25.04.2021
Baba-Oğul Kavgası
Çevirmen: AllahDiyenKirpi
Kısım 1
Paul, Şafak-Kapısı adında bir handa kalıyordu ama beni
hanın yanındaki bara götürdü. İçeride, oturmak için ondan fazla ahşap sandalye
bulunmaktaydı ve tam olarak babamın karşısındaki sandalyeye oturmuştum.
Halen gündüz vaktiydi, ama bardakiler sadece biz
değildik. Hatta, bütün sandalyeler doluydu. Az evvel depoda bayılttığım kişiler etrafımızdaki
sandalyelere oturmuş, ekibin şifacıları tarafından yaraları iyileştiriliyordu. Söylememe bile gerek yok, bana attıkları bakışlar hiç de
dostça değil.
Belli ki, buradaki herkes Paul’un çetesinin bir üyesiydi.
Ve içlerindeki en ilgi çekici olanı ise, şüphesiz ki,
Paul’un arka çaprazında oturan kadın savaşçıydı.
Uçlarına doğru kıvrılmaya başlayan kestane rengi kısa saçlara,
kıvrımlı dudaklara ve epey çekici bir yüze sahipti. Ama onu asıl
ilgi çekici yapan şey, sahip olduğu vücut yapısı ve giydiği kıyafetiydi. Kocaman göğüsleri, incecik beli ve oldukça dolgun
kalçaları vardı. Nedense, halen o bikini zırhı ile duruyordu. Tahminimce, yirmi yaşında bile değildi.
Demin bana onca sıkıntıyı veren bikinili sür… bikinili
ablanın ta kendisiydi. Paul ona “Vera” diye seslenmişti. Harbiden de, benim pederin ağzının suyunu akıtacak
cinsten bir vücuda sahip. Bulunduğu yöne baktıktan sonra bakışlarımı başka yöne
çevirmenin ne kadar da zor olduğunu fark ettim… ve o giydiği absürt denecek
kadar kısa ve az olan kıyafetin de bu konuda hiç yardımı dokunmuyordu.
“Bikini zırhı” bu dünyada çok da nadir sayılan bir şey
değil. Sonuçta alınan yaraların çoğu büyü ile iyileştirilebilir
olduğundan, ara sıra kesilmeyi göze alarak, hafif koruyucu zırhlar kullanmayı
tercih eden bazı kılıç ustalarına rastlamak mümkün. Büyülü Kıta’da bu tarz giyinen birkaç kişi gördüğümden,
bu kız için de aynısının geçerli olduğunu düşünmüştüm. Ama böylesine
asgari giyinen birisini ilk defa görüyorum. Normalde, bu çeşit zırhlar ince kıyafetlerin üstüne
giyilir, tenin üstüne değil. Ve bir de, en azından eklemlerini örten koruyucular falan
giyersin. Herhalde şu an barın birinde oturduğumuzdan olsa gerek, o
tarz şeyleri şimdi giymemesi mantıklı. Aynı şekilde, bu tarz bir zırhın üstüne, normalde
savaşmadığın zamanlar bir kaban falan da giyersin. En azından, Büyülü Kıta’daki kadınlar öyle yapıyorlardı.
Gerçi yaşça büyük kılıç ustası kadınlardan bazılarının
zahmet etmediklerini de görmüştüm…
Bir dakika. Demin depoda ben o büyüyü yaptıktan sonra üzerine bir
manto geçirmemiş miydi? O zaman neden yeniden çıkardı ki?
Şey… aman, her neyse. Hazır fırsatım varken gözlerim biraz bayram etsin bari. Mm~ evet, gerçekten. Müthiş, müthiş… Oh, hayır, olamaz…
Tam kadının vücudunu gözlerimle keserken bakışlarımız
birbirine değdi. Hemen bana göz kırptı, ben de ona göz kırptım.
Bu noktada, Paul’un benimle konuştuğunu fark ediyor ve
üzülerek gözlerimi kadın savaşçıdan ayırıyorum. “Merhaba, baba! Uzun zaman oldu.”
“Evet. Ee… halen hayatta olduğunu görmek güzel, evlat.”
Paul’un yorgun bir sesi vardı. Adam harbiden çok değişmiş. Ve iyi olarak değil, orası kesin. Daha önce onu hiç bu kadar götü başı dağıtmış bir halde
görmemiştim.
Size karşı dürüst olayım, vaziyeti anlama konusunda bir
hayli zorlanıyorum. Paul’un burada ne işi var? Burası Milis’in Kutsal Ülkesi. Moğolistan’ın Afrika’dan uzakta olduğu kadar, burası da
Asura Krallığı’ndan bir o kadar uzakta. Buraya beni aramak için mi geldi acep?
Yok, bu doğru olamaz. Büyülü Kıta’ya ışınlandığımdan bile haberinin olmaması
gerek. Başka bir sebepten dolayı olmalı. Buina Köyünü koruma işine ne oldu peki?
“O zaman… burada ne yapıyorsunuz, babacığım?”
Başlangıç için bu soruyu sormak bana göre normal
görünmüştü, ama Paul bariz bir biçimde şaşırdı. “Ne? Bıraktığım mesajı gördün, değil mi?”
“Mesajın mı…?” Ne demek istiyor acaba? Ondan bana mektup geldiğini hatırlamıyorum.
Her nedense, benim bu şaşkınlığıma karşı Paul’un yüzü
asıldı. Bir şekilde onu üzdüm mü yoksa? “Sakıncası yoksa bana bu zamana kadar ne haltlar yediğini
anlatır mısın, Rudyciğim?”
“Ee… çoğunlukla hayatta kalmaya çalışmakla meşguldüm. Uzun hikaye…”
Aslında ilk önce Paul’un durumu açıklamasını umuyordum,
ama mademki sordu, Millishion’a kadar neler yaşadıklarımı anlatayım bari. Eris ile birlikte Büyülü Kıta’ya ışınlanmamızdan
başlayıp, şeytan ırkından birisinin bizi nasıl kurtardığını, maceracı oluşumuzu
ve Rüzgar Limanı’na ulaşana kadar geçirdiğimiz bir koca seneyi anlattım.
Geçmişi düşündüğümde, gerçekten de eğlenceli bir yolculuk
yapmış olduğumuzu fark ettim. Zor bir başlangıç yapmıştık, doğru; ama altı ay kadar bir
sürede maceracı hayatına alışabilmiştik. Kendi hikâyemi anlatırken keyif almaya başladım. Olayları anlatış şeklim daha da dokunaklı bir hal aldı ve
gitgide daha bir dramatikleştirmeye başladım. Anlattıklarım kurgulanmış değildi ama bir şekilde hepsini
tek bir olağanüstü hikâye oluşturmak için güzelce örmeyi başarabilmiştim.
Evvela, Büyülü Kıta’da yaşadığımız maceraları üç kısma
ayırdım:
Bölüm Bir: Sevgili dostum Ruijerd ile tanışmamız ve
Rikarisu şehrinde birlikte kendi namımızı yaymamız.
Bölüm İki: Ruijerd’e amacı doğrultusunda yardım edileceği konusunda verilen söz ve
bazı yanlışların düzeltilmesi, harika büyücü Rudeus büyük bir yolculuğa çıkar.
Belki araya azıcık abartılar sıkıştırmış olabilirim, ama anlatışı akıcı hale
getirmeyi başardığımı düşünüyorum. Anlatmaya başladıktan bir süre sonra, hikâyeden o kadar keyif alıyordum ki,
anlatırken el hareketleri kullanmaya ve aksiyon sahnelerinde dramatik ses
efektleri yapmaya başladım.
Tabii ki, Hitogami ile alakalı olan bütün meseleyi gizli
tuttum.
“Ve sonra, Rüzgar Limanı’na tam vardığımızda, gözümüze
çarpan ilk şey…” Tam da “Büyülü Kıta Boyunca Geçen Başıboş Yolculuğun Günlüğü”
hikâyemin ikinci kısmını anlatıyordum ki, aniden sessizliğe büründüm. Niyeyse, Paul’un ruh hali bayağı bir kötüleşmişti. Yüzünde öfkeye çok benzeyen bir ifade vardı ve
parmaklarını sinirli bir biçimde masaya vuruyordu.
Benim söylediğim bir şey yüzünden mi? Neden dolayı moralinin bozulmuş olduğunu tam olarak
anlayamadım, bu yüzden hikâyeye devam etmeye karar verdim. “Ee… işte… Ondan sonra, Yüce Orman’a doğru yola
koyulduk—”
“Yeter,” dedi Paul, rahatsız olduğu sesinden
anlaşılabiliyordu. “Olaylar kafamda canlandı, tamam mı? Geçtiğimiz bu bir buçuk sene boyunca gezip tozuyordun
yani.”
Olayları özetleme şekli beni biraz gıcık etti. “Anlayamadım? Aslında başımdan bir
sürü sıkıntı geçti.”
“Valla mı? Ne zaman?”
Bu soru ile beni hazırlıksız yakaladı. Sesim biraz garip çıktı.
“Demin anlattıklarına bakılırsa, sanki her şey lanet
olası bir parkta yürüyüş gibi olmuş.”
Şey, yani… Zaten o şekilde olmasını istediğimden dolayı öyle
anlattım. Düşünüyorum da, sanki biraz aşırı
rahatmışız gibi anlatmış olabilirim.
“Bak, Rudy… sana bir şey soracağım.”
“Acaba ‘başka biri Büyülü Kıta’ya ışınlandı mı’
diye öğrenmek için neden hiç uğraşmadın?”
Sessiz kaldım. Yapabileceğim tek şey buydu. Sonuçta, sorduğu soruya cevap olarak söyleyebileceğim bir
lafım yoktu. Aslında verilebilecek tek bir cevap vardı. Tek bir sebep.
İlkten, ellerim partimizin sorunlarıyla tamamen doluydu. Ama işlerin nasıl olduğunu çözdükten sonra bile, bizden
başka birilerinin de Büyülü Kıta’ya gönderilmiş olabileceği fikri hiç aklıma
gelmedi.
“Sanırım… O konuyu unuttum. Eee… Bazı şeylerden dolayı ellerim hep doluydu…”
“Gerçekten, öyle miydi? Hiç tanımadığın, kim olduğu belirsiz bir şeytana yardım
edecek zamanı buldun, ama başkalarının da oraya ışınlanmış olabileceğini
düşünmeye zaman bulamadın, öyle mi?”
Belki de önceliklerimi yanlış sıraladım. Tamam. Ama her
şeyin suçlusunun neden ben olduğumu anlayabilmiş değilim.
Öyle bir şeyin olmuş olabileceği aklıma gelmedi işte. Ne söylemem gerek?
“Heh! Nedir yani? Başka hiç kimseyi aramadın. Zahmet edip tek bir mektup bile yollamadın. Etrafta başıboş dolaşıp, sevimli bir hanımefendi ve
yenilmez bir koruma ile birlikte maceracılık hayatının tadını çıkarıyordun! Ve sonra, Milishion’a gelince de… heh! Yaptığın ilk şey bir adam kaçırma olayına burnunu sokmak,
kafana külot geçirmek ve sanki bir çeşit kahramanmışsın gibi davranmak mıydı?”
Alaycı bir horultuyla, Paul yan masadaki bir şişe içkiye
elini uzattı. Bir dikişle yarısını içti, sonra da sesli bir biçimde
yere tükürdü.
Tavrı beni cidden sinirlendirmeye başladı. Ona kafayı çekmemesini söyleyecek falan değildim, ama biz
de burada ciddi bir konuşmanın içerisindeyiz yani.
“Bak, elimden gelenin en iyisini yaptım, tamam mı? Elimde para pul olmadan, kendimi tamamıyla bilinmeyen bir
yerde buldum ve Eris’i güvende tutmaya odaklanmam gerektiğini düşündüm. Birkaç
şeyi unuttum diye gerçekten de beni suçlayabilir misin?”
“Seni suçladığım falan yok evlat.”
Paul her zamanki gibi alaycı bir üslupla konuşuyordu.
Bu sefer artık dayanamayıp sesimi yükselttim. “O zaman neden böyle iğneleyici bir tavır ile
konuşuyorsun?!” Sabrın da bir sınırı var. Pederin ne için böyle davrandığını anlayabilmiş değilim.
“Neden mi?” Bir kez daha, sanki midesi kalkmış gibi, Paul yere
tükürdü. “Bunu ben de bilmek istiyorum. Neden?”
“Anlayamadım?” Bu konuşma geçen her saniye ile daha da kafa karıştırıcı
oluyor. Anlatmaya çalıştığı şey ne bu adamın?
“Şu Eris denilen çocuk, Philip’in kızı, değil mi?”
“Ha? Ee, evet, öyle.”
“Kendim daha önce onu hiç görmedim, ama eminim ki sevimli
bir küçük hanımdır. Bu yüzden mi bize hiç mektup yollamadın? Eğer kızın yanında gereğinden fazla koruma olsaydı, ona
yürümesi daha zor olurdu diye yollamadın herhalde.”
“Hadisene be! Sana dedim ya işte, sadece unuttum!”
Öyle bir düşünce aklımın ucundan bile geçmemişti.
Doğru, Eris güçlü bir ailenin kızı. Greyratların nüfuzu güçlü. Eğer Aziz Limanı’ndaki yerel yönetici ile konuşmuş
olsaydım, bize bir ya da iki koruma verebilirlerdi. Elbette, öyle bir şey denemeye fırsatım bile olmadan,
hayvan halkının kasabasında hapse atıldım. Zaten bunu ona anlatmadım mı?
Ah, bir dakika. Hayır. Aslında, o kısma kadar gelememiştim…
Yine de, şartlar düşünülünce, elimden gelenin en iyisini
yapmışım gibi hissediyorum. Her zaman en iyi kararları verdim falan demiyorum, ama
her şeyi düşünürsek, Paul’un beni eleştirmeye hakkının olduğunu da sanmıyorum.
Bir an için sessizlik hakim olduğunda, bikini zırhlı
abla, elini Paul’un arkasından uzatarak, onun omzuna koydu. “Kaptan, üstüne fazla gitmesen olmaz mı? O halen küçük bir çocuk, değil mi ama. Bu kadar sert konuşmanın anlamı yok.”
Burnumdan horultu çıkarmadan edemedim. Bildiğin Paul işte. O kadar büyük konuşur, ama iş kadınlara gelince hemen gevşemeye
başlar. Hem, bu herif, benimle aşağılayıcı bir şekilde konuşma
hakkına nereden sahip oldu?
Eris’e daha elimi bile sürmüş değilim, öncelikle bunu
belirteyim. Elbette ki, niyeti bozacağım zamanlar oldu. Bazen neredeyse şeytana uyduğum zamanlar oluyor. Ama sonuç olarak, Eris’in namusuna el uzatmadım. “Kadınlar hakkında bana nutuk çekmeye hakkının olduğundan
pek emin değilim, baba.”
İnsanı kaygılandıracak bir biçimde, Paul gözlerini kıstı.
Ama o anda, fark edemedim.
“Bu arada, arkandaki kız kim oluyor?”
“Vera mı? Ne
olmuş ona?”
“Söylesene, işleri böylesine tatlı bir kız ile oldukça yakın ilişkiler içinde yürüttüğünden annemin veya Lilia’nın haberi
var mı?”
“Hayır, haberleri yok. Nasıl haberleri olabilir ki amına koyayım?” Paul’un yüzü sert bir biçimde gerildi, ama ben onun
yüzüne bakmıyordum bile. Sonuçta, laf avantajını ele geçirmiş olmanın verdiği
mutluluk ile meşguldüm.
“Yani o zaman, onları canının istediği gibi aldatıyorsun,
öyle mi? Bu arada, ona giydirdiğin kıyafet de pek güzelmiş. Sanırım yakında bana yeni bir küçük kardeş gelecek.”
Birdenbire, yüzümde zonklayan bir acı ile kendimi yerde
yatarken buldum. Gözlerinden taşan öfke ile Paul yukarıdan bana bakıyordu.
“Bu kadar katlandığım artık yeter Rudy.”
Beni yumrukladı. Neden? Ne oluyor lan?
“Bak. Eğer buraya gelebildiysen, Aziz Limanı’ndan geçtin
demektir, değil mi?”
“Evet. Yani?”
“Yani zaten biliyorsun, değil
mi?!”
Neyden bahsediyor bu herif?! Dediklerinden hiçbir şey anlayamadım ki, anasını satayım.
Tek söyleyebileceğim, Paul’un benden bir şeyler
sakladığıydı… ve ayrıca o söylediği “şey”in ne olduğunu bilmediğim için de bana
kızgındı. Şaka gibi. Sanki her boku biliyorum ya, lanet olası. Bu dünya bilmediğim bir ton şeyle dolu.
“Ne bok söylediğin hakkında hiçbir fikrim yok!” Ayağımı büktüm ve Paul’a bir tane yumruk salladım.
O yumruğumu savuştururken bile, ben Sağgörümü
kullanıyordum.
Bacağımı yakalayıp ben yere düşürecek.
Ayağına sertçe bastım ve yumruğumun yönünü çenesine doğru
çevirdim.
Yumruğumu savuşturacak ve karşı hamle yapacak.
Herif böyle sarhoşken bile çok iyi karşılık
verebiliyordu. Büyü gücümü sağ elime yönelttim. Eğer Paul’a yakın dövüşte denk değilsem, o zaman ben de
büyüye başvururum.
Elimden çıkan rüzgâr, babamı alnından vurdu. Şaşırdığından dolayı anlamsızca bağırarak, geriye doğru
havada taklalar ata ata tezgâhın arkasına kadar uçtu. Yere düştüğünde ise kırılan şişelerin sesleri tüm salonda
yankılandı.
“Tanrı belanı versin! Bu bardağı taşıran son damlaydı!” Paul bir kere daha ayağa kalkmaya çalıştı ama doğru
düzgün hareket bile edemiyordu.
Çok fazla içmişsin, beyinsiz herif seni. Eskiden çok daha güçlüydü. Eski Paul olsa, yolladığım rüzgârı bir şekilde
savuşturabilirdi, öyle garip bir pozisyonda kalmışken bile.
Paul yalpalarken, bir başka kadın ona yardıma geldi. Bu seferki cübbe giyen büyücüydü. Herifin etrafı her zaman kızlarla çevrili, değil mi? Bana nutuk çekmeye kalmasına şaşıyorum.
“Çek git başımdan!” Büyücüyü kenara iterek, salonun öbür ucundan üzerime
doğru uzun adımlarla gelmeye başladı.
“Ben yokken annemi kaç kadın ile aldattın, he Paul?”
O kadar barizdi ki. Bu gerçekten de benim tanıdığım Paul mu şimdi? Sağgörümü kullanmadan bile muhtemelen bu yumruğu
savuşturabilirdim.
“Hah!” Uzatmış olduğu kolunu tuttum ve daha da ileri doğru
çekerek, tek elimle omuz üstü fırlatmaya benzer bir şey yaptım. Tabii ki de, gerçek judo teknikleri gibi değildi. Fırlatma hızını artırmak için rüzgâr büyüsü de kullandım,
sonra da onu elimden geldiğince şiddetli bir şekilde yere çarptım.
Doğru düzgün düşmeyi başaramadı bile. Yere amele sümüğü gibi yapıştığı sırada üstüne çıktım ve
kollarını dizlerimin altına sıkıştırdım, tıpkı Eris’in her zaman yaptığı gibi. “Yapabildiğimin… en iyisini… yaptım… tamam mı?!”
Dişlerini gıcırdatırken, Paul, gözleri öfke dolu bir
biçimde bana bakıyordu.
Paul’un sıkıntısı
ne ki, amına koyayım?! O bakışı hak edecek ne yaptım?! “Ne istiyorsun lan benden?! Kendimi bilmediğim bir yerde buldum! Yardım isteyebileceğim kimse yoktu! Ve yine de buraya kadar gelmeyi başardım! Bu bile yeterince iyi değil mi?!”
“Daha iyisini yapabilirdin ve bunu ikimiz de biliyoruz!”
“Hiç de bile!”
Onu yine yumrukladım. Ve yine.
Görünüşe göre, ikimizin de söylemek istediği başka bir
şey kalmamıştı. Paul sadece bana bakıyordu, ağzının kenarından kanlar süzülürken.
Bana öyle bir bakıyordu ki. Sanki tamamıyla iğrenç
bir şeye bakıyormuş gibiydi. Neden? Yüzünde daha önce hiç böylesine bir ifade görmemiştim. Bu hiçte benim bildiğim Paul değildi. Kahretsin—
“Kes şunuuuu!” Birdenbire, bir şey bana yan taraftan çarptı. Çarpmanın etkisiyle birazcık savruldum ve hemen o anda
Paul beni üstünden attı ve kendisini doğrulttu.
Başka bir saldırı geleceğini düşünüp hemen kendimi
hazırladım. Ama Paul üzerime doğru gelmedi… çünkü, aramızda duran
küçük bir kız çocuğu vardı.
“Dur artık! Sadece
dur!”
Çocuğun burnu Paul’unki gibi ve altın rengi saçları da
Zenith’inki gibiydi. Kim olduğunu hemen anladım. Bu
çocuk Norn’du. Norn Greyrat—benim küçük kız kardeşim. Onu son görüşümden beri bir hayli büyümüş. Şu anda beş yaşında falan olmalı, değil mi? Hatta belki altı yaşında bile olabilir. Kollarını iki yana açmış bir şekilde neden karşımda
dikiliyor peki?
“Babama zorbalık yapmayı bırak!”
Şaşkınlıktan dolayı, öylece bakakaldım.
“Ha?” Babama
zorbalık mı? Ne? Yok. Hayır ya…
Gözleri parıldayan bir biçimde bana bakıyordu, sanki her
an hüngür hüngür ağlamaya başlayabilirmiş gibi. Salondakilere baktığımda ise… her nedense, sanki kötü
adam benmişim gibi herkes bana bakıyordu.
Kanımın çekildiğini hissettim. Onlarca sene önceki anılarım gözlerimin önüne geldi. Geçmiş yaşamımda yaşamış olduğum bütün o zorbalıklar. Ne zaman kendi ayaklarımın üstüne basmaya çalışsam,
sınıftaki herkes bana aynı bu şekilde bakardı.
Doğru, doğru, tabii ya. Sanırım hatalı olan gene bendim, ha?
Her neyse. Artık
vazgeçtim.
Yeter bu kadar. Buradan gitmemin vakti geldi. Görmeye değer bir şey görmedim ve bir şey de yapmadım. Hana geri gidip Eris ve Ruijerd’in dönmesi falan
bekleyeyim madem. Sonra da şehirden hemen ayrılırız… olmadı yarın ya da
öbür gün. Dünyanın sonu değil ya. Başkent dışında para kazanabileceğimiz tonla mekân mevcut. Mesela, Batı Limanı’nda bile loncanın bir şubesi vardır illaki,
değil mi?
“Dinle, Rudy. Felaketten etkilenip ışınlananlar sadece siz değildiniz. Buina köyündekiler de ışınlandı.”
Paul arkamdan belli belirsiz bir şeyler söyledi, gerçi
artık ne dediğinin bir önemi yok.
Ha? Ne? Bir dakika.
“Senin okuman
için Aziz Limanı ve Batı Limanı’ndaki loncalara mesaj bırakmıştım. Maceracı olmadın mı? Niye gidip de okumadın lan?”
He? Aziz Limanı’nda öyle bir şey görmedim
ki…
Hayır. Doğru ya. Oradayken maceracılar loncasını ziyaret etmeye vaktimiz
olmamıştı, değil mi? Oraya vardıktan sonra dosdoğru Ruijerd’in yanına
gitmiştim ve sonrasında da direkt olarak Dorudia köyünde kodese tıkılmıştım.
“Sen çıktığın o küçük tatilin keyfini sürmekle meşgulken,
tonla insan can verdi.”
“Işınlanma Faciası”nın nasıl bir şey olduğunu kendi
gözlerimle görmüş birisiyim. O büyüsel felaketin çapının ne kadar büyük olduğunu
biliyordum. Neden bunu kendi başıma düşünemedim ki? Hitogami bile bu olaya “büyük” facia demişti. Buina köyüne kadar ulaşmadığını düşünmem için herhangi
bir gerekçem yoktu.
Yani… Memleketimdeki herkes ışınlandı…
“Yani bunun anlamı… Sylphy’nin bile mi ışınlandı?”
“Kızın biri için kendi annenden daha fazla endişelisin
demek, he Rudy?” dedi Paul, sert bakışlarıyla birlikte.
Nefesim boğazımda takılı kaldı. “Ne?! S-sen halen daha annemi bulamadın mı?!”
“Doğru. Onu hiçbir yerde bulamadım! Veya
Lilia’yı!”
Bu sözler sanki karnıma almış olduğum yumruklar gibiydi. Dizlerimin bağı birden çözülüverdi; geriye doğru
sendeledim, düşmeden evvel son anda bir sandalyeye tutunup zar zor üzerine
oturabildim.
“Gerçi, ışınlananları arıyorduk. Kaybolan herkesi
aramak ile meşguldük. Zaten, Arama ve Kurtarma Ekibinin tüm olayı bu.”
Arama ve Kurtarma Ekibi mi? Yani buradaki herkes, bu amaç doğrultusunda bir araya
gelerek örgütlenmiş kimseler mi? “A-ama… Bir arama ve kurtarma ekibi niçin sokaklardan
insan kaçırır ki?”
“Çünkü ışınlananlardan bazıları köleliğin pençesine
düşmüştü.”
Babamın anlattığına göre, bu durum oldukça olağanmış:
Tamamıyla bilinmedik bir yere ışınlanmış olursun. Nerede olduğun hakkında hiçbir fikrin yoktur. Ve sonra da birisi bu durumu kendi avantajına kullanarak
seni kandırıp esaret altına alır.
Paul ve diğer ekip üyeleri bu konu hakkında sayısız
görüşmelerde bulunmuşlar, belirleyebildikleri bütün köleleştirilmiş Fedoalıları
belirlemişler ve sonra da sahiplerini, onları serbest bırakmaları için, ikna
etmeye çalışmışlar. Ama anlaşıldığı üzere, bu insanların büyük bir kısmı kendi “mal”larından
vazgeçmeyi sert bir biçimde reddetmiş. Milis’in köle yasaları buyruğunca, nasıl köle olduğunun bir önemi yok—bir kere köle olduktan
sonra, sahibinin malından başka bir şey değilsindir. Bu yüzden de, Paul köleleri zor yoldan özgürleştirme
yolunu seçmiş.
Köle kaçırmak –doğal olarak- bir suç, ama yasalarda bazı
boşluklar mevcut. Kurtarma ekibi de, özellikle bu boşluktan faydalanarak,
olabildiğince çok insanın özgürlüklerini geri kazanabilmesi için çabalamaya
başlamış.
Tabii ki, oldukları durumdan memnun olanların isteklerine
de saygı göstermeye karar vermişler. Ama gerçekte, buldukları bütün köleler, kurtulup
memleketlerine dönmek için gözyaşları içerisinde onlara yalvarmış. Bugün kurtarmış oldukları çocuk da onlardan biri. Çocuğun tanıdık gelmesine şaşmamam gerek. O çocuğun Somal idi, eskiden Sylphy’ye sataşmış olan o
çocuklardan bir tanesi. Geçtiğimiz bu bir sene boyunca, erkek fahişe olarak
çalışmaya zorlanmış.
Paul ve yoldaşları, bu zamana kadar sayısız Fedoalının yardım
çığlıklarını işitmişler, ama halen daha hepsini kurtarabilmiş değillermiş. Bölgedeki soyluları kendilerine düşman etmişler ve zor
yola gitgide daha fazla başvurmalarının bir sonucu olarak, ekiptekilerin sayısı
durmadan azalmaya başlamış. Paul, her yandan, tonla baskı altında kalmış. Her gün bir sinir törpüsü olmuş. Ama yine de, direnmeye devam etmiş. Önemli olan tek şey Felaket’in mağdurlarını bulup
kurtarmak olduğundan, yapabildiği her şeyi elinden geldiği kadar, onlar için
yapmış.
“Bu durumun farkına çok daha önceden varabileceğini
düşünmüştüm, Rudy. Oralarda bir yerlere üzerine düşen kısmı yerine
getirdiğini farz ediyordum.”
Bu noktadan sonra yapabileceğim tek şey başımı öne
eğmekti. Söyledikleri
adil değildi. Bütün bunları nereden bilebilirdim?
Ama gene de… Bir kez daha düşünecek olursam…
Büyülü Kıta’da iken, geçtiğimiz şehirlerde ışınlanmış
Fedoalıları bulmam tamamıyla mümkündü. Eğer onlarla konuşmuş olsaydım, muhtemelen facianın
büyüklüğünün farkına daha kolay varabilirdim. Durumu anlamak konusunda yeterince kafa yormadım. Felaket hakkında daha fazla şey öğrenmek yerine,
Ruijerd’e yardım etmeye öncelik verdim.
Yani sıçıp sıvadım. Bu
kadar basit.
“Ve şimdi öğreniyorum ki, bunca zamandır, sadece macera peşinde koşuyormuşsun…”
Evet. Ona diyecek lafım yok.
Bana bu kadar sinirlenmesine şaşmamalı.
Yine de, özür dileyecek gücü kendimde bulamadım. Sonuçta, elimden geleni yaptım. İşleri enine boyuna düşündüm ve hep en doğru olduğunu hissettiğim kararları
verdim.
Paul başka bir şey söylemedi. Norn da ses çıkarmadı. Ama gözlerindeki düşmanlığı rahatlıkla görebiliyordum ve
bu durum beni çok feci yaralıyordu. Sanki kalbimden iri bir parçayı sökmüşler gibi hissediyordum.
Daha fazla acı dolu hatıralarım gözlerimin önüne geldi. Birkaç it oğlunun beni komple soyduktan sonra herkesin
görebilmesi için dışarıda bir direğe bağladıkları, o anım aklıma geldi. Sabah sınıfa girdiğimde herkesin bana ne gözlerle
baktığını hatırladım.
Kısım 2
Bir şekilde, hana dönerek odamıza girebilmeyi başardım.
Kendimi yatağa bırakıverdim. Bana ne olduğu ya da neden böyle olduğu konusunda emin
değilim. Hiçbir şey hakkında emin değilim. Şu anda beynim çalışmayı cidden bıraktı.
Cebimde olan bir şeylerin hışırtısını duydum. Kontrol ettiğimde ise, öğleden sonra almış olduğum kâğıdı
buldum. Avuçlarımın arasında buruşturup bir kenara attım.
“Haaa…” Uzun bir iç geçirmenin ardından, yatağa geri
uzanıp dizlerime sarıldım.
Önceki hayatımda bile, anam babamdan bu kadar soğuk
muamele görmemiştim. Söylenen ve yapılan her şeyi düşününce, annem ve babam
bana karşı oldukça yumuşak davranmışlardı.
Ama şimdi, Paul beni tamamen reddetti. Tıpkı kardeşimin beni evden attığı o günkü bakışlar ile
bana baktı.
Her şeyi düşünürsek, işimi doğru düzgün yaptığımı
sanıyordum. Şimdi bile, verdiğim hiçbir büyük kararın kritik bir
şekilde hatalı olduğunu düşünmüyorum. Aklıma gelen en yakın şey, ta en başta nasıl da hemen
yardım etmek için Ruijerd’e odaklanmış olduğumdu. Hem, ona birazcık bile olsun güvenmeme rağmen,
Hitogami’nin tavsiyesine uymuştum.
Yolculuğumu olabildiğince keyifli bir şekilde anlatmam da
pek işe yaramadı zaten. Biraz gaza gelmiş olmamdan dolayı öyle anlattım, ama ayrıca
Paul’un benim için endişelenmesini de istememiştim… Ve bir de kibrimden dolayı.
Kendi başımın çaresine rahatça bakabildiğimi ona anlatmak
istemiştim.
Gerçi, Paul’un neşeli bir macera dinleyecek havası yoktu.
Keza diğer ekip üyelerinin de. Harbiden de sözlerimi çok kötü seçtim. Evvela, Sylphy’nin annemden daha değerli olduğunu ima
etmek istememiştim. Ama hem Paul hem de Norn oradaydı… Zenith’in de halinin
yerinde olduğunu varsaymak normal bir düşünce olmaz mıydı?
Hayır. Bu sadece bir bahane. O anda, Zenith aklımın ucundan bile geçmiyordu.
Ya bütün o kadın düşkünlüğü muhabbetine ne demeli? Bunu ilk ortaya atan Paul idi. Elbette ki, öyle tecavüzcü ve eşini aldatan bir
şerefsizin bana laf etmeye hakkı yoktu…
Ah, bir dakika. Doğru ya. Belki de o kızlara henüz elini sürmemiştir. Aynen… Bu onun neden şalterinin attığını açıklar.
Tamam. Şimdi bütün parçaları birleştirdim işte.
Sadece, yarın geri gidip Paul ile konuşmam yeterli. Bugün ikimiz de birazcık duygusal davrandık, hepsi bu
kadar. Daha önce de bu tarz şeylerle uğraşmıştım. Bir kere konuşursak, eminim ki anlayacaktır.
Evet. Bir sonraki sefer her şey yolunda gidecek. Tabii ki ben de ailem hakkında endişeleniyordum. Eğer kaybolduklarını daha önce öğrenmiş olsaydım, ben de
aramaya çıkardım.
Bir yılı aşkın bir süre boyunca, Büyülü Kıta’dayken hiç
bilgi toplamaya çalışmamış olmam harbiden de yazık oldu. Ama sonuç olarak, halen hayattayım. Halen daha işleri düzeltmek için bir şansım var. Tek yapmamız gereken, yavaş ama titiz bir arama
çalışması. Böylesine büyük bir dünyada, kaybolmuş insanları aramak,
her şekilde uzun sürecek bir süreç olmalı; eminim ki, Paul da bunun
farkındadır. Onu sakinleştirmeyi başarınca, sonraki hamlemizin ne
olacağına karar veririz. Kimsenin daha önce aramadığı yerlerde aramalar yaparız. Tabii ki ben de yardım ederim. Eris’i Asura’ya geri bırakır bırakmaz, ya kuzeye doğru
giderim, ya da tamamıyla başka bir yerde arama yapmaya başlarım.
Evet. Tamam,
o zaman. Öncelikle, gidip… Paul’u tekrar görmeliyim. O bara… Geri gideceğim ve…
Aniden bastıran şiddetli bir bulantı ile yatağımdan
çıktım ve tuvalete doğru koştum. Çok geçmeden, midemde ne varsa hepsini kustum.
Yapılacakları mantıklı bir şekilde düşündüm, ama yine de iyi
hissetmiyorum. Ailemin bir üyesinden böylesine fena bir düşmanlık
hissetmeyeli uzun zaman olmuştu ve dayanabileceğimden daha fazla acı
çektiriyordu.
Kısım 3
Ruijerd geri geldiğinde ikindi vakti falandı. Normalden daha mutlu görünen bir ifadeyle, küçük bir zarf
çıkardı ve bana gösterdi. Ama yatakta otururken ona baktığımda ise durdu ve kaşları
çatıldı. “Bir şey mi oldu Rudeus?”
“Babam ile karşılaştım. O da bu şehirdeymiş.”
Ruijerd’in ifadesi daha sert bir hal aldı. “Sana hoş olmayan şeyler mi söyledi?”
“Birbirinizi oldukça uzun bir süredir görmüyordunuz,
değil mi?”
“Ama yine de kavga mı ettiniz?”
Başımdan geçen durumu baştan sona, olabildiğince dürüst
bir biçimde anlatmaya çalıştım. Bitirdiğim zaman ise, Ruijerd “Anladım”, dedi ve
sessizliğe gömüldü.
Konuşmamız böylece sona erdi. Bir süre sonra, odadan sessizce ayrıldı.
Eris ise akşamüstü geri geldi.
Ne kadar heyecanlı olduğuna bakılırsa, güzel bir şeyle
karşılaşmış olduğu aşikâr. Elbisesinin üstüne yapışmış olan birkaç yaprak ve
yüzünde ise toz toprak izleri vardı… ama mutlu görünüyordu. Görünüşe göre goblin öldürme görevi iyi geçmiş. En azından, bu güzel bir haber.
“Hey, Rudeus! Ben geldim! Ne olduğunu asla tahmin ede… ha?”
Ona gülümsediğimde, Eris’in gözleri fal taşı gibi açıldı.
Ve bir sonraki anda ise, koşup hemen yanıma geldi.
“Kim yaptı?!” telaş içinde bağırdı, omuzlarımdan tutup beni sarsıyordu.
“Sana bunu
yapan kimdi?!”
“Sorun yok. Önemli
bir şey değildi.”
“Oh, hadi ama! Ciddi olamazsın!”
Bir süre daha bu şekilde konuşmaya devam ettik, ama Eris
cidden işin peşini bırakacak gibi durmuyordu. En sonunda vazgeçip ona Paul ile olanları anlattım. Ruhsuz, düz bir ses tonuyla, bütün hikâyeyi bir kez daha
baştan sona kadar anlattım—neler söylediğimi, onun nasıl tepkiler verdiğini ve
olayın nasıl sonuçlandığını.
Eris ise karşılık olarak öfkeden patlıyordu. “İnanamıyorum! Nasıl öyle şeyler söyleyebilir?! Bizi buraya getirebilmek için kıçını yırttın! Ve o sana maceracılık peşinde
koştuğunu mu söyledi?! Baba olarak tamamen rezil birisi! Gidip o beyinsizi geberteceğim!”
Öyle korkutucu bir duyuru yaptıktan sonra, elinde kılıcı
ile koşarak odadan ayrıldı. Ama ona mani olacak enerjiye sahip değildim.
“Bırak beni,
Ruijerd!”
“Başkasının ailevi işlerine karışmamalısın”, dedi
Ruijerd, mahkûmunu yere indirirken.
Eris, anında geriye dönüp ona sinirli bir şekilde bakmaya
başladı. “Babaların çocuklarına asla
söylememesi gereken bazı şeyler vardır! Kavga ediyor olsalar bile!”
“Dediğin doğru. Ama ben Rudeus’un babasının nasıl hissettiğini
anlıyorum.”
“Yapma ya? Peki, o
zaman Rudeus’un nasıl hissettiğini
anlıyor musun?! Onu
bilirsin! O bu dünyadaki en kaygısız ve en çok kendinden emin kişi. Onu yumruklayabilir ya da tekmeleyebilirsin ama o
sadece omuz silker! Ama ona şimdi bir baksana… Tam bir yıkık!”
“Belki de onu teselli etmen gerekiyordur. Eminim ki senin gibi genç bir kız bunu başarabilir.”
Eris ne diyeceğini bilemeyip bocalarken, Ruijerd döndü ve
odayı sessizce terk etti.
Benimle birlikte yalnız kalınca, Eris telaşlanmaya ve
odanın içinde bir o yana bir bu yana gidip gelmeye başladı. Ara ara bana anlık bakışlar atıyordu. Bazen durup her zamanki duruşuna geçiyor ve bir şeyler
söylemek için ağzını açıyordu, ama tekrar kapatıp volta atmaya devam ediyordu. Bu kız gerçekten de yerinde duramıyor. Sanki hayvanat bahçesindeki bir ayıyı izliyormuş gibiyim.
En sonunda, Eris sessizce yanıma gelip, yatağın üstüne
oturdu. Hiçbir şey
söylemedi. Ve aramızda da birazcık mesafe bıraktı.
Şu an yüzünde nasıl bir ifade var acaba? Pek dikkatli bakmadım. Başımı kaldırıp bakacak halim de yok zaten.
Sessizlik içinde biraz daha zaman geçirdik.
Nihayet, Eris’in artık yanımda oturmadığını fark ettim. Tam nereye gitmiş olabileceğini düşünürken, arkamdan
kollarını boynuma doladı.
“Geçti artık. Ben yanındayım…” Bu sözleri söylediği sırada,
bana sıkıca sarılıyordu. Yumuşacık, sıcacık ve hafif ter kokan vücudu tarafından
sarmalandım.
Yollarda beraber geçen bir buçuk senin ardından, bu koku
bana epeyce tanıdık geliyordu. Ve şu anda ise, garip bir şekilde rahatlatıcıydı. Ailemin beni reddetmesi, beni stres ve korku ile
doldurmuştu, ama şimdi o hisler eriyip gidiyordu.
Belki de Eris artık benim “ailem” den birisi gibi olduğu
içindir. Eğer önceki hayatımda da benimle birlikte olmuş olsaydı,
ızdırabımdan çok ama çok daha önce kurtulmuş olabilirdim. Sadece tek bir kucaklamanın bile beni ne kadar
etkilediğini düşünürsek, gerçekten de bu düşünce aklıma yattı.
“Üzgünüm Rudeus. Bu tarz şeyler konusunda pek de iyi sayılmam…”
Bana sarılmaya devam ettiği sırada, uzandım ve Eris’in
ellerinden birisini tuttum. Eli bir kılıç ustasınınki gibiydi—güçlü ve sert. Ne kadar da sıkı çalıştığının bir göstergesi. Soylu bir küçük hanımda olmasını beklediğiniz gibi bir
el değil.
“Özür dileme. Sarılman benim için çok şey ifade ediyor.”
Kalbim kendisini yavaş yavaş yeniden birleştiriyor
gibiydi. Gitgide daha da rahatladığımı hissediyorum.
Sessizce rahat bir nefes alarak, kendimi bırakıp vücudumu
Eris’in üzerine yasladım. Birazcık ona yaslanmaya ihtiyacımın olduğunu
hissediyorum… En azından şimdilik.