazlasını beklediğimi söyler miydim?

 

Bunun hakkında bir kere düşünmeye başladıktan sonra, bir türlü uykuya dalamadım. Yatakta yatmak bile içimden gelmedi. Hanı terk ettim, dışarıda bir kova su buldum ve hepsini kafamdan aşağı boşalttım.

 

Ve sonra, bardan ayrılırken Rudy’nin yüzündeki ifadeyi hatırlayınca, yere çöktüm ve kustum.

 

Hafızanı tazele Paul. Kimdi, çocuğu o kadar üzen kimdi?

 

Kovaya yeniden baktığımda, gördüğüm şey ahmak birinin yüzüydü. O aptal oğlu aptal her kim ise, kesinlikle bu dünyada babalıktan bahsetmeye hakkı olan en son kişi falan olmalıydı.

 

“Siktir ya. Bu hiç de kolay olmayacak…”

 

Eğer çocuğun yerinde ben olsaydım, ikinci defa düşünmeden direkt o aptal ile bağımı keserdim.